H. ALLÂH’A YAKARIŞI

“Rabbinize yalvara yakara ve sessizce dua edin.”

el-A‘râf 7/55

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, her ânını Rabbi ile berâberlik şuuru içinde geçirirdi. Allâh’ı en çok bilen ve tanıyan Efendimiz, aynı zamanda O’ndan en çok korkan ve O’nun azametini en iyi idrâk eden kimse idi. Bu sebeple, ibâdetleri ve duâları, hep yakarış hâlinde idi. Onun yakarışlarına baktığımızda, kendi nefsinden ziyâde, ümmeti için Allâh’a yalvardığını ve göz yaşı döktüğünü görürüz.

Birgün Efendimiz, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın:

“Rabbim, putlar insanlardan bir çoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir.” (İbrâhim 14/36) sözünü ve Îsâ -aleyhisselâm-’ın:

“Eğer kendilerine azâb edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen izzet ve hikmet sâhibisin.” (el-Mâide 5/118) duâsını okudu. Akabinde ellerini kaldırdı ve:

“Allâhım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

“– Ey Cebrâil! -Rabbin herşeyi daha iyi bilir ya- git, Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu. Cebrâil -aleyhisselâm- geldi. Resûlullâh Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişeden dolayı ağladığını söyledi. (Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allâh Teâlâ:

“– Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve ona:

«Ümmetin konusunda seni râzı edeceğiz ve seni asla üzmeyeceğiz.» müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346)

İnsanlara Allâh’ın emirlerini tebliğ etmek ve onları hidâyete erdirebilmek için, bir çok çilelere göğüs geren ve hiçbir zorluktan yılmayan Peygamberimiz, insanların dalâlette olmalarına çok üzülürdü. Bu nedenle inanmayanların imâna gelmesi, mü’minlerin sırât-ı müstakîmden ayrılmaması ve günâhkârların affedilmesi için hep niyâz ve tazarrû hâlinde bulunmuştur. Bu yolda kendi nefsine yapılan en ağır eziyetlere dahi aldırmayarak, düşmanlarının kurtulması için de yakarışına devâm etmiştir. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz bir gece namaz kılıp, Mâide sûresinin yukarıda geçen 118. âyetini sabaha kadar okumuştu. Rükûda da bu âyeti okuyordu, secdede de bu âyeti okuyordu… (İbn-i Hanbel, V, 149)

Mekkeli müşriklerin inat ve inkarlarını sürdürmeleri üzerine, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi bir ümidle Tâif’e gitmişti. Orada müşrikler Efendimiz’i kabul etmediler, bilakis alay edip aralarındaki beyinsizlere ve kölelere onu taşlattılar. Onlar da, attıkları taşlarla Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i yaraladılar ve ayaklarını kana boyadılar. Sevgili Peygamberimiz, ayaklarının acısına dayanamayarak yere oturdukça, kollarından tutup kaldırıyorlar, yürüdüğünde tekrar taşa tutuyor ve arkasından da gülüşüyorlardı. Bütün bu sıkıntılara katlanan Allâh Resûlü, biraz dinlenip sükûnet bulduktan ve iki rekât namaz kıldıktan sonra, ellerini semâya kaldırdı ve yüce Allâh’a hâlini şöyle arzetti:

“Ey Allâhım! Gücümün zayıflığını, tedbirimin azlığını, halk nazarında hakîr görülüşümü… Sana arz ve şikâyet ediyorum!

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen’sin zayıfların Rabbi ve Sen’sin benim Rabbim! Beni kime bırakıyorsun? Sen’den uzak olan ve gördükçe suratını asan kimselere mi? Yoksa işimi eline verdiğin düşmana mı bırakıyorsun?…” (Heysemî, VI, 35; İbn-i Hişâm, II, 29-30)

Allâh Teâlâ’ya bu derece içten ve gönülden yalvarabilmek, şüphesiz O’nu en iyi tanıyan ve kudretini en iyi takdir eden birisinin yapabileceği bir iştir. Bu kadar çileler çekmesine rağmen, yine de Allâh’a karşı bir kusûru olabileceği endişesiyle gazâbından korkmakta ve O’na sığınmaktadır. Daha da ilerisi, Dağlar Meleği’nin “İstersen iki dağı birbirine geçireyim de, bu kavmi helâk edeyim.” teklifini kabul etmeyerek, Tâifliler için yine Rabbine yalvardı ve hidâyetleri için duâ etti.

Âişe vâlidemizin şâhit olduğu şu hâl de, Efendimiz’in Allâh’a olan ta’zim ve hürmetini göstermesinin yanı sıra, biz ümmetine nasıl yakarışta bulunacağımızı da öğretmektedir:

“Bir gece uyandığımda Allâh Resûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrâfı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allâh Resûlü’nün secdede olduğunu anladım. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu:

اَللَّهُمَّ أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ.

لاَ أُحْصِى ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَماَ أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ

«Allâhım! Sen’in gazâbından Sen’in rızâna sığınırım. İkâbından affına sığınırım! Allâhım başka değil, Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i senâ etmekten âcizim. Sen zâtını nasıl senâ ettinse öylesin.»” (Müslim, Salât, 222)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Rabbi’ne karşı yakarması rahat ve sıkıntı anlarında, bolluk ve darlık vakitlerinde hâsılı her zaman devam ederdi. Hz. Ömer -radıyallâhu anh- savaş ânındaki bir yakarışını şöyle anlatır:

“Bedir günü Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- müşriklere baktı, onlar bin kişiydiler. Ashâbı ise üç yüz on dokuz kişi idi. Hemen kıbleye yönelip, ellerini kaldırdı. Rabbine sesli olarak şöyle yakarmaya başladı:

«Ey Allâhım! Bana olan vâdini yerine getir. Allâhım! Bana zafer ihsân et. Ey Allâhım! Eğer ehl-i İslâm’ın bu topluluğunu helâk edersen artık yeryüzünde Sana ibâdet edecek kimse kalmayacak!»

Ellerini kaldırmış olarak yakarmalarına öyle devâm etti ki ridâsı omuzundan düştü. Bunu gören Ebûbekir -radıyallâhu anh-, yanına gelerek ridâsını aldı, omuzuna attı ve yaklaşıp:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Rabbin’e olan yakarışın yeter. Allâh Teâlâ sana olan vâdini mutlaka yerine getirecektir, dedi. O sırada Aziz ve Celil olan Allâh şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:

«Hani siz Rabbiniz’den imdâd taleb ediyordunuz, O da ‘muhakkak ki ben size meleklerden birbiri ardınca bin(lercesi ile) imdâd edeceğim’ diyerek duânızı kabul buyurmuştu.» (el-Enfâl 8/9) Gerçekten Hak Teâlâ hazretleri o gün mü’minlere meleklerle yardım etti.” (Müslim, Cihâd, 58; Buhârî, Megâzî, 4)

Allâh’tan başka dayanak ve sığınak tanımayan ve her ihtiyâcını O’na arzeden Fahr-i Cihân Efendimiz, yine Bedir Gazvesi’nde ümmetini ihtiyaç içinde görünce, dayanamayıp şöyle yakarmıştı:

“Allâhım bunlar açtır, onları doyur! Allâhım bunlar bineksizdir, binecekleri hayvanlar ver! Allâhım elbiseye ihtiyaçları var, onları giydir!”

Allâh ona Bedir’de fetih ve zafer müyesser kıldı. Döndükleri zaman ise her biri bir veya iki deve ile döndüler, elbiseler giydiler ve karınları doydu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 145)

Ashâb-ı kirâm bir sıkıntıya ve dara düştüklerinde, Efendimiz’e gelirler ve Allâh’a duâ etmesini isterlerdi. Hatta müşrikler bile kıtlık anlarında ondan duâ ve yardım taleb etmişlerdir. (Buhârî, Tefsîr, 44/2-3) Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- kuraklık olduğu bir zamanda yağmur duâsı yaparak Allâh Teâlâ’ya şöyle niyâz etmiştir:

“Ey Allâhım! Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allâhsın! Ganî olan Sen’sin, bizler ise fakîr ve yoksullarız! Bize yağmurunu indir! İndirdiğini de bizim için kuvvet kıl ve belli bir zamana kadar yetir!” Daha sonra da ellerini iyice kaldırarak duâya devâm etti. (Ebû Dâvûd, İstiskâ, 2)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, ashâbına Allâh’a yakarmayı öğretmek için, onlarla berâber duâ ettiği de olurdu. Çünkü Allâh Teâlâ, duâsız bir kul istemediğini bildirerek:

(Ey Resûlüm!) De ki: Sizin duâ ve niyâzlarınız olmadıktan sonra, Rabbim size ne diye değer versin?…” buyurmuştur. (el-Furkân 25/77)

Uhud’dayken müşrikler hezimete uğrayıp giderken Efendimiz:

“– Saf olunuz, Rabbim’e duâ ve senâda bulunayım!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm Allâh Resûlü’nün arkasında saf oldular. Peygamber Efendimiz şöyle duâ etti:

اَللّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ كُلُّهُ. اَللّهُمَّ لاَ قَابِضَ لِمَا بَسَطْتَ وَلاَ بَاسِطَ لِمَا قَبَضْتَ وَلاَ هَادِيَ لِمَنْ أَضْلَلْتَ وَلاَ مُضِلَّ لِمَنْ هَدَيْتَ وَلاَ مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ وَلاَ مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ وَلاَ مُقَرِّبَ لِمَا بَاعَدْتَ وَلاَ مُبَاعِدَ لِمَا قَرَّبْتَ. اَللّهُمَّ ابْسُطْ عَلَيْنَا مِنْ بَرَكَاتِكَ وَرَحْمَتِكَ وَفَضْلِكَ وَرِزْقِكَ. اَللّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ النَّعِيمَ الْمُقِيمَ الَّذِي لاَ يَحُولُ وَلاَ يَزُولُ. اَللّهُمَّ اِنِّى أَسْأَلُكَ النَّعِيمَ يَوْمَ الْعَيْلَةِ وَالأَمْنَ يَوْمَ الْخَوْفِ. اَللّهُمَّ إِنِّي عَائِذٌ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا أَعْطَيْتَنَا وَشَرِّ مَا مَنَعْتَنَا. اَللّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ. اَللّهُمَّ تَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ وَأَحْيِنَا مُسْلِمِينَ وَأَلْحِقْنَا بِالصَّالِحِينَ غَيْرَ خَزَايَا وَلاَ مَفْتُونِينَ. اَللّهُمَّ قَاتِلِ الْكَفَرَةَ الَّذِينَ يُكَذِّبُونَ رُسُلَكَ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِكَ وَاجْعَلْ عَلَيْهِمْ رِجْزَكَ وَعَذَابَكَ. اَللّهُمَّ قَاتِلِ الْكَفَرَةَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ، إِلهَ الْحَقِّ!

“Allâhım! Bütün hamd ve senâlar Sana âittir! Allâhım! Sen’in açıp yaydığını dürecek yok, Sen’in dürdüğünü de açıp yayacak yok! Sen’in saptırdığını doğrultacak yok, Sen’in hidâyet verdiğini de saptıracak yok! Sen’in vermediğini verecek yok, Sen’in verdiğini de engelleyecek yok! Sen’in uzaklaştırdığını yaklaştıracak yok, Sen’in yaklaştırdığını da uzaklaştıracak yok!

Allâhım! Rahmet ve bereketini, fazl u keremini üzerimize saç! Allâhım! Sen’den aslâ değişmeyecek ve hiçbir zaman zâil olmayacak ebedî nîmetler isterim. Allâhım! Sen’den yoksulluk gününde nîmet, korkulu günde emniyet dilerim! Allâhım! Hem verdiklerinin hem de vermediklerinin şerrinden Sana sığınırım!

Allâhım! Îmânı bize sevdir, gönüllerimizi onunla ziynetlendir! Bizi küfür, azgınlık ve isyandan nefret ettir! Din ve dünyâ için faydalı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle!

Allâhım! Bizi Müslüman olarak öldür, Müslüman olarak yaşat! Şeref ve haysiyetimizi yitirmeden, fitnelere mâruz kalmadan sâlihler zümresine ilhâk eyle!

Allâhım! Sen’in Peygamberlerini yalanlayan, insanları Sen’in yolundan alıkoyan kâfirler gürûhunu kahreyle! Onların üzerine musîbetini ve azâbını indir. Allâhım! Kendilerine kitap verilen kâfirleri de kahreyle. Ey hak ve gerçek olan İlâh! Âmîn!” (İbn-i Hanbel, III, 424; Hâkim, I, 686-687; III, 26)

Bir kimsenin Allâh’a yakarması, Rabbinin yüceliğini, kendisinin de kulluk ve acziyetini idrak etmesinin bir tezâhürüdür. Bu sebeple, kulun duâ ve yalvarışı Allâh Teâlâ’nın rızâsını ve hoşnutluğunu celbetmektedir. Allâh’a duâ etmekten ve yalvarmaktan ancak gururlu, kibirli, kendini beğenmiş ve câhil kimseler yüz çevirirler. Kulun duâ ve yakarışındaki içtenlik ve samîmiyet, onun mânevî derecesi ve idrak seviyesinin bir göstergesidir.

5

Buraya kadar bizler için üsve-i hasene olan Resûlullâh Efendimiz’in ibâdet hayâtından bir nebze olsun bahsetmeye çalıştık. Onun ibâdet hayâtını hakkıyla gözler önüne sermek mümkün değildir. Ancak örnek alıp tatbik edebilmek için, mümkün olduğunca ibâdetlerini öğrenmeye çalışmak gerekmektedir. Şüphesiz o, Allâh’ın bütün insanlığa gönderdiği Örnek Şahsiyet’tir ve bize Allâh Teâlâ’ya nasıl ibâdet edeceğimizi öğretmek için gelmiştir.

Allâh Teâlâ’nın bize emrettiği bütün ibâdetler, bizim O’na olan ahdimizde sâdık olduğumuzun bir göstergesidir. Bu ibâdetler sâhiplerini dünyâda kemâle erdirdikleri gibi, âhirette de haklarında şâhitlik edeceklerdir. Mevlâna hazretleri yapmakta olduğumuz ibâdetlerin ne mânâya geldiğini ve nasıl olması gerektiğini, bakınız ne güzel ifâde etmektedir:

“Bu namaz da oruç da hac da Allâh yolunda savaş da hep insanın ezeldeki sözleşmesinin şâhitleridir. Zekât vermek, dostlara armağanlar sunmak, hasetten vazgeçmek, içteki gizli şeye, ezel sırrına şâhitlik etmektir. Misafir dâvet etmek, doyurmak, iyiliklerde, ihsânlarda bulunmak; «Ey büyükler, biz de sizin gibi doğru dürüst Müslümanız, biz de Allâhımız’a verdiğimiz sözde duruyoruz, biz de sizin gibi iç temizliğimizi gösteriyoruz.» demektir.

Hediyeler, armağanlar, ihsanlar kime veriliyor ve sunuluyorsa ona; “Ben de seninleyim, seni seviyorum.” diye şâhitlik ederler. Bir kimse mal ile yahut başka türlü bir vasıta ile hayra çalışırsa, o çalışma; «İçimde, gönlümde cömertlik ve iyilikseverlik cevheri vardır.» demektir. Benim içimde, takvâ ile cömertlikten ibaret bir cevherim vardır ki, bu zekât ve bu orucun ikisi de ona şâhittir.

O oruç der ki; «Allâhım, bu kişi helâl lokmayı bile, Sen’in emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi, bu kişi nasıl olur da harâma el atar?»

Verdiği zekât der ki; «O çok sevdiği kendi malından ayrıldı, yoksula verdi. Bu adam, eline fırsat düşünce nasıl olur da hırsızlık yapar?»

Fakat bu işleri, bu iyilikleri, gösteriş için, insanları aldatmak için yapıyorsa, o şâhitler Hakk’ın ilahî adalet mahkemesine kabul edilmezler.” (Mesnevî, c. V, beyt: 183-191)

İbâdetlerde gözetilen gâye, nefsin öldürülmesi değil, bilakis istikâmet kazanması ve eğriliğinin giderilmesidir. Çünkü tabiî ölüm hâriç, nefsin öldürülmesi mümkün değildir. Bu ibâdetler sâyesinde, nefsimiz terbiye edilir ve güzel hasletlerle müzeyyen hâle gelir.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in her şeyde olduğu gibi ibâdette de gözettiği ölçü, azlık veya çokluk değil, sebât ve devamlılıktır. Bu gerçeği şöyle ifâde buyurmuştur; “Amellerin en fazîletlisi ve onun Allâh katında en çok kabul göreni, az da olsa devamlı yapılanıdır.” (Buhârî, Rikâk, 18)

Resûlullâh Efendimiz’in ibâdeti devamlı ve hayâtının bütün alanlarını âhenkli bir şekilde kaplamış durumdaydı. Bu sebeple o, her ân Rabbi ile berâber ve O’nun zikri ile meşgul durumdaydı. Onun ibâdetine bakan kimse, sanki o, hayâtında başka hiçbir iş yapmamış da hep ibâdet etmiş zanneder. Yaptığı işlere bakan da, ibâdete vakit bulamadığı zannına kapılabilir. Ancak, mükemmel bir kul olan Efendimiz’in hayâtında en çok dikkat çeken şey, onun, kulluğun zirvesine çıkan ibâdet hayâtıyla, meşakkatine göğüs gererek yaşadığı dünyânın işlerini, eşsiz bir âhenkle bağdaştırıp birleştirmesi, ikisine de hakkını vermesidir.

Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, içinde yaşadığı dünyâ işlerini aksatmadan, en mükemmel bir şekilde yerine getirdiği gibi, ibâdet hayâtını da aynı şekilde devâm ettiriyordu. Efendimiz, âilesine ve fukarâya bakıyor, büyük bir ümmete en kâmil bir şekilde rehberlik ediyor, kuvvetli ve sağlam bir devlet kuruyor, krallara elçiler gönderip onları İslâm’a dâvet ediyor, elçiler kabul edip ikramda bulunuyor, kıt’alar sevk ve idâre ediyor, Allâh’ın dînini tebliğde önüne çıkan engelleri izâle etmek için gerekirse savaşıyor, yardım için hazırlık yapıyor, hezîmete uğramamak için ihtiyat tedbirleri alıyor, tahsildarlar gönderip vergi toplatıyor, onları: “Ben adâletle hareket etmezsem, kim adâlete riâyet eder?” diyerek bizzat taksim ediyor, Allâh’ın gönderdiği dîni insanlara tebliğ ediyor, vahyin izâha muhtaç olanını tafsîl, zor olanını îzâh ediyor, sünnetler vaz’ ediyor, aslî hükümlerden fer’î hükümler çıkarıyor; Allâh’ın kendisine açıkça bildirmediği husûsları bildirdiklerine bakarak çözüyordu…

Bütün bu husûslarda o, hiç kimsenin muvaffak olamayacağı kadar ağır olan günlük vazifelerini eksiksiz olarak yapmakla birlikte, dağ başlarına çekilerek kendilerini Allâh’a vermiş insanlardan daha mükemmel bir şekilde Allâh’a kulluk ederek etrâfını nûrlandıran bir ışık olmuştur.

%d bloggers like this: