1. Dünya Hayâtının Misâli

Kur’an-ı Kerîm’de de dünyâ hayâtının geçici oluşundan, asıl ve ebedi hayâtın âhirette gerçekleşeceğinden sık sık bahsedilmektedir:

“Dünyâ hayâtının misâli şudur: Gökten indirdiğimiz su sâyesinde, insanların ve hayvanların yediği bitkiler yetişip birbirine girmiştir. Nihâyet yeryüzü zînetini takınıp rengârenk süslendiği ve halkı da (Allâh’ı unutup) kendilerini onun hakîki sâhibi zannettikleri bir sırada, gece veya gündüz bir emrimiz gelir de, onu, sanki dün hiç yokmuş gibi biçilmiş bir hâle getiririz. İşte biz, tefekkür edecek bir topluluk için, âyetleri böyle açıklarız.” (Yûnus 10/24)

Âyet-i kerîmede, dünyâ nimetlerinin insana süslü göründüğüne, bunun farkında olmayan kimselerin ise, aldanıp dünyâ tuzağına düştüklerine işâret edilmektedir. Mevlâna hazretleri bu hakîkati veciz bir şekilde şöyle dile getirir:

“Dünyâ malı ve nimetleri, Hakk’ın kullarına lutf u ihsânı, âdeta mânevî tebessümleri gibidir. Fakat dünyâ malı bizi aldatır, aklımızı başımızdan alır, mağrûr ve perişan eder. Ey kadri yüce kişi! Yoksulluk ve hastalık bir bakıma senin için mal ve mülkten daha hayırlıdır. Çünkü zenginlik, mal ve mülk, gülümseme tuzağını kurar, sonunda seni oraya düşürüverir.” (Mesnevî, c. I, beyt: 3040-3041)[1]

Dünyâ hayâtının ve fânî zînetinin hakîkî vechesi, diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle îzâh edilir:

“Onlara dünyâ hayâtının neye benzediğini söyle! Dünyâ hayâtı, gökten indirdiğimiz bir suya benzer ki onunla yeryüzünün bitkileri gelişip birbirine karışır ve sonunda, rüzgârların savurup uçurduğu kuru bir çöp kırıntısı hâline döner. Allâh her şeyi yaratmaya gücü yetendir. Mal ve oğullar, dünyâ hayâtının süsüdür. Ebedî kalacak sâlih ameller ise Rabbinin katında hem sevap bakımından hem de ümit bağlama yönüyle daha üstündür.” (el-Kehf 18/45-46)

Âyet-i kerîme, rüzgâr önünde uçuşan çer-çöp misâli, fânî ve geçici olan dünyâ nimetlerine, mal ve evlâda aldanmayıp, Allâh’ın katında mü’minler için hazırlanmış, akla hayâle gelmez güzellikteki nimetler için çalışmak gerektiğine dikkatlerimizi çekmektedir. Nitekim Harîrî, bu âyetin tefsiri sayılabilecek bir üslupla şöyle seslenir:

“Ey alçak dünyâyı isteyen! Bil ki o ölüm tuzağı, gam ve gussa deryâsıdır. Dünyâ öyle bir yerdir ki seni bir gün güldürecek olsa, ertesi gün hemen ağlatır. Semâsında yağmur umulan bir bulut görünse de, o bulut aldatıcı olduğundan, susuzlar ondan faydalanamaz. Onun belâları bitmez. Ona esir olan bütün servetini ve şerefini fedâ etse de, onun elinden kurtulamaz. Ona aldanarak suç işleyen ve fısk u fucûrda haddini aşan ne kadar insan vardır ki sonunda onlara ters yüz göstermiş, bıçağını bileyip öç almak için üzerlerine atılmıştır. Şu halde, boş bulunduğun ve kuvvetsiz kaldığın bir zamanda, seni mahvetmemesi için hayât boyu dâimâ uyanık ol! Ona olan sevgileri, bağları kes ki kurtuluşa ve kalb zenginliğine eresin.” (Makâmât, s. 172)

Dünya hayatının bir imtihan sahası olduğunu, müslümanın bu fırsatı değerlendirmesi gerektiğini İsmâil Kemâl Ümmî şöyle dile getirir:

Devletlidir şu kimse ki bu fânî dünyada

Ol bâkî mülke hayr ile ihsan alır gider

            Canına cevredip tenini semriden kişi

            Ol mâr u mûr u akrebe büryân alır gider. [2]

Aslında dünyâya aldanmamak ve ondan bağları kesip atmak o kadar kolay bir iş değildir. Zîrâ onun muhabbeti, insanı her yönden iyice kuşatmıştır. Bu hakîkati dile getiren âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Nefsânî arzulara, özellikle kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı düşkünlük, insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünyâ hayâtının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak en güzel yer Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân 3/14)

Dünyâya bağlanmak ve onun nimetlerine meyletmek, insan fıtratının bir gereğidir. Mânevî terbiye görüp olgunlaşamayanlar, bunlara daha sıkı bağlanırlar. Hâlbuki aslolan, gönlü Allâh’a bağlayarak bu nimetleri O’nun rızâsına ulaşmak için birer vesîle kılmaktır. Mevlâna -kuddise sirruh- bu hâli ne güzel tasvir eder:

“Ey kerem sâhibi dinleyiciler! Bu dünyâ bir ağaca benzer. Biz de o ağacın üzerinde bulunan yarı ham meyveleriz! Ham meyveler dallarına sımsıkı sarılırlar. Çünkü hamlık mertebesinde meyve, köşke ve saraya lâyık değildir. Fakat meyveler olgunlaşıp tatlılaşınca ve dudakların ısıracağı hâle gelince artık düşmeye hazırdırlar ve dallara pek gevşek sarılırlar. İnsanın ağzı da o mânevî ikbâl ve saâdetten tatlılaşınca, dünyâ mülkü ona mânâsız ve soğuk gelir. Bir şeye sımsıkı sarılmak taassuptur, hamlıktır. Ey Hak yolunun yolcusu! Sen henüz olgunlaşmadın! Böyle ana karnındaki çocuk gibi kaldıkça, işin kan emmek, zahmet ve sıkıntı çekmektir.” (Mesnevî, c. III, beyt: 1293-1295)

Bu sebeple Yüce Rabbimiz; “Her kim âhiret sermâyesini isterse, onun kazancını artırırız. Dünyâ sermâyesini isteyene de ondan veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” (eş-Şûrâ 42/20) buyurarak mânen terbiye ve tezkiye görmüş ruhların, gelip geçici dünyâ sermâyesine değil, ebedî âhiret sermâyesine tâlip olduklarını haber vermektedir.

Ahlâkı Kur’ân’dan ibâret olan Sevgili Peygamberimiz, ashâbını terbiye ederken Kur’ân’ın dünyâ ve âhiret telâkkîsini söz ve davranışlarıyla dâimâ öne çıkarmıştır. Câbir -radiyallâhu anh-’den rivâyet edildiğine göre, Resûlullâh Efendimiz bir pazar yerine uğramıştı. Etrafında ashâbı da vardı. Orada küçük kulaklı bir oğlak ölüsüne rastladı ve kulağından tutarak:

“– Hanginiz bunu bir dirheme satın almak ister?” diye sordu. Ashâb:

– Daha az parayla bile olsa almayız, onu ne yapalım ki, dediler. Sonra Resûl-i Ekrem:

“– Size bedava verilse ister misiniz?” diye tekrar sorunca, onlar:

– Vallâhi o diri bile olsa kulaksız olduğu için kusurludur. Ölüsünü ne yapalım? diye cevap verdiler. Bunun üzerine Efendimiz:

“– Allâh’a yemin ederim ki Cenâb-ı Hak katında dünyâ, önünüzdeki şu oğlak ölüsünden daha değersizdir.” buyurdu. (Müslim, Zühd, 2)

Bir başka hadislerinde ise Allâh Resûlü:

“Eğer dünyâ, Allâh nezdinde sivri sineğin kanadı kadar bile bir değere sâhip olsaydı, Allâh hiçbir kâfire bu dünyâdan bir yudum su bile içirmezdi.” (Tirmizî, Zühd, 13) buyurmak sûretiyle dünyânın ve içindeki zenginliklerin Allâh katında hiçbir kıymetinin bulunmadığını belirtmiştir. Ayrıca burada bizlere, kâfirlerin elindeki dünyâlıklara gıpta etmemek ve hasret duymamak gerektiği de öğretilmektedir. Bir âyet-i kerîmenin:

“Kendilerini imtihan etmek için, o kâfirlerden bir kısmına, dünyâ hayâtının süsü olarak verdiğimiz mallara sakın gözünü dikme! Rabb’inin nimeti hem daha hayırlı hem daha süreklidir.” (Tâhâ 20/131) meâlindeki ikâzı da aynı anlamı ihtivâ etmektedir. Diğer bir hadis-i şerîfte:

“Her kimin kaygısı âhiret olursa; Allâh onun zenginliğini kalbine koyar, işlerini dağınık olmaktan kurtarır ve dünyâ ona boyun eğerek gelir. Her kimin kaygısı da dünyâ olursa; Allâh onun fakirliğini gözleri önüne koyar, iki yakasını bir araya getirmez, dünyâdan da o kimseye ancak mukadder olan gelir.” (Tirmizî, Kıyâme, 30) buyrularak, dünyânın geçiciliğine aldananların hüsrâna uğramaktan kurtulamayacağı belirtilmektedir. Mevlâna der ki:

“Allâh muhabbetinden yoksul, fakat dünyâ malına istekli kişi, fakirliğin nakşıdır, resmidir! Böylesi tâlihsiz kimse can ehli, yani mânevî hayât sâhibi değildir. Köpek resmine sen kemik atma… Onda lokma yoksulluğu vardır, Hak yoksulluğu yoktur. Ölünün önüne yemek tabağı koyma… Ekmek dervişi toprak balığı gibidir. Şekli balığa benzese de denizden ürker, kaçar. O tavuk gibi ev kuşudur, Hakk’a yakınlık dağında bulunan hidâyetin Zümrüd-i Ankâ’sı değildir. Güzel yemekler yer, şerbetler içer, yani dünyâ lokması yer ama Allâh lokması yemez. O sahtekâr, yemek içmek için Hakk’a âşıktır. Yoksa, rûhu Allâh’ın mânevî güzelliğinin hüsn-i cemâlinin âşıkı değildir.” (Mesnevî, c. I, beyt: 2752-2756)

Şu misâl, dünyâ nimetlerine meylederek âhiret kazancını geri plâna itenlerin hakîkatte kendilerine yazık etmiş olacaklarını ne güzel tasvîr etmektedir:

Emevîler devrinde Abdurrahman bin Velid komutasındaki İslâm ordusu, Allâh Rasûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle yola çıkmıştı. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- de bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.” âyet-i kerîmesinden hareketle ve hayretler içinde:

– Lâilâhe illallâh! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor! demişlerdi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî şöyle dedi:

– Ey müminler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet biz Ensâr topluluğu hakkında nâzil oldu. Allâh, Peygamberine yardım edip dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım.» demiştik. Bunun üzerine Allâh Teâlâ, Resûlü’ne:

“Allâh yolunda infâk ediniz de kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsânda bulununuz, zîra Allâh (iyilikte bulunan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.” (el-Bakara 2/195) âyetini vahyetti. Bu âyet-i kerîmedeki “kendi eliyle kendini tehlikeye atmak”tan maksat, bağ ve bahçe gibi dünyâ malıyla uğraşmaya dalıp Hak yolunda gayreti terk ve ihmâl etmektir.

Bu ilâhî îkâza bütün samîmiyetiyle kulak verip ittibâ eden Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri, dünyânın süsüne ve rahatına hiçbir zaman iltifat etmeyerek Allâh yolunda hizmetten aslâ geri kalmamış ve nihâyet katıldığı bu sefer esnâsında şehîd olarak, surların yakınına defnedilmiştir. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 23; Tirmizî, Tefsîr, 2)

Yine şu hâdise de aynı hakîkati ortaya koyması bakımından câlib-i dikkattir:

Uhud savaşında Fahr-i Âlem Efendimiz, bir grup okçuya yerlerinden kesinlikle ayrılmamalarını tenbih etmişti. Buna rağmen onlardan bir kısmı bulundukları yeri terk ederek ganîmete yöneldiler. Diğer bir grup ise emre uyarak yerlerinde kalıp şehâdet şerbetini içtiler. İşte Cenâb-ı Hak, bunlardan yerlerini terkedenleri; “Kiminiz dünyâyı arzu ediyordu.” diye îkâz ederken, şehit düşenleri de; “Kiminiz âhireti arzu ediyordu.” şeklinde medh ü senâ etmiştir. (Âl-i İmrân 3/152)

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-,“Dünyâ tatlıdır ve manzarası hoştur.” buyurarak dünyânın belli bir câzibesinin bulunduğunu belirtmiştir. Ancak hadisin devamında; “Şüphesiz ki Allâh, dünyânın idâresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O hâlde dünyâdan sakının!…” (Buhârî, Zekât, 47) ifâdeleriyle de onun bir imtihan vesîlesi olduğuna dikkat çekmiştir. Bu ve benzeri rivâyetlerde Efendimiz, İslâm ümmetinin gelecekte dünyâya meyledeceği, âhireti unutacağı ve bu sebeple imtihanı kaybedebileceği endişesini dile getirmiştir. Nitekim o, bir taraftan:

“Benden sonra size dünyâ çiçekleri ve zinetlerinin açılmasından (ve onlara gönlünüzü kaptırmanızdan) korkuyorum.” (Buhârî, Cihâd, 37) uyarısını yaparken, diğer taraftan da:

“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de, dünyâ malıdır.” (İbn-i Hanbel, IV, 160) buyurmak sûretiyle her türlü dünyâlığın bir imtihan vesîlesi olduğunu belirtmiştir. [3]

Fahr-i Kâinât Efendimiz; “Uyanık olunuz! Emel ve arzularınız uzayıp ecelinizi unutturmasın! Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır. Âgâh olunuz! Gerçekten (ölüm ve ötesi) gelecek olan şeyler yakındır!..” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 7) buyurarak, zihinleri meşgul eden düşünce ve kaygıların, nazârgâh-i ilâhî olan gönlü katılaştıracağı îkâzında bulunmuştur.

Hadiste zikredilen emel ve arzular, çoğu zaman insan hayâtını kuşatır da kişi yakın bir zamanda başına geleceklere karşı hazırlıksız yakalanır. Hatta bir çok kimsenin yaşlandıkça dünyâya yönelik duygularında azalma yerine, çoğalma görülür. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz bu durumu şöyle dile getirmiştir; “İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme konusunda gençtir. Bunlardan biri mal sevgisi, diğeri ise uzun yaşama arzusudur.” (Buhârî, Rikâk, 5) İmâm Gazâlî, insanın uzun uzadıya emel ve arzulara dalarak âhireti unutmasının, bilgisizlik ve dünyâ sevgisinden kaynaklandığına dikkat çeker. Bunlardan kurtulmanın yolunu ise şöyle açıklar:

“Cehâletten kurtulmak, ihlâs sâhibi ve saf gönüllü zâtların hikmetli sözlerine kulak vermekle gerçekleşir. Dünyâ sevgisini gönüllerden söküp atmanın yegâne yolu ise, âhiret gününe ve oradaki büyük mükâfâta îmân etmektir. Bu imân, yakîn derecesine ulaştığında, dünyâ sevgisi yavaş yavaş kalpten uzaklaşmaya başlar. Zîrâ önemli olanı sevmek, önemsizin gönülden çıkmasına sebep olur.”

Allâh Teâla kulları arasında dünyevî nimetleri farklı şekillerde taksim etmiştir. Dolayısıyla, kimileri hizmet edilen durumunda iken, bazıları da hizmet eden konumundadır. Yani nimet ve imkânlara sâhip olmak bakımından insanlar arasında mutlak eşitlik yoktur. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de bu durum şöyle beyân edilmiştir:

“Dünyâ hayâtında maîşetlerini bile aralarında (onlar değil) Biz taksim ettik. Onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki biri diğerine iş gördürebilsin!” (ez-Zuhruf 43/32) Allâh Resûlü, insanların kendilerine takdir olunan konuma râzı olmaları sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Hayât şartları sizinkinden iyi olanlara değil, daha aşağı olanlara bakınız. Zîrâ, Allâh’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemeniz için, bu daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

Şu hadis-i şerîfler Allâh Resûlü’nün dünyâ ve âhirete bakışını yansıtmaktadır:

“Dünyâda zâhidlik, ne helâli harâm kılmak, ne de malı mülkü zâyi etmekledir. Ancak zâhidlik Allâh’ın mülkünde olana, kendi elindekinden daha fazla itimat etmen; başına bir musibet geldiği ve yakanı bırakmadığı müddetçe, onun ecir ve mükâfatından son derece ümitli olmandır.” (Tirmizî, Zühd, 29)

“Âhirete göre dünyâ, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının ne kadarcık su ile döndüğüne bir bakıversin!” (Müslim, Cennet, 55)

 “Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.” (Tirmizî, Zühd, 43)



[1] 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’den hemen sonra yerle bir olmuş apartmanının önünde duran ve hiç kımıldamadan dalgın dalgın enkaza bakmakta olan yaşlı bir adama, “Bu bina senin miydi?” diye sorulduğunda verdiği şu cevap son derece mânidardır:

– Öyle zannediyorduk!…

[2] Bu fânî dünyada ebedî âhiret hayatı için iyilikler, güzellikler ve sâlih ameller kazanıp giden kişi ne büyük bir devlete ermiştir. Nefsine zulmedip rûhunu ihmal ederek sâdece tenini besleyen kimse ise ancak yılan, karınca ve akrebe kebap götürmüş olur.

[3] Bu konudaki bir hikâye şöyledir: Ayaz isimli bir köle vardı. Gün geldi Sultan Mahmud tarafından satın alındı. Sultan, onu taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevdi. Sultan’ın öylesine îtimâdını kazandı ki devletin haznedârı tayin edildi ve en kıymetli zarif mücevherler ona emanet edilir oldu. Saraydakiler, hasetleri yüzünden bu durumu hazmedemediler. Asil ruhlu kölenin îtibârını zedelemek için ellerinden geleni yaptılar. Bir gün Sultan’ın huzûrunda birinin diğerine şöyle dediği duyuldu; “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Her gün gidiyor; hatta izinli günlerinde bile gidip orada saatlerce kalıyor. Mücevherlerimizi çaldığından eminim.” Bunu duyan Sultan kulaklarına inanamadı. “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” dedi. Duvara küçük bir delik yaptırıp hazînede olanları tâkibe başladı. Ayaz sessizce içeri girdi, kapıyı kapattı ve sandığa gitti. Sandığın önünde diz çökerek kapağı usulca kaldırdı ve içinden bir şey çıkardı. Bu, orada sakladığı küçük bir bohçaydı. Bohçayı öptü alnına koydu ve sonra da onu açtı. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbiseydi! Ayaz, saray giysilerini çıkarıp bunu giydi ve aynanın karşısına geçerek kendi kendine:

– Daha önceleri, bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun? Bir hiçtin sen, satılacak bir köleydin. Allâh, Sultânın eliyle sana rahmetinden, belki de hiç hak etmediğin nimetler lûtfetti. İşte Ayaz şimdi buradasın, ama asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanı gaflete düşürür, nisyâna sürükler. Sen, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve dâima eski hâlini hatırla!

Sandığı kapatıp kilitledi ve sessizce kapıya doğru yürüdü. Çıkarken birden Sultan’la yüz yüze geldi. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Boğazı öyle düğümlenmişti ki konuşmakta güçlük çekiyordu:

– Ayaz! Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedârıydın, ama şimdi… Şimdi kalbimin hazinedârısın. Bana, bir hiç olduğumu ve kendi Sultanım’ın huzûrunda nasıl davranmam gerektiğini öğrettin.” (Muhyiddin Şekûr, s. 114)

%d bloggers like this: