D. KANÂATİ

Rızk-ı maksûma kanâatdir meâli hikmetin

Gâh hırs-ı nev-şîkâr ile şikâr elden gider.[1]

Ziyâ Paşa

Kanâat, elde olana râzı olmaktır. Azla yetinmek, ihtiyaçları asgarî ölçüde karşılayabilecek maddî imkânlarla iktifâ etmek, başkalarının elindeki şeylere göz dikmemek ve fazla kazanma hırsından kurtulmak, kanaatin insandaki tezahürleridir.

İnsanları yaratan Allâh Teâlâ, onların rızıklarını da tekeffül etmiştir. “Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı sâdece Allâh’a âittir.” (Hûd 11/6) buyurarak, kullarının bu konuda endişelenmemelerini istemiştir. Ancak birçok hikmete binâen rızkı, kulları arasında farklı farklı taksim etmiş, kimine az kimine ise çok vermiştir. İşte kanâat burada ortaya çıkmaktadır. Kendisine az verilen buna râzı olacak, mal çokluğuna tamah ederek haksız kazanç yollarına sapmayacaktır. Zengin de cimrilik ve açgözlülükten kaçınarak malının hakkını verecektir.

Kanâat, sâdece fakirlere mahsus bir haslet değildir. Bu husûsta zenginler, çoğu zaman fakirlerden daha muhtaç duruma düşmektedirler. Çünkü mâl arttıkça berâberinde mal sevgisi, hırs ve tamah da artmaktadır. İnsan, bütün yakınlarına yetecek kadar mal kazansa bile, bununla yetinmeyerek daha fazla kazanmaya ve mal yığmaya çabalar. Bu hırs, mâlik olduğu zenginliği gözüne az gösterir ve böylece malından hakkıyla istifâde etmesine mâni olur. Yunus Emre şöyle der:

Kem tamahlık eyleme

Aklın sana yâr ise!

İster fakir olsun ister zengin, kanâate sâhip olmayan kimseler dünyânın câzibesine kapılır, âhiret hazırlığını unutur ve iki cihanda da kaybedenlerden olurlar. Mevlânâ -kuddise sirruh- böyle kimselere şu nasihatte bulunur:

“Rızıklar denizini bir testiye dökecek olsan, ne kadarını alır? Ancak bir günlük kısmet, bir günlük su… Harîslerin, dünyayı çok sevenlerin göz testileri hiç dolmaz. Sedef, kanâatkâr olmazsa içinde inci meydana gelmez.” (Mesnevî, c. I, beyt: 20-21)

Testisini taşırdığını fark etmeden daha çok su alma hırsına kapılan kimse, hem yaratılış maksadını unutur hem de yanlış yollara sapar ve kendisini mahveder. Cenâb-ı Hak; “İnsanları ve cinleri, yalnızca bana kulluk etmeleri için yarattım. Onlardan ne herhangi bir rızık ne de beni doyurmalarını istiyorum!.. Şüphesiz Allâh, bol bol rızık veren ve çok kuvvetli olandır.” (ez-Zâriyât 51/56-58) buyurmak sûretiyle bu davranışın yanlışlığını belirtmektedir. Bu sebeple İslâm ahlâkının en mühim esaslarından biri olan kanâati, Peygamber Efendimiz övmüş ve teşvik etmiştir. Bir kimsenin malı ne kadar olursa olsun gerçek zenginliğin kanâat olduğunu bildirmiş (Buhârî, Rikak, 15), nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut olan kimseye dünyanın bütün iyiliklerinin verilmiş bulunduğunu söylemiştir. (Tirmizî, Zühd, 34) Diğer bir rivâyette de Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Müslüman olan, kendisine yeteri kadar rızık verilen ve elindeki nimete karşı Allâh’ın kanâat sâhibi kıldığı kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (Müslim, Zekât, 125)

Sevgili Peygamberimiz, kanâati şükrün en ileri derecesi olarak görmüş ve kanâatkâr olan bir kimsenin, insanların en çok şükredeni olacağını beyân buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 24)

Başka bir hadîs-i şerîfinde de şükür ve sabır ehlinin vasıflarını şöyle sıralamıştır:

“Dindarlıkta kendinden üstün olana bakıp ona uymak, dünyalıkta ise kendinden aşağı olana bakıp, Allâh’ın kendine verdiği üstünlüğe hamdetmek. Böyle yapanları Allâh, şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de dindarlıkta kendinden aşağı olana, dünyalıkta ise kendinden üstün olana bakar da elde edemediğine üzülürse, Allâh onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 58)

Diğer taraftan sâhip olunan malların hesâbını vermek gerektiğini hiçbir zaman unutmamak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, kullarına ihsân ettiği her nimetin nerede ve nasıl kullanıldığını soracaktır. Bu nedenle malın çokluğu mes’ûliyetin ağırlığını da berâberinde getirmektedir. Bu husûstaki en güzel ölçüyü şu hadîs-i şerîfte görmekteyiz:

“Ey âdemoğlu! İhtiyâcından fazla olan malını sadaka vermen senin için hayırlıdır. Eğer vermeyip elinde tutarsan, bu senin için zararlıdır. İhtiyâcın kadar mala sâhip olmaktan dolayı Allâh katında sorumlu tutulmazsın…” (Müslim, Zekât, 97)

İnsanlar belki almanın daha hayırlı olduğunu sanırlar. Oysa vermek daha hayırlı ve daha üstündür. Aslında vermek kanâat ehli olmaktan kaynaklanır. Kanâatin ne olduğunu bilmeyen bir kişi, dünyaya sâhip olsa dahî, kimseye bir çöp bile vermek istemez. Böyle bir şey aklından bile geçmez. Çünkü bu bir ruh ve gönül terbiyesini gerektirir. Mevlânâ, kanâatin kimseye zarar vermediğini, Allâh’ın lütuf ve ihsânlarının her canlıya yetecek kadar bol olduğunu ve kulları üzerine sağanak hâlinde yağdığını ne güzel ifâde eder:

“Kanâate ermekle hiç kimse canından olmadı. Hırs ile de hiç kimse sultân olmadı. Allâh ekmeği domuzlardan, köpeklerden bile esirgemiyor. Şu bulut ve yağmur insanların kazancı değildir. Sen nasıl rızka düşkün, rızkı arayan bir âşık isen rızık da sana âşıktır. Sen rızkın peşinde koşmasan da o senin kapına gelir. Fakat sen onun peşinde koşarsan, başına belâ olur, sana ızdırap verir.” (Mesnevî, c. V, beyt: 2398-2401)

Allâh Teâlâ kullarının kanâat ehli olmalarını istediği için, verdiğine râzı olmayarak diğer insanlardan bir şeyler isteyen kimseleri sevmemektedir. İhtiyâcını Allâh’a değil de kullara açan bir kimse, fakirliğini daha da artırmış demektir. İffetli davranıp da Allâh’a yalvaran kimse ise zenginliğin kaynağını bulmuştur. Nitekim Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Dilenmekten sakınmak isteyenleri Allâh iffetli kılar. Halka karşı tok gözlü davranmak isteyenleri de Allâh, insanlara muhtaç olmaktan kurtarır.” (Buhârî, Zekât, 18) Hakîm bin Hizâm -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den bana (ganimet mallarından bir miktar vermesini) istedim, verdi. Bir daha istedim, yine verdi. Tekrar istedim, tekrar verdi. Sonra şöyle buyurdu:

«– Ey Hakîm! Gerçekten şu mal çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan kimse gibidir. Veren el, alan elden daha hayırlıdır.» Bunun üzerine ben:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Seni hak din ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki yaşadığım sürece senden başka kimseden bir şey kabul etmeyeceğim, dedim.”

Gün geldi, Hz. Ebûbekir ganimet malından hisse vermek için Hakîm’i çağırdı. Fakat Hakîm onu almaktan kaçındı. Daha sonra Hz. Ömer kendisini, bir şeyler vermek için davet etti. Hakîm yine kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. Ömer:

– Ey Müslümanlar! Sizi Hakîm’e şahit tutuyorum. Ben kendisine şu ganimetten Allâh’ın ona ayırdığı hissesini veriyorum, fakat almak istemiyor, dedi. Netîce itibariyle Hakîm, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in vefatından sonra, ölünceye kadar kimseden bir şey kabul etmedi. (Buhârî, Vesâyâ 9, Zekât 50)[2]

Kanâat eden azîz olur. Kanâat, sâhibine öyle bir izzet bahşeder ki onun gönlüne hiçbir dünyâlık muhabbeti giremez. Tamahkâr kimse ufacık bir menfaat için başını verirken, kanâat sâhibi fakîr, altınla dolu bir hazîne bile bulsa, şerefi uğruna ona dönüp bakmaz. Hırsından ve tama’ından her haram şeye atılan, onu elde etmeye çalışan varlıklı kimselere “dilenci” denilir. Kanâatkâr olmak ve dilencilikten kurtulmak için Resûl-i Ekrem Efendimiz, bizlere şu çâreyi sunmuştur:

“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olan birini görünce, nazarını hemen kendisinden aşağıda olana çevirsin.” (Buhârî, Rikâk, 30) Bu davranış, Allâh’ın üzerimizdeki nimetini küçük görerek sıkıntıya düşmememiz için en müessir çâredir. Zîrâ üzüntü ve mutsuzluğun başlıca sebeplerinden birisi de kanâatsizliktir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz her husûsta olduğu gibi kanâat mevzûunda da bizim için en güzel örnektir. O, eline geçen yığın yığın malları vakit geçirmeden infâk etmiş, ihtiyâcından fazlasını yanında alıkoymamıştır. Bu sebeple sık sık; “Allâhım! Muhammed âilesinin rızkını ihtiyaç miktârı kadar ver.” diye duâ etmiştir. (Müslim, Zekât, 126)

Kanâati en güzel şekilde yaşayan Efendimiz, zaman zaman ashâbından, kimseden bir şey istememek üzere söz almıştır. Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle anlatır; “Bir defâsında Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

«– Kim bana, halktan hiçbir şey dilenmeyeceğine dâir söz verirse, ben de ona cenneti garanti ederim.» buyurdu. Bunun üzerine:

– Ben söz veriyorum, dedim.”

Hadîsi rivâyet eden sahâbî, Hz. Sevbân’ın bu olaydan sonra hayâtı boyunca hiç kimseden bir şey istemediğini bildirmektedir. (Ebû Dâvûd, Zekât, 27) Şeyhülislam Yahya Efendi, kuru ekmeğe kanâat etmek gibi bir nimetin, insanlardan müstağnî olmak gibi bir râhatın olmadığını ne güzel ifâde eder:

Nân-ı huşk ile kanâat gibi bir nimet mi var

Künc-i istiğnâ gibi bir kûşe-i râhat mı var!

Kanâat, kalbî bir hâdisedir. Kanâat sâhibi olmak, bir kimsenin aç kalmasını veya çalışmayı terk etmesini gerektirmediği gibi hakkı olan şeyleri almasına da mâni değildir. Peygamber Efendimiz bu husûstaki ölçüyü en güzel şekilde ortaya koymuştur. Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- arada sırada bana gâzilik bahşişi verirdi. Ben de kendisine:

– Bunu benden daha fakir birine verseniz, derdim. Allâh Resûlü de cevâben:

«– Sen bunu al. Göz dikmediğin ve istekli de olmadığın halde sana gelen böylesi malı al. Kendine mâl et, istersen onunla tasaddukta bulun. Fakat böyle olmayan bir malın da peşine düşme!» tavsiyesinde bulunurdu.” (Buhârî, Zekât, 51)

Aynı hayat şartlarına farklı iki bakış açısını önümüze seren şu hadîs-i şerîf de oldukça câlib-i dikkattir:

“…Hz. İbrâhim, oğlu İsmâil’in durumunu öğrenmek üzere Mekke’ye geldi. Fakat İsmâil’i evde bulamadı. Gelinine:

– İsmâil nerede diye sordu. Hanım:

– Rızkımızı temin etmek için avlanmaya gitti, dedi. İbrâhim -aleyhisselâm- geçimlerinin ve durumlarının nasıl olduğunu sordu. O:

– Çok kötü durumdayız. Büyük bir sıkıntı ve darlık içindeyiz, diye hâllerinden şikâyet etti. Hz. İbrâhim de:

– Kocan gelince ona selâmımı söyle; kendisine hatırlat da kapısının eşiğini değiştirsin, dedi. İsmâil eve gelince, bir şeyler olduğunu sezdi ve hanımına:

– Ben yokken eve biri mi geldi? diye sordu. O da:

– Evet, yaşlı bir adam geldi, seni sordu, ben de söyledim. Nasıl geçindiğimizi öğrenmek istedi. Ben de büyük bir geçim sıkıntısı çektiğimizi anlattım, dedi. Hz. İsmâil:

– Peki, sana bir şey tavsiye etti mi? diye sordu. Hanımı:

– Evet, sana selâm söyledi ve kapısının eşiğini değiştirsin, dedi. İsmâil:

– O gelen benim babamdır. Bana senden boşanmamı emretmiş. Haydi âilenin yanına dönebilirsin, dedi. O kadını boşayıp Cürhümlüler’den bir başka kadınla evlendi.

Allâh’ın dilediği kadar bir zaman geçtikten sonra İbrâhim tekrar oğlunun evine geldi. İsmâil’i yine bulamadı. Nerede olduğunu sordu. Hanımı:

– Rızkımızı temin etmeye gitti, dedi. İbrâhim -aleyhisselâm-:

– Geçiminiz, haliniz nasıl, diye sordu. Kadın:

– Çok iyi durumdayız. Rahat ve bolluk içindeyiz, diyerek Allâh’a hamd ü senâda bulundu. Konuşma şöyle devam etti:

– Ne yiyorsunuz?

– Et yiyoruz.

– Ne içiyorsunuz?

– Su.

O zaman Hz. İbrâhim, «Allâhım, etlerine ve sularına bereket ver!», diye dua etti. Sonra da:

– Kocan eve gelince selâmımı söyle ve kendisine hatırlat da kapısının eşiğine sâhip olsun, dedi. İsmâil -aleyhisselâm- dönünce:

– Eve gelen oldu mu, diye sordu, Hanımı:

– Evet, güzel görünümlü bir ihtiyar geldi, seni sordu, ben de anlattım. Geçimimizi öğrenmek istedi, ben de çok iyi olduğunu söyledim, dedi. İsmâil:

– Sana bir tavsiyede bulundu mu, diye sordu. O da:

– Evet, sana selâm söyledi ve kapının eşiğine sâhip olmanı emretti, dedi. İsmâil -aleyhisselâm-:

– O benim babamdır. Evin eşiği de sensin. Babam seni hoş tutmamı, seninle iyi geçinmemi emretmiş, dedi.” (Buhârî, Enbiyâ, 9)

İbrâhim -aleyhisselâm- Hz. İsmâil’in ilk hanımının kanâatsizliğine hükmetmiş ve âile hayatının devâmı, saâdet ve selâmeti için fertlerin her yönüyle güzel ahlâk sâhibi olmaları gerektiğine işâret etmiştir. Buna halel getirecek düşünce ve davranışlardan kaçınılmasını istemiştir.

Mevlânâ hazretleri ne güzel söyler; “Allâh’ın, has kullarını dâvet ettiği kanâat ziyâfetinden uzak kalan kimse, padişah bile olsa dilenci gibi aç gözlüdür. Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek, kurtulmak ümidi ile nereye kaçsan, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir sana çatar.” (Mesnevî, c. II, beyt: 588-590)

Kanâat, dünyâ malı yüzünden gelebilecek bir çok belâ ve musîbetlerden sâhibini muhâfaza eder. Îmânına ve mâneviyâtına kuvvet vererek metânetini artırır, dalâletten koruyarak istikâmet üzere devâm edebilmesini kolaylaştırır. Allâh’ı ve O’nun kullarını daha çok sevebilme ve yardımlarına koşabilme olgunluğunu kazandırır. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hasletlere mâlik olan bir genci, çok beğenmiş ve taltif etmiştir. Asr-ı saâdette vukû bulan bu hâdise hulâsaten şöyledir:

Efendimiz’i ziyârete gelen Benî Tücîb heyeti yurtlarına dönmek istediklerinde, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunlara, diğerlerine verilen bahşişlerden daha fazla verdi ve:

“– Sizden, bahşiş verilmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu.

– Evet, yaşça en küçüğümüz olan bir genci binitlerimize bakmak üzere bırakmıştık, dediler. Allâh Resûlü:

“– Onu da gönderiniz!” buyurdu. Onlar binitlerinin yanına dönünce, gence:

– Resûlullah Efendimiz’in yanına git de hediyeni al! Biz bahşişimizi aldık ve kendisine veda ettik, dediler. Genç, Peygamber Efendimiz’in yanına gelince:

– Yâ Resûlallâh! Ben, Ebzâ oğullarından bir kimseyim. Biraz önce senin yanına gelen, dileklerini yerine getirdiğin cemaattenim. Benim talebimi de yerine getirir misiniz, dedi. Habîb-i Ekrem Efendimiz:

“– Senin arzun nedir?” diye sordu. Genç:

– Yâ Resûlallâh, benim dileğim arkadaşlarımınki gibi değildir. Onlar İslâm’ı özleyerek geldiler, zekâtlarını da sürüp getirdiler. Sen Allâh’a beni mağfiretine mazhar kılması, rahmetiyle muâmele etmesi ve bir de kalbime zenginlik vermesi için duâ ediver, dedi. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz:

“Ey Allâhım! Onu affet ve rahmetinle muâmele eyle! Kalbine de zenginlik ver!” diye dua ettikten sonra, ona da ötekiler gibi bahşişinin verilmesini emir buyurdu.

Benî Tücîb heyeti yurtlarına döndüler. Bunlardan bir cemaat ertesi sene hac mevsiminde Minâ’da Peygamber Efendimiz ile buluştu.

– Biz Ebzâ oğullarıyız, dediler. Vefâ sâhibi olan Efendimiz -aleyhisselâm-:

“– Geçen sene sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu.

– Yâ Resûlallâh! Yüce Allâh’ın verdiği rızka ondan daha kanâatlisini görmemişizdir. İnsanlar dünyayı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona hiç iltifat etmez, dönüp bakmaz dediler. Bu sözleri sevinçle dinleyen Efendimiz, Allâh’a hamdetti ve o genç için hayır temennîlerinde bulundu.

Bu genç, davranışlarıyla kavmi arasında bir fazîlet timsâli olmuştur. Dünyaya değer vermeyen ve Allâh’ın kendisine verdiği rızka en çok kanaat eden bir kul olarak hayâtını sürdürmüştür. Peygamber Efendimiz’in vefatı üzerine Yemen halkının İslâm’dan döndükleri sırada da, onlara Allâh’ı ve İslâm’ı hatırlatmaktan geri durmamış; onun sayesinde kavminden bir tek kişi bile İslâm’dan dönmemiştir. Daha sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh- bu genci araştırmış, hâlini sormuş ve o bölgedeki vâlisine bir mektup yazarak gence hayırla muâmele etmesini tavsiye etmiştir. Radıyallâhu anhüm. (İbn-i Kayyım, III, 54-55; İbn-i Sa’d, I, 323)

Kanâat, kuvvetli bir îmân ve Allâh Teâlâ’ya sonsuz bir güvenin tezâhürüdür. Bu özelliğinden dolayıdır ki Yüce Rabbimiz tarafından sevilen ve methedilen bir haslet olmuştur.

Nihâyetinde kanâat, elinde olanla yetinmek, başkasının malına tamah etmemektir. Çünkü hırsa kapılan insanlar ellerindekini de kaçırdıklarının farkında değildirler. Mecelle’nin şu maddesi konumuzu gâyet net olarak özetlemektedir:

“Kim bir şeyi vaktinden evvel isti’cal eyler ise mahrûmiyetle muâteb olunur.”



[1] Allâh Teâlâ’nın “hayr-ı kesîr” olarak tavsîf ettiği hikmetin esas mânâsı, taksim olunan rızka kanâat etmektir. Zaman olur insan, yeni bir av yakalama hırsıyla elindeki avı kaçırır.

[2] Hakîm bin Hizâm -radıyallâhu anh-, Kâbe’nin içinde doğmuş ve 120 sene yaşamıştır. (Müslim, Büyûʻ, 47)

%d bloggers like this: