G. ZİKİR VE MURÂKABESİ

 

“Îmân edenlerin, Allâh’ın zikri ve Hak’tan gelen (Kur’ân) ile kalplerinin huşû bulacağı vakit henüz gelmedi mi?”

el-Hadîd 57/16

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerinde, kurtuluşa erebilmek için kendisini zikretmemiz gerektiğini hatırlatarak:

“Ey îmân edenler Allâh’ı çok çok zikredin! Onu sabah akşam aralıksız tesbih edin!” buyurmaktadır. (el-Ahzâb 33/41-42) Ayakta, otururken, yanımız üzerine yatarken hâsılı her zaman ve her hâlimizde kendisini bol bol zikretmemizi istemektedir:

(O gerçek akıl sâhibi) mü’minler, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allâh’ı dâimâ zikrederler…” (Âl-i İmrân 3/191)

Allâh Teâlâ, kendisini her an zikretmemize o kadar ehemmiyet vermektedir ki mallarımızın, çocuklarımızın, ticâret ve alış verişimizin, bizi zikirden alıkoymamasını istemektedir:

“Ey îmân edenler! Sakın mallarınız ve evlatlarınız, sizi Allâh’ı zikretmekten alıkoymasın! Kim böyle yaparsa, işte onlar hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir.” (el-Münâfikûn 63/9)

Cenâb-ı Hak, dünyevî meşgalelerle zikrinden gâfil kalanları bu şekilde îkâz etmekle birlikte, hangi durumda olursa olsun zikrine devâm edenleri de şöyle medhetmektedir:

 “Öyle sâlih kimseler vardır ki onları Allâh’ın zikrinden, namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten, ne ticâret alıkor ne de bir alışveriş! Onlar, kalblerin ve gözlerin, dehşetten hâlden hâle döneceği bir günden korkarlar.” (en-Nûr 24/37)

İnsan Allâh’ı üç şekilde zikreder:

Diliyle, O’nun güzel isimlerini anarak, verdiği her şeye hamdederek, Kur’ân-ı Kerîm’i okuyarak ve O’na duâ ederek.

Kalbiyle, O’nun varlığını gösteren delilleri düşünüp içindeki şüpheleri atarak, kâinâtın sırlarını anlamaya gayret ederek, Allâh’ın her emir ve yasağının hikmetini kabul edip O’na boyun eğerek.

Bedeniyle, âzâlarının her birini Allâh’ın buyrukları doğrultusunda yerli yerinde kullanarak.

Bu takdirde Allâh Teâlâ, nimetlerine karşı nankörlük etmeyen, kendisini unutmayan bu şükredici kuluna merhamet eder, ona olan nimetlerini daha fazla artırır, duâlarını kabul eder ve sıkıntılardan kurtarır.

Bu sebeple Allâh Resûlü, zikre çok önem vermiştir. Onun kalbi, gece gündüz her ân Allâh’ın zikriyle meşgul olur, lisânıyla da O’na hamdederdi! Bir şey yiyecek ve içecek olsa, evvelâ Allâh’ın ismini yâd eder, bitirdiğinde hamdeder, yatağına girdiğinde, uykudan uyandığında yine O’nu zikrederdi. Oturduğu ve kalktığı zaman Allâh’ı tesbih eder, yeni bir elbise giydiğinde O’na şükrederdi. Muhtelif hâl ve zamanlarda yapmış olduğu zikir, murâkabe ve duâlara bakan kimse, Efendimiz’in Allâh’ı çok sevdiğini ve her ân O’nun azamet ve celâli karşısında huşû içinde bulunduğunu hemen fark eder. Bu açıdan Efendimiz’in hakîkatinin, duâlarında gizli olduğunu söylemek mümkündür. Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- her ânında Allâh Teâlâ’yı zikir hâlindeydi.” (Müslim, Hayz, 117)

Habîb-i Ekrem Efendimiz’in nazarında, Allâh’ı zikretmek o kadar kıymet arzetmektedir ki dünyâ bütün zînetleriyle onun yanında pek değersiz kalmaktadır. Nitekim o şöyle buyurmuştur:

“Dünyâ ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sâdece Allâh’ı zikretmek ve O’na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen talebe bundan müstesnâdır.” (Tirmizî, Zühd, 14)

Bu sebeple Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, zikretmeyi ve ehl-i zikrin yanında bulunmayı her şeye tercih ederdi. Kendisi bunu ifâde sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ı zikreden bir cemâatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâiloğullarından dört tânesini kölelikten kurtarmamdan daha sevimli gelir. Yine Allâh’ı zikreden bir cemâatle, ikindi namazı vaktinden güneş batıncaya kadar berâber olmam, dört kişi âzad etmemden daha sevimlidir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 13)

Kısa dünyâ hayâtında daha fazla hasene kazanabilmek için, az zamanda fazla sevâp elde etmeye yarayacak amellere yönelmek gerekmektedir. Bu itibarla Peygamber Efendimiz de, lafzen kısa ancak mânâsı çok geniş olan zikir ve duâlara önem verirdi. Bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, Cüveyriye vâlidemiz namaz kıldığı yerde oturmakta iken erkenden evden çıktı. Kuşluk vakti eve döndüğünde Hz. Cüveyriye’nin hâlâ yerinde oturmakta olduğunu gördü:

“– Yanından ayrıldığımdan beri hep burada oturup zikirle mi meşgul oldun?” diye sordu. O “Evet” cevabını verince Peygamber -aleyhisselâm- şöyle buyurdu:

“– Yanından ayrıldıktan sonra üç defa söylediğim şu dört cümle, senin sabahtan beri söylediğin zikirlerle tartılacak olsa, sevap bakımından onlara eşit olur:

سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ عَدَدَ خَلْقِهِ وَرِضَا نَفْسِهِ وَزِنَةَ عَرْشِهِ وَمِدَادَ كَلِمَاتِهِ

«Ben Allâh’ı; mahlûkâtı sayısınca, kendisinin hoşnut olacağı kadar, arşının ağırlığınca ve bitip tükenmeyen kelimeleri adedince, ulûhiyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim.»” (Müslim, Zikir, 79)

 Kulunu seven Cenâb-ı Hak, onların cennette yüksek mertebelere ulaşması için lafzen hafif, fakat mânen derin zikirler öğretmiştir. Çünkü Allâh Teâlâ’nın kuluna bahşedeceği nimet ve ihsanları sınırsızdır. Sa’d bin Ebi Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle demiştir; Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yanında bulunuyorduk. Bize:

“– Sizden biri, her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?” diye sordu. Yanında oturanlardan biri:

– Bir kimse her gün bin sevabı nasıl kazanır, yâ Resûlallâh!? deyince Habîb-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

“– Yüz defa «sübhânallâh» diyen kimseye bin iyilik yazılır veya onun bin günâhı bağışlanır.” (Müslim, Zikir, 37)

İnsanın kemâle erişebilmesi ve ahlâken güzelleşebilmesi dâimâ Allâh’ı düşünmesi ve O’nun kendisini her yerde ve her zaman gördüğü şuuru ile yaşayabilmesine bağlıdır. Bu hâlini devamlı olarak muhâfaza edebilen bir kimse, kötülüklere yaklaşamadığı gibi, iyilik ve sâlih ameller işlemekten de geri duramaz. Neticede, göklerde ve yerde sevgisi gönüllere yerleşir. Allâh Teâlâ o kulunu kendisi sevdiği gibi, bütün mahlûkâtına da sevdirir. Nitekim Cenâb-ı Peygamber, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın; “Ben kuluma, hakkımdaki zannına göre muâmele ederim. Beni zikrettiğinde Ben onunla berâberim. O Ben’i kendi içinde zikrederse, Ben de onu kendi nefsimde zikrederim. O Beni bir topluluk içinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.” buyurduğunu haber vermiştir. (Buhârî, Tevhîd, 15; Müslim, Zikir, 2)

Eğer kul, Allâh’ı içinden zikredip nimetleri üzerinde tefekkür ederse Allâh Teâlâ, yolu üzerindeki perdeleri kaldırır ve onu mânevî tecellîlere nâil eder. Eğer kul, Allâh’ı toplum içinde zikreder ve bununla İslâm’ı yaymak ve yüceltmek isterse, bu takdirde de Allâh Teâlâ onu semâ ehline sevdirir ve onlar da bu zâkir kula hayır duâda bulunurlar. Böylece üzerine bereketler iner. Daha sonra da, yeryüzü sâkinlerinin kalbinde sevgisi yer eder. Bu öyle büyük bir nimettir ki şükründen insanlar âciz kalır.

Bu konuda Allâh dostlarından Bişr-i Hâfî güzel bir örnektir. Hazret, ölümünden sonra rüyâda görüldü. Kendisine, “Allâh senin hakkında ne gibi bir hüküm verdi?” diye sorulunca, şu mukâbelede bulundu:

“Beni affetti ve cennetin yarısını da bana mübah kılarak dedi ki:

«Ey Bişr! Eğer Benim için ateş korları üzerinde secde etseydin bile kullarımın kalbinde senin için yerleştirmiş olduğum muhabbetin şükrünü edâ edemezdin!»” (Kuşeyrî, s. 406)

Peygamber Efendimiz, insanın her ân Allâh’ı zikir hâlinde olmasına o kadar ehemmiyet verirdi ki neredeyse bütün ibâdetlerin faziletini zikre bağlardı. Bu hakikati gösteren şu rivâyet, oldukça dikkat çekicidir. Bir sahâbî Allâh Resûlü’ne gelerek:

– Hangi cihâdın ecri daha büyüktür? diye sordu. Peygamber Efendimiz:

“– Yüce Allâh’ı en çok zikredeninki!” buyurdu. Adam:

– Hangi oruçlunun ecri daha büyüktür?” diye sordu. Efendimiz:

“– Yüce Allâh’ı en çok zikredeninki!” buyurdu. Bundan sonra adam, namaz kılanlar, zekât verenler, hacca gidenler ve tasaddukta bulunanlar için de aynı soruyu tekrarladı. Fahr-i Kâinât Efendimiz bunların hepsine de:

“– Yüce Allâh’ı en çok zikredeninki!” buyurdu. Bunun üzerine. Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Hz. Ömer’e:

– Yâ Ebâ Hafs! Allâh’ı zikredenler, hayrın tümünü alıp götürdü! dedi. Bunu duyan Kâinâtın Efendisi onlara doğru yöneldi ve:

“– Evet öyledir!” buyurdu. (İbn-i Hanbel, III, 438; Heysemî, X, 74)

Zikir, insanın kalbini cilâlayıp temizlediği için, böyle bir kalble yapılan ameller ihlâs ve samîmiyet itibariyle, böyle olmayan kimselerin yaptıklarından çok daha farklı olmaktadır. Mevlâna -kuddise sirruh- kalbini cilâlayıp saflaştıran kimselerin kıymetini ifâde etmek üzere şöyle der:

“Her halde bunu işitmişsindir, hatırlar olmalısın. Padişahların bir âdeti vardı. Yiğitler, pehlivanlar padişahların sol taraflarında dururlardı. Çünkü, yiğitlik ve cesaret duygusunun yeri olan yürekler, bedenin sol yanındadır. Defterdarlarla kâtiplerin yeri ise sağ tarafta idi. Çünkü yazı yazmak ve defter tutmak sağ elin işidir.

Sûfîlere ise padişahın karşısında yer verirlerdi. Zîrâ sûfiler, cânın aynasıdır ve mânen aynadan daha parlaktırlar. Onlar, gönül aynasında hiç görülmemiş, dokunulmamış şekiller, hayaller belirsin diye, onu zikirle ve tefekkürle cilâlamışlardır. Aynayı mayası ve yaratılışı temiz olan güzel kişilerin önüne koymalıdır. Çünkü, güzel kendi güzelliğini görmek ister. Bu sebeptendir ki güzel yüz aynaya âşıktır. Güzel, câna cila verir, kalbi kuvvetlendirir.” (Mesnevî, c. I, beyt: 3150-3156)

Gönüllere cilâ ve câna şifâ olan zikrin, ashâbının kalbine iyice yerleşmesini isteyen Efendimiz, onların her zaman ve her yerde Allâh’ı anmalarını emretmiştir. Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- der ki, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e geldim ve:

– Yâ Resûlallâh! Bana bir tavsiyede bulun? dedim. Sevgili Peygamberimiz:

“– Elinden geldiği kadar Allâh’a karşı takvâ sâhibi ol! Bulunduğun her taşın ve her ağacın yanında Allâh’ı zikret. İşlediğin kötü işten dolayı da gizlisine gizlice, açığına açıkça Allâh’a tevbe et!” buyurdu. (Heysemî, X, 74)

Rabbini zikreden bir kimse ile, gâflete mağlûb olup zamanını boş geçiren ve Allâh’ı unutan kimsenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir. (Buhârî, Deavât, 66) Yine içinde Allâh’ın anıldığı ev ile kendisinde hiç Allâh ismi geçmeyen ve ibâdet edilmeyen tâlihsiz bir evin farkı da, aynen böyledir. (Müslim, Müsâfirîn, 211)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın kendisini gördüğünü unutan kimselerin hüsrâna uğrayacaklarını bildirmiştir. Zikrullâhı tamâmen unutanlar bir tarafa, çoğu zaman zikirle meşgul oldukları halde, bâzı zamanlarda gaflete düşen mü’minler bile, âhirette büyük bir nedâmet ve acı içerisinde olacaklardır. Cennete giren böyle mü’minler hakkında Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

لَمْ يَتَحَسَّرْ أَهْلُ الْجَنَّةِ اِلاَّ عَلَى ساَعَةٍ مَرَّتْ بِهِمْ لَمْ يَذْكُرُوا اللهَ تَعاَلَى فِيهاَ

“Cennet halkı, başka bir şeye değil, sâdece, dünyâda Allâh’ı zikir etmeksizin geçirmiş oldukları anlara, hasret ve nedâmet duyacaklardır!” (Heysemî, X, 73-74)

Bu sebeple Allâh Resûlü, ümmetini âhirete hazırlanmaları ve daha sonra pişman olmamaları için uyarırdı. Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh- şöyle anlatır; Gecenin üçte ikisi geçince, Fahr-i Kâinât Efendimiz, uyanıp kalkar ve şöyle buyururdu:

“Ey insanlar! Allâh’ı zikredin! Allâh’ı zikredin! Yeri yerinden oynatan birinci sûr üflenecek! Arkasından ikincisi gelecek! Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak! Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak!…” (Tirmizî, Kıyâmet, 23)

İnsanın dâima Allâh’ı düşünebilmesi ve zikretmesi şüphesiz kendiliğinden kazanılabilecek bir haslet değildir. Bu güzel vasfı elde edebilmek için bir gayret içerisinde olmak ve Allâh’tan yardım istemek gerekmektedir. Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- elimden tuttu ve:

“– Vallâhi seni seviyorum ey Muâz!” buyurdu. Ben:

– Ben de sizi seviyorum yâ Resûlallâh! dedim. Bunun üzerine Efendimiz:

“– Her namazın ardından

اَللّهُمَّ أَعِنِّي عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

 «Allâhım! Seni zikredebilmem, sana şükredebilmem ve en güzel şekilde kulluk yapabilmem husûsunda bana yardım eyle!» demeyi hiçbir zaman bırakma!” dedi. (Nesâî, Sehv, 60; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)

Devâmlı zikir ve murâkabe hâlinde olabilme hasletini kazanmak isteyen bir kimse, hem bu hâli ihsân etmesi için Allâh’a yalvarmalı, hem de zikri kalbine yerleştirebilmek için gayret ve çaba içerisinde bulunmalıdır. İslâm büyüklerinin mücâhede dedikleri bu temrinler, ehil bir mürşid-i kâmil tarafından yaptırıldığında, mânevî âlemde yol kat etmek daha emniyetli ve daha kolay olur.

Zikir ve murâkabe, nefsin arınmasını, olgunlaşmasını, günâhların silinmesini ve hasenâtın çoğalmasını sağlar. Çünkü Allâh’a teveccühte bulunmak, rahmet ipine sarılmak, günâhları yok eder ve mâneviyâtı güçlendirir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Bilesiniz ki kalbler ancak Allâh’ın zikri ile mutmain olur.” (er-Ra’d 13/28)

Hâce Yusuf Hemedânî hazretleri, âdetâ bu âyetin tefsîri mâhiyetinde şöyle der; “Din ile tesellî olan, Hak Teâlâ’nın zikri ile huzurlu ve mutlu olan kişinin, yedi kat gök ve yer ile muhâlefeti kalmaz, her şeyle barışık olur. Bu kusur dünyâsında, yararsızlık cihânında, aldanış ve vesvese diyârında mâmûr bir huzur mekânına sâhip olur. Öyle ki onun niyet ve alâka kuşu, ulûhiyet semâlarında kanat çırpar.” (Rutbetü’l-Hayât, s. 58-59)

Zikreden kimse, şeytanın şerrinden de korunmuş olur. Çünkü ilâhî rahmet o kişiyi bürümüş ve meleklerin duâsı onu çepeçevre kuşatmıştır. Yahyâ -aleyhisselâm- şöyle der:

“…Bir de Allâh Teâlâ, size kendisini çokça zikretmenizi emretti. Bu, peşinden hızla düşman gelen bir adama benzer. Bu adam muhkem bir kaleye girip, düşmandan kendini koruduğu gibi kul da şeytana karşı kendisini sâdece zikrullâh ile koruyabilir…” (Tirmizî, Edeb, 78)

Zikrin asıl faydası âhirette ortaya çıkacaktır. Çünkü, “Ademoğlu, zikrullah hâricinde, kendisini Allâh’ın azâbından daha çok kurtaran başka bir amel işlememiştir.” (Muvatta’, Kur’ân, 24) buyuran Sevgili Peygamberimiz, diğer bir hadislerinde de Allâh Teâlâ’nın kıyâmet günü şöyle nidâ edeceğini haber verir:

“Dünyâ hayâtında Beni bir ân zikretmiş veya bir yerde Ben’den korkmuş olan kimseyi, ateşten çıkarın!” (Tirmizî, Cehennem, 9)

Her şeyden önemlisi de, zikir ve murâkabe sâyesinde insanın muhabbetullâha ve mârifetullâha ulaşmasıdır. Hatta o hâle gelir ki, onu gören kişi derhal Cenâb-ı Hakk’ı hatırlar. Bunun netîcesinde, Cenâb-ı Hak da onu sever ve kendisine dost edinir. Nitekim bir kutsî hadiste Allâh -azîmu’ş-şân-:

“Kullarımdan velîlerim ve yarattıklarımdan sevdiklerim şu kimselerdir ki ben zikredildiğimde onlar hatıra gelir, onlardan bahsedildiğinde ben hatıra gelirim!” buyurmaktadır. (İbn-i Hanbel, III, 430)

Ancak zikri, uyanık bir kalble ve şuurlu olarak yapmak gerekmektedir. Gâfil bir kalble, şuursuzca yapılan zikrin faydasının çok az olacağı mâlumdur. Mevlâna şöyle der:

“Padişahımız ve tek olan, eşi benzeri bulunmayan Allâhımız; “Üzkürullâh: Allâh’ı zikredin!” diye bize izin verdi. Bizi ateş içinde gördü de, nûr ihsan etti. Hissetmeden, tefekkür etmeden (papağan gibi) sâdece ağız ve dil ile yapılan zikir, noksan bir hayâldir. Padişahça yani can ve gönülle hayranlık duyularak yapılan zikir, sözlerden, kelimelerden arınmıştır.” (Mesnevî, c. II, beyt: 1709-1712)

Allâh’ın zikrini devamlı hâle getirerek kalbin itmi’nâna ermesi, nihâyette insanı murâkabe hâline ulaştırır. Murâkabe ise devamlı olarak “Allâh Teâlâ, kulun zâhirini ve bâtınını her an görmekte ve bilmektedir.” şuuru içinde bulunmaktır. Bu şuura erişebilmek için de, zikir ve tefekkürle alıştırma yapmak gerekmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz:

اِحْفَظِ اللهَ تَجِدْهُ تِجَاهَكَ

“Allâh’ı gözet ki O’nu karşında bulasın!” buyurmuşlardır. (İbn-i Hanbel, I, 293)

Yusuf Hemedânî -kuddise sirruh- kalbin zikir vâsıtasıyla tefekkür ve murâkabeye alıştırılmasını güzel bir misalle şöyle anlatır: “Kalb ile zikir ağaç ile su gibidir. Kalb ile tefekkür ise ağaç ile meyve gibidir. Ağaca su vermeden yeşermesini beklemek; yaprak ve çiçek açmasını beklemeden de ondan meyve istemek hata olur. İstense bile aslâ meyve vermez. Çünkü o vakit meyve zamanı değil, ağacı besleme ve îmâr etme zamanıdır. Ona su vermek, sarmaşık otundan ve yabancı şeylerden arındırmak, sonra da güneşin ısısını beklemek gerekir. Bunlar gerçekleşince ağaç tâze ve neşeli olur, yeşil yapraklarla süslenir. Ağaç bu özelliğe büründükten sonra onun dalından meyve istemek doğru olur. Artık bu vakit meyve zamanıdır.” (Rutbetü’l-Hayât, s. 71)

Tasavvuf erbâbının bir terbiye metodu olarak istifâde ettikleri “murâkabe” de, bu gâyeden hareketle ortaya konmuştur. Kişi Allâh Teâlâ’nın ilim, kudret, rahmet, ihâta (kuşatma)… gibi sıfatları üzerinde tefekkür eder. Meselâ önce Kur’ân-ı Kerîm’den:

“De ki; O Allâh bir tektir. Allâh, Samed’dir (eksiksiz, bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O, hiçbir şeye muhtaç değildir.) Doğurmadı ve doğmadı. O’na bir denk de olmadı.” (el-İhlâs 112/1-4)

“Her nerede olursanız, o sizinle berâberdir.” (el-Hadîd 57/4)

“Ve Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 50/16)

“Allâh onları, onlar da Allâh’ı severler.” (el-Mâide 5/54) gibi herhangi bir sûre veya âyet okur. Sonra bu âyetlerin mânâlarını, teşbih ve cihet isnâdına kaçmadan tasavvur eder, sâdece Allâh Teâlâ’yı bu sıfatlarla muttasıf görmeye çalışır. Tasavvuru zayıfladığında, âyeti tekrar okur ve yeniden tefekküre koyulur. Buna devam ettikçe, ihsân duygusu artar ve marifetullâha doğru yol almaya başlar.

Murâkabe, tefekkür ve zikirden tam mânâsıyla istifâde edebilmek için şartlarına riâyet etmek; açlık, öfke ve uyku gibi sıkışık haller sebebiyle kalbin meşgul olmayacağı, aksine tam huzûrlu olacağı bir ânı seçmek gerekmektedir.

%d bloggers like this: