g. Harp Malzemeleri / 4. Maddî Mîrâsı

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bir beşer ve bir peygamber olarak günlük hayâtta giydiği kıyafetlerinin yanında, bir komutan olarak kullandığı zırh, kılıç ve miğfer gibi savaş malzemeleri de olmuştur.

Zırh, muhârebelerde silâh darbelerinden korunmak için giyilen ve küçük demir halkalardan örülmüş yelektir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, özellikle Uhud ve Hayber gazvelerinde zırh kullanmıştı. (İbn Sa’d, I, 487) Efendimiz’in zırhları, Zâtü’l-fudûl, Su’diyye, Fıdda, Betrâ ve Harnak gibi isimlerle yâdedilirdi. (Zehebî, es-Sîre, I, 430) Vefâtı esnâsında zırhı, bir yahûdîden borç aldığı bir miktar arpa karşılığında rehin olarak bulunuyordu. (Buhârî, Cihâd, 89)

Mekke fethinde şehre girerken Allâh Resûlü’nün mübârek başında bir miğfer vardı. (Buhârî, Cihâd, 169)

Ayrıca Fahr-i Kâinât’ın harp malzemelerinden Zülfikâr, Kalaî, Bettâr, Hatf gibi isimlerle anılan bir çok kılıcı mevcuttur. (İbn-i Sa’d, I, 485) Bunlar arasında Bedir’de ganîmet olarak elde edilen Zülfikâr isimli kılıç meşhurdur. Nitekim “Lâ seyfe illâ Zülfikâr ve lâ fetâ illâ Ali: Kılıç dediğin Zülfikâr, yiğit dediğin de Ali gibi olur.” sözü bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. (Aclûnî, II, 506)

Sevgili Peygamberimiz’in üç adet süngüsü, üç adet de yayı bulunmaktaydı. Hatta yaylarının Ravhâ, Beyzâ ve Safrâ isimlerine sâhip olduğu belirtilir. Bir de Efendimiz’in, üzerinde koç resmi bulunan bir kalkanı vardı ki tasvirden hoşlanmadığı için bu resmi kazıtmıştı. (İbn-i Sa’d, I, 479)

Hulâsa, Peygamberimiz’in giyim kuşamıyla ilgili rivâyetlerin ele alındığı bu kısımda şu husus tebârüz etmektedir; Fahr-i Kâinât Efendimiz hayâtın diğer sahalarında olduğu gibi giyim kuşamında da sâde bir hayât yaşamayı tercih etmiştir. Dünyanın her türlü maddî imkânlarına sâhip olduğuna inanan bir kral gibi davranmamıştır.

4. Maddî Mîrâsı

Fâni dünyaya, âhiret hayatının kazanıldığı bir yer olarak bakan ve ebedî fayda verecek olanın sâlih ameller olduğu inancıyla bir hayat süren Habîb-i Ekrem Efendimiz; “Biz peygamberler mîrâs bırakmayız, bıraktıklarımızın hepsi sadakadır.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Nafakât, 3) Bu bakımdan onun bıraktığı mirasın zarurî birkaç eşyadan başka bir şey olmayacağı âşikârdır.

Cüveyriye vâlidemizin haber verdiğine göre; Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- vefat ettiğinde, geride bindiği beyaz katırı, silâhı ve yolcular için vakfettiği arâzisi dışında, herhangi bir altın, gümüş, köle, câriye veya başka bir şey bırakmamıştır. (Buhârî, Vesâyâ, 1)

Nitekim yukarıdaki miras hadisinden hareketle, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in gayr-i menkul mallarının vakıf hükmünde olduğu belirtilmiştir. Onun bu tür malları ise yukarıda işâret edilen arâzileri ile hanımlarının oturduğu odalardan ibârettir. Ancak bir başka hadiste, Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- “…Zevcelerimin geçimi ve âmilimin maaşı dışında, geride bıraktığım mallar, sadaka (vakıf)tır.[1] buyurarak dâr-i bekâya irtihâlinden sonra arkada kalan hanımlarının nafaka ve mesken imkânlarının karşılanması gerektiğini bildirmiştir. Zaten Allâh Resûlü hayâtta iken, elindeki arâzileri, intifâ hakkı kendinde kalmak şartıyla kamunun istifâdesi için vakfetmişti. Yani bu arazilerin bir kısmından hanımlarının yıllık nafakasını ayırıp diğer gelirleri, devletin ve halkın ihtiyaçlarına harcamaktaydı. (Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XII, 82) Bununla birlikte vefatından sonra zevceleri mağdur edilmemiş, Resûlullâh’ın tavsiyesine uyularak bu arâzilerden vâlidelerimizin nafakaları karşılanmış ve vefâtlarına kadar, vaktiyle kendilerine tahsis edilen hücre-i saâdetlerinde ikâmet etmişlerdir. (Mâverdî, 217-221)

Efendimiz’in İslâm uğruna elindeki arâzilerini vakfetmesi ve; “İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün amellerinin sevâbı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifâde edilen ilim, arkasından duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyye, 14) buyurması, tarihte önemli bir çığırın açılmasına vesile olmuştur. Binâenaleyh, bidâyetten günümüze kadar bir çok Müslüman, imkân nisbetinde onun nurlu yoluna tâbi olarak çeşitli vakıflar ve hayır müesseseleri kurmuş veya bu gibi müesseselere katkıda bulunmuşlardır. Böylece, manevî kazançlarının devam etmesini sağlamışlar ve insanlığa eşsiz bir vakıf medeniyeti takdim etmişlerdir.

Netice itibariyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, yokluk anlarında büyük bir metânet ve sabırla, varlık anlarında da elindeki imkânları Allâh yolunda harcamak sûretiyle sâde, mütevâzî, fakir ve onurlu bir hayâtı tercih etmiştir. Zîra o, ümmetine dünyâlık elde etme yarışı üzerine kurulmuş bir hayât tarzı değil, bilâkis âhiret azığı biriktirme esâsına dayanan zâhidâne bir hayât tarzı tavsiye ediyordu. Onlara aşırı hırs ve dünya düşkünlüğünün insanı her çeşit kötülüğe sürükleyebileceğini anlatarak, İslâmî bir hayâtın nasıl yaşanması gerektiğini en güzel şekilde göstermiştir. Nitekim irşâd edici mübârek tavsiye ve sözleriyle birlikte ev düzeni, yemesi, içmesi, giyim kuşamı ve sonuçta bıraktığı maddi mîrâsı bu duruma şâhitlik etmektedir.

Onun zâhidâne hayâtından istifâde edenlere ne mutlu!…


[1]  Buhârî, Vesâyâ, 32; Müslim, Cihâd, 55. Ayrıca hadiste zikredilen “âmil” ile Efendimiz’in arazilerine bakan ve bizzat çalışan vazîfeli kimse kastedilmiştir. Nitekim bâzı rivâyetlerde Resûlullâh’ın hurmalıklarıyla ilgilenen böyle bir şahıstan bahsedilmektedir. (Müslim, Müsâkât, 99-100)

%d bloggers like this: