A. DÜNYÂ VE ÂHİRET HAYÂTINA BAKIŞI

Kurdun en çok iştahını kabartan şey, kuzudur. Kuzu da en çok kurttan korkar ve ürker. Ancak garip olan, kuzunun kurda gönlünü kaptırmasıdır. İşte insanın dünyâ malına muhabbet duyması da buna benzer.

Dünyâ ve mâsivadan yüz çevirip Allâh’a yönelmek, Kur’ân-ı Kerîm’de “tebettül” olarak ifâde edilmiştir. (el-Müzzemmil 73/8) Dünya ve âhiret arasında bir tercih yapma mecburiyeti ortaya çıktığı zaman, hiç tereddüt etmeden âhiret hayatının tercih edilmesi istenmiş, aksi davranışta bulunanlar şiddetle kınanmıştır. (İbrahim 14/3; en-Nâziât 79/37-39) Zîra Kur’ân-ı Kerîm’in tasvirine göre dünya hayatı, insanı aldatan bir meta (Âl-i İmrân 3/185), faydası âhiretin yanında az (et-Tevbe 9/38), oyun, oyalanma ve eğlenceden ibaret basit bir şeydir. (el-En’âm 6/32)

Üsve-i hasene olan Fahr-i Cihân Efendimiz, insanların en zâhididir. Zîrâ, gerçekleştirilen fetihler sayesinde o, hesabı tutulamayacak kadar mal ve mülke sâhip olmasına rağmen, evinde günlerce sıcak yemek pişmemiştir. Halbuki bizzat Allâh Teâlâ tarafından, savaş ganîmetlerinin beşte birini kullanma salâhiyeti kendisine verilmişti. (el-Enfâl 8/41) Meselâ sâdece Huneyn’de elde edilen ganîmetlerin kırk bin koyun, yirmidört bin deve, altı yüz esir, dört yüz ukıyye gümüş olduğu belirtilmektedir. (İbn-i Sa’d, II, 152) Ayrıca diğer gazvelerden elde edilen ganîmetlerle birlikte, devlet başkanlarından gelen hediyeler de düşünülecek olursa, Efendimiz’in müreffeh bir hayât yaşamasına engel hiçbir şey yoktu. Ancak böyle bir hayât, onun “zühd” ve “infâk” anlayışına uygun düşmemekteydi. Zîrâ o, bir hadîs-i şerîfinde:

“Uhud Dağı kadar altınım olsa, borcum için ayırdığım hariç, yanımda üç günden fazla saklamazdım.” (Buhârî, Temennâ, 2) buyurarak, hayâtı boyunca dünyâlığa önem vermediğini açıkça ortaya koymuştur. Hatta Fahr-i Kâinât Efendimiz, dünyâ zinetlerine meyleden eşlerini bizzat Kur’an-ı Kerîm’in beyanlarıyla uyararak, ya dünyâ hayâtının süsünü ya da Allâh’ı, Resûlü’nü ve âhiret yurdunu tercih etmelerini istemiş ve onlardan bir ay ayrı kalmıştı. “Îlâ” denilen bu hâdise üzerine nâzil olan âyet-i kerîmeler şöyledir:

“Ey Nebî! Hanımlarına de ki: «Eğer dünyâ hayâtını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelinizi verip, sizi güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allâh’ı, Resûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki sizden iyilik edenlere, Allâh pek büyük bir mükâfât hazırlamıştır.»” (el-Ahzâb 33/28-29) Bunun üzerine Allâh Resûlü, Hz. Âişe’den başlayarak:

“– Ben sana bir husus arzedeceğim. Cevap vermede acele etme! Ebeveyninle de istişâre ettikten sonra cevap verirsin.” dedi. Âişe vâlidemiz:

 – O husus nedir ey Allâh’ın Resulü, diye sorunca, Efendimiz inen âyeti tilavet buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âişe vâlidemiz hemen:

– Yani, sizi tercih meselesinde mi âilemle istişâre edeceğim? Asla! Ben Allâh’ı, Resulü’nü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum, karşılığını verdi. (Müslim, Talâk, 29)

Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ hayâtında kendisini bir yolcu gibi telâkki ediyor ve yakın bir gelecekte, bulunduğu yeri bırakıp aslî vatanına gideceği mülahazasıyla yaşıyordu. Ona göre dünyâ, uzun bir yolculuk esnâsında gölgelenmek için, geçici olarak altında dinlenilen bir ağaçtı. (İbn-i Mâce, Zühd, 3) Kısa bir müddet bu ağacın altında kalacak, daha sonra da yoluna devam edecekti. Öyleyse o, bu uzun yolculukta, gerçekten ehemmiyet verilmesi gereken değerlerle kalbini meşgul etmeli ve bu değerleri insanlara ulaştırmalıydı. Hayâtı, beşeriyetin kurtuluşuna tahsis edilmiş olan Rahmet Peygamberi, bu vazifenin îfâsı için yaşıyordu. Böyle bir durumda olan insan için, mücerred mânâda dünyâ malının ne ehemmiyeti olabilirdi ki… Elbette hiç! Değeri “hiç” olan bir şeye ise, gönül bağlamaya değmezdi.

Nitekim Resûl-i Kibriya,

اَلاَ كُلُّ شَيْءٍ مَا خَلاَ اللهَ بَاطِلُ

 “Dikkat edin! Allâh’dan başka her şey bâtıldır.” (Buhârî, Rikâk, 29) diyen şair Lebîd’in mısrâını en doğru söz kabul etmiştir. Hayâtın zorluk ve çilelerinin yoğun bir şekilde yaşandığı Hendek Gazvesi’nde bile “Allâhım! Hayât ancak âhiret hayâtıdır.” (Buhârî, Rikâk, 1) ifâdeleriyle, asıl tâlib olduğu ebedî hakîkate işâret etmiştir. Yine onun zühd hayâtının, hükümdar bir peygamber olmak yerine, kul peygamber olmayı tercih etmesiyle de, yakından alâkası vardır. Hayâtının son günlerinde de şahsını kastederek:

“Allâh, bir kulunu dünyâ ile nezd-i ulûhiyyetinde bulunan şeyler arasında muhayyer bıraktı. O kul da, Allâh’ın katındakileri tercih etti.” (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 2) buyurmak sûretiyle, dünyâ malına hiçbir zaman gönül bağlamadığını, her hâlükârda önceliği âhirete verdiğini göstermiştir.

%d bloggers like this: