C. AHDE VEFÂSI

“Bana olan ahdinizi yerine getirin ki Ben de size olan ahdimi îfâ edeyim.”

el-Bakara 2/40

Ahid, kayıt altına alınmış sözlü veya yazılı anlaşma demektir. Dikkate alınıp uyulması gereken sözlere ve belgelere ahid denir. Akid kelimesi de aynı mânâyı taşımaktadır. “Vefâ” ve “îfâ” ise ahdin îcâbını bütünüyle yerine getirmektir.

Cenâb-ı Hak; “Ey îmân edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin!” (el-Mâide 5/1) buyurmuştur. Dolayısıyla mü’minler, yaptıkları bütün akidleri îfâ etmelidirler. Öncelikle imân bir akittir. Mü’min, îman ederek Allâh’a karşı birtakım taahhütlerde bulunmaktadır. Bunun dışında insan, ferdî ve içtimâî bir çok akidler de yapar. Hangi türden olursa olsun, bütün bu akidlerin yerine getirilmesi gerekir. Zîrâ dînin esâsı, îmânın hükmü ve Allâh’ın emri budur.

İçtimâî nizâmın teşekkülünde ve devâmında ahde vefânın, mühim bir yeri vardır. Zîra fert ve cemiyet hayatının gelişmesi karşılıklı münâsebetlere, bunlar da çeşitli anlaşma ve sözleşmelere bağlıdır. Bunlar olmaksızın içtimâî ve iktisâdî hayatın gelişmesi ve devâm etmesi mümkün değildir. Bu sebeple insanların şikâyetlerinin önemli bir kısmı ve işlerin aksamasının temel sebebi umûmiyetle ahde vefâsızlıktır. Yapılan akde uymayı istemek kazanılmış bir hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir vazîfedir. Verdiği sözü tutmayan kimse, karşı tarafın hakkını ödememiş ve kendi vazîfesini de yerine getirmemiş olur. Allâh Teâlâ:

“Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (el-İsrâ 17/34) buyurarak kullarını bu husûsta dikkatli olmaya çağırmaktadır. Bu güzel ahlâkı insanın özüne sindirmesi, kendi lehine olacağı gibi onun gereğini yerine getirmemesi de yine kendi aleyhine olacaktır. Ahdine vefâsızlık eden insanların çevrelerinde güvensizlik, kin ve öfke hâkim olurken, ahidlere riâyet edilen muhitlerde huzûr ve sükûn teşekkül eder, herkes birbirine saygı ve sevgi ile bağlanır. Cenâb-ı Hak bu kimselere büyük lütuflarda bulunacağını şöyle ifade etmektedir:

“…Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh ile olan ahdine vefâ gösterirse, Allâh ona büyük bir mükâfat verecektir.” (el-Feth 48/10)

Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Allâh Teâlâ’nın; “Ben kıyâmet günü şu üç (kısım) insanın düşmanıyım.” buyurduğunu bildirmiş, ilk olarak da “Allâh adına yemin ettikten sonra sözünden cayan kişi”yi zikretmiştir. (Buhârî, Buyû, 106) Diğer bir hadisinde, verdiği sözden dönen kimsenin, bu huyu terk edinceye kadar münâfıklıktan bir sıfat taşıdığını bildirmiştir. (Buhârî, Îmân, 24) Başka bir hadîs-i şerifinde de böyle kimselerin kıyâmet gününde karşılaşacakları acı manzarayı şöyle tasvîr etmiştir:

“Kıyâmet günü, ahdine vefâ göstermeyen kimselerin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir.” (Müslim, Cihâd, 15) Yani ahdine vefâsızlık eden kişi o gün, mahşer halkı arasında teşhir edilecek ve yaptığı haksızlık ölçüsünde bayrağı yükseltilerek, daha fazla insan tarafından görülmesi sağlanacaktır. Bu da onu daha fazla rezîl ve rüsvâ edecektir.

İbn-i Abbâs hazretleri; “Kim ahdini bozarsa, Allâh mutlaka ona bir düşman musallat eder.” (Muvatta, Cihâd, 4) demek sûretiyle sözüne sâdık olmayanların, Allâh Teâlâ ve kulları tarafından sevilmeyeceğini ve musîbetlere mâruz kalacağını bildirmiştir.

Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de, va’dine sâdık olduğunu, verilen bir sözün, katında asla değişmeyeceğini bir çok defâ beyân buyurur. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashâbından birinin cenaze namazını kıldırdıktan sonra şöyle duâ etmiş ve Allâh Teâlâ’yı ehl-i vefâ diye vasıflandırmıştır:

“Allâhım! Falan oğlu falan Sana emânettir ve Sen’in teminâtın altındadır. Artık onu kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru. Sen sözünde duran ve hamde lâyık olansın…” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 54-56) Duâda geçen “Ehlü’l-vefâ” ifadesi Allâh Teâlâ’nın ahdine sâdık ve her türlü övgüye lâyık olduğunu, verdiği emânı geri almayıp gereğini yerine getirdiğini, iyi davrananları mükâfatlandırdığını, hakkı ve haklıyı dâima gözettiğini anlatmaktadır. Yüce Rabbimiz bu sıfatını kullarında da görmeyi sevdiği için:

“Bana olan ahdinize vefâ gösterin ki ben de size olan ahdimi îfâ edeyim!” (el-Bakara 2/40) buyurarak onlara da ahidlerini yerine getirmelerini emretmektedir. Allâh Teâlâ’nın en kâmil kulu olan ve O’nun emirlerine herkesten daha sıkı sarılan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Seyyidü’l-İstiğfâr diye meşhûr duâsında, kulun Allâh ile olan mîsâkına sık sık temas ederek:

وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَي عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَااسْتَطَعْتُ

“– Allâhım! Ben Sen’in kulunum. Gücüm yettiği kadar ahdine ve va’dine sadâkat gösteriyorum!” (Buhârî, Deavât, 16) diye istiğfâr ederdi. O Mübârek Peygamber, Rabbi’ne olan ahdine sâdık kaldığı gibi diğer insanlara verdiği sözden de hiçbir zaman caymamıştır. İbn-i Abbas, Efendimiz’in hayâtını en ince teferruatına kadar müşâhede etmiş bir kimse olarak şöyle demektedir; “Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir şey söylediğinde, onu muhakkak yapardı.” (Buhârî, Şehâdât, 28)

Allâh Resûlü, hayâtı boyunca iş ortaklarına, ticârî münâsebetlerdeki muhâtaplarına ve diğer insanlara karşı son derece dürüst davranmıştır. Üstelik ahde vefâ, nübüvvetten önceki dönemde de onun en bâriz vasfı olmuştur. Bir kimseye söz verdiğinde, onu ne pahasına olursa olsun yerine getirmiştir. Abdullâh bin Ebi’l-Hamsâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor; “Bi’setten önce Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile bir alış veriş yapmıştım. Kendisine borçlandım, biraz beklerse hemen getireceğimi va’d ederek gittim. Fakat verdiğim sözü unutmuşum. Üç gün sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, onu aynı yerde beklerken buldum. Beni görünce sâdece:

«Ey delikanlı! Bana eziyet ettin, üç gündür burada seni bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82)

Habîb-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bu bekleyişi, borcunu alabilmek için değil, verdiği söze sadâkatinden dolayı idi. Onun ahdine vefâ göstermesi o derece zirveleşmiştir ki düşmanları bile bu rahmetten istifâde etmişlerdir. Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Babam Hüseyl ile beraber yola çıkmıştık. Kureyş kâfirleri bizi tuttular ve:

– Siz muhakkak Muhammed’in safına katılmak istiyorsunuz, dediler. Biz de:

– Hayır, Medine’ye bu sebeple değil, başka bir iş için gidiyoruz, dedik. Bunun üzerine bizden, Efendimiz’in safında yer alıp onunla birlikte savaşmayacağımıza dâir Allâh adına söz aldılar. Medine’ye gelip durumu Resulullah’a arzedince Âlemlerin Sultânı Efendimiz:

«– Haydi gidin. Biz sizin verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı da Allâh’tan yardım dileriz!» buyurdular. İşte benim Bedir Harbi’ne iştirâk etmememin sebebi budur.” (Müslim, Cihâd, 98)

Verilen sözden caymanın Müslümana yakışmayacağını gösteren bir diğer misâl de Hudeybiye Musâlahası’nın yapıldığı sırada yaşanmıştır. Hudeybiye Musâlahası’nın şartlarından biri, Mekke’den Medîne’ye ilticâ eden kişilerin iâde edileceği şeklinde idi. Anlaşmanın imzalanacağı bir anda Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki zincirleri sürüyerek yavaş yavaş Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Ebû Cendel -radıyallâhu anh- Müslüman olduğu için müşriklerden çok işkence görmüştü. Bir fırsatını bularak ellerinden kaçmış ve kendini Müslümanların arasına atmıştı. Süheyl, anlaşma gereğince ilk iâde edilecek kimsenin oğlu olduğunu söyledi ve elindeki sopayla Ebû Cendel’in yüzüne vurdu. Olan biteni hüzünle takip eden Rahmet Peygamberi Efendimiz, Ebû Cendel’in anlaşma hârici bırakılmasını, onu kendisine bağışlamasını Süheyl’den ricâ etti. Ancak taş yürekli müşrik buna yanaşmıyordu. Ebû Cendel -radıyallâhu anh- de müşriklere teslim edilirken feryatlarla Müslümanlara yalvarıyor ve yardım istiyordu. Müslümanlar onun hâline dayanamayıp ağlamaya başladılar. Allâh Resûlü Ebû Cendel’i teselli ederek:

“– Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan! Allâh Teâlâ’dan bunun mükâfâtını dile! Hiç şüphesiz yüce Allâh sen ve yanında bulunan zayıf, kimsesiz Müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış anlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle söz verdiler. Sözümüze vefâsızlık edemeyiz. Zirâ verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz!” buyurdu. (İbn-i Hanbel, IV, 325; İbn-i Hişâm, III, 367) [1]

Ebû Cendel’in yaşadığı üzücü hâdise çok geçmeden Ebû Basîr’in de başına geldi. Müşrikler onu da geri istediler. O da yolda giderken kendisini götüren iki kişiden Huneys’i öldürdü, diğerini elinden kaçırdı. Ebû Basîr Huneys’in elbisesi, eşyası ve kılıcını aldı, Allâh Resûlü’ne getirdi:

– Yâ Resûlallâh! Bunların beşte birini ayır, kendin için al, dedi. Efendimiz:

“– Ben bunun beşte birini aldığım zaman, onlarla yapmış olduğum muâhedeye riâyet etmemiş olurum. Fakat senin tutumun da öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir.” buyurdu. (Vâkıdî, II, 626-627)

Hayber savaşı sırasında, Yesâr adlı çobanın başından geçen şu olay da câlib-i dikkattir. Nakledildiğine göre, yahudi ileri gelenlerinden birinin koyunlarını güderek geçimini sağlayan Yesar, Hayber Gazvesi’nin cereyân ettiği günlerde kale içinde adı sıkça geçen Allâh Resûlü ile görüşebilmeyi çok arzulamış ve bir sabah kaleden çıkıp koyunlarını güderken onunla karşılaşmıştı. Efendimiz’le kısa bir sohbetten sonra Yesâr İslâm’ı kabul etti. Allâh Resûlü onun ismini Eslem yaptı. Daha sonra çoban elindeki koyunları ne yapması gerektiğini Peygamber -aleyhisselâm-’a sordu. O da:

“– Onları geri çevir ve kovala! Şüphen olmasın ki hepsi de sâhiplerine döneceklerdir.” buyurdu. Eslem bir avuç çakıl alarak koyunlara doğru attı ve; “Sâhibinize dönün! Vallâhi bundan sonra ebediyen sizinle beraber olmayacağım.” dedi. Koyunlar toplu olarak gittiler, sanki onları sevkeden birisi varmış gibi kaleye girdiler. Çoban da Müslümanlarla birlikte savaşmak için kaleye doğru ilerledi. [2] (İbn-i Hişâm, III, 397-398; İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 38-39)

Burada Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, koyunlara ganîmet olarak el koymak yerine, sürüyü geri göndererek çobanın sâhibine verdiği sözü tutmasına imkân sağlamıştır. Hâdisenin savaşın uzadığı ve Müslümanlar arasında erzak sıkıntısının baş gösterdiği bir zamana tesadüf etmesi, Efendimiz’in sergilediği ahde vefânın anlamını daha da derinleştirmektedir.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bu hassasiyetini müşâhede eden ve bizzat yaşayan ashâb-ı kirâm da onun ahdini yerine getirmek için gâyet titiz davranmışlar ve bu güzel ahlâktan en büyük payı almışlardır. Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir gün Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bana:

«– Eğer Bahreyn’den zekât malı gelirse sana şöyle şöyle doldurup veririm.» buyurdu. Fakat Efendimiz vefat edene kadar Bahreyn’den mal gelmedi. Daha sonra mal geldiğinde Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

– Allâh Resûlü’nün birine va’di veya borcu varsa bize mürâcaat etsin, diye ilân etti. Bunun üzerine huzuruna vararak, «Peygamberimiz bana böyle böyle demişti.» dedim. Ebûbekir elini ganimet malına daldırıp bir avuç aldı. Bunları sayınca 500 (dînar) olduğunu gördüm. O zaman Ebûbekir bana, «Bunun iki mislini daha al!» dedi.” (Buhârî, Kefâlet, 3)

Allâh Teâlâ’nın hoşnutluğunu celbedecek ve Kelâm-ı İlâhî ile ifade edilecek kadar sâdıkâne ve samîmî bir ahde vefâ misâlini de Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:

“Amcam Enes bin Nadr Bedir Savaşı’na katılamamıştı. Bu ona çok ağır geldi:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allâh Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı elbette görecektir, dedi. Uhud Gazvesi’ne katıldı. Müslüman safları dağılınca, -arkadaşlarını kastederek- «Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı sana özür beyan ederim.», müşrikleri kastederek de «Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu bildiririm.» deyip ilerledi. Sa’d bin Muâz’la karşılaştı ve:

– Ey Sa’d! İstediğim cennettir. Ka’be’nin Rabbi’ne yemin ederim ki Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum, dedi. Sa’d daha sonra olayı anlatırken; «Ben onun yaptığını yapamadım, ya Resûlallâh!» demiştir.

Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücûdunda seksenden fazla kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sâdece kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı. Şu âyet amcam ve amcam gibiler hakkında nâzil oldu:

«Mü’minler içinde öyle yiğitler vardır ki Allâh’a verdikleri sözlerine sadâkat gösterdiler. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehit düştü), kimi de (sırasını) beklemektedir. Bunlar aslâ sözlerini değiştirmemişlerdir.» (el-Ahzâb 33/23)” (Buhârî, Cihâd, 12)

Görüldüğü gibi ashâb-ı kirâm Allâh’a ve Resûlü’ne verdikleri sözlere son derece ehemmiyet atfetmişler ve ne pahasına olursa olsun yerine getirmeye çalışmışlardır. Buna güç yetiremeyenler de “Hiç olmazsa yolunda ölürüm.” hikmetini tasdik eden davranışlar sergilemişlerdir. Berâ bin Ma’rûr -radıyallâhu anh- bunlardan biridir. Akabe Bey’atı’na on iki temsilciden biri olarak katılan Hz. Berâ, hac mevsiminde Mekke’ye geleceğini Peygamber Efendimiz’e va’d etmişti. Ancak hac mevsimi gelmeden ölüm döşeğine düştü. Bu durumda âilesine:

– Allâh Resûlü’ne olan va’dim dolayısıyla beni Ka’be’ye doğru çeviriniz. Çünkü ben ona gelmeyi vaat etmiştim, dedi ve böylece hem hayattayken hem de öldükten sonra Ka’be’ye yönelenlerin ilki oldu. Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye geldiğinde ashâbıyla birlikte Berâ bin Ma’rûr’un kabri başına gitti. Saf bağlatıp cenâze namazı kıldırdı. “Allâh’ım onu affet! Ona rahmet et ve ondan hoşnud ol!” diye duâ etti. (İbn-i Abdilber, I, 153; İbn-i Sâ’d, III, 619-620)

İslâm ahlâkının en mühim esaslarından biri olan ahde vefâ en güzel şekliyle Fahr-i Âlem Efendimiz’in şahsında yaşanmış ve onun fiil, söz ve hâllerinde sergilenmiştir. Âlemlere rahmet olan Efendimiz’in bu güzel ahlâkına sıkıca sarılmak, bütün insanlığın huzûr ve emniyetinin sağlanması yönünde atılan en mühim adım olacaktır. Dünyâ ve âhiretin mutluluğu bu esaslara bağlıdır.



[1] Daha sonra Merhamet Ummânı Efendimiz Süheyl’e:

“– Gel etme, sen onu bana bağışlayıver!” diyerek dileğini tekrarladı. Ancak Süheyl hiçbir teklifi kabul etmiyordu. Efendimiz -aleyhisselâm-:

“– Öyle ise onu benim için himâyene al!” diye ricâ etti. Süheyl bunu da kabul etmedi. Onun bu ısrarını görünce Mikrez ile Huveytıp:

– Ey Muhammed! Senin hatırın için onu biz himâyemize alıyoruz, kendisine işkence yaptırmayacağız, dediler. (Vâkıdî, II, 608; Belâzûrî, I, 220) Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- de böylece biraz rahatlamış olarak geri döndü.

[2] Yeni Müslüman olan Eslem, bir müddet sonra şehîd oldu ve Resûlullâh Efendimiz’e getirildi. Allâh Resûlü bir kısım ashabıyla birlikte ona doğru yönelmişti ki birden yüzünü başka tarafa çevirdi. Sebebini sorduklarında; “Şu anda Hûru’l-ıyn’den iki zevcesi yanında bulunmakta.” buyurdu. Bu mübârek sahâbî ashâb-ı kirâm arasında “Hiç namaz kılmadan cennete giren kimdir?” diye bilmece gibi sorulurdu.

%d bloggers like this: