F. TEFEKKÜRÜ

Bin ders-i maârif okunur her varakında

Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem[1]

Ziyâ Paşa

Tefekkür, herhangi bir mesele hakkında derin derin düşünme, zihni yorma ve işin şuuruna varma faaliyetidir. Hâdisâtın künhüne vâkıf olmak ve ibret almak için kalbin gayret sarfetmesi diyebileceğimiz tefekkür, insana âid bir husûsiyettir. İnsan, bu sâyede diğer varlıklardan ayrılır ve üstün olur. Yani bir kimsenin yükselmesi de alçalması da, tefekkür kâbiliyetini kullanıp kullanmamasına bağlıdır. Âlemdeki kusursuz nizâmı, yaratılışın gâyesini, verilen nimet ve güzellikleri, dünyânın geçiciliğini, gece ve gündüzün peş peşe gelişini düşünen bir insan, kalben derinleşir, kemâle doğru adım atar ve Allâh Teâlâ’nın azametini daha iyi idrak eder.

Tefekkür, Allâh Teâlâ’ya huşû ile teslîmiyet, O’na yönelmek, beşerî rezâletlerden kurtulmak, nefsi dünyâ hayâtının etki ve izlerinden koruyarak ona bel bağlamasını engellemek gibi güzel ve hayâtî hasletlerin kazanılmasında en tesirli bir yoldur. Allâh’ın azametini tefekkür eden insan, O’nun büyüklüğü karşısında gafletten kurtulur ve îmânı kuvvetlenir. Tahkikî îmân da, ancak tefekkür ile elde edilebilir. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde tefekkür emredilmiştir.

Tefekkür, ancak kalpte tasavvuru mümkün olan şeyler hakkında yapılabilir. Onun için, Allâh’ın yarattığı varlıklar hakkında tefekkür mümkündür. Fakat Allâh’ın zâtı hakkında tefekkür mümkün değildir. Çünkü Allâh hiçbir şekilde sûret ve şekil olarak hayal edilemez. İnsan muhayyilesi kemiyet, keyfiyet ve sebebiyet gibi beşerî boyutlar dâhilinde dolaşır. Oysa Hakk Teâlâ bu beşerî hususiyetlerden ve dünyevî boyutlardan münezzehtir, uzaktır. Nitekim Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, fakat zâtı üzerinde düşünmeyin. Zîrâ siz, O’nun kadrini (lâyık olduğu şekilde) aslâ takdîr edemezsiniz.” (Deylemî, II, 56) Ancak, Allâh’ın zâtı hâriç sıfatları, fiilleri ve yaratıkları hakkında tefekkürü de elden bırakmamak gerekmektedir. Çünkü, tefekkür bilginin tohumudur. İnsan zihnine ve kalbine ekilen bu tohumlar, kat kat fazlasıyla meyvesini vermekte gecikmezler. Dolayısıyla ne kadar çok tohum ekilirse, elde edilecek semere de o nisbette fazla olacaktır.

Yüce Allâh’ın nimetlerini tefekkür etmek, en faziletli ibâdetlerden biridir. Peygamber Efendimiz’in ilk ibâdeti de tefekkür idi. Hira mağarasında Cenâb-ı Hakk’ın azametini ve nimetlerinin güzelliğini tefekkür ederek, mânâ âlemlerine dalar, kalbi huşû ve tâzimle dolardı. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Rabbim bana:

– Gizli ve açık her durumda kendisinden korkmamı,

– Öfke ve rızâ hâlinde adâletle hükmetmemi,

– Fakirlikte ve zenginlikte iktisatlı davranmamı,

– Benimle alâkasını kesene sıla-ı rahim yapmamı,

– Beni mahrum edene vermemi,

– Bana zulmedeni affetmemi,

– Susma hâlimin tefekkür olmasını,

– Konuşma hâlimin zikir olmasını,

– Bakışımın ibret olmasını ve

– Ma’rufu emr etmemi, tavsiye buyurdu.” (Cezerî, Câmiu’l-usûl, XI, 687/9317; Kudâî, Şihâb, no: 1159)

Cenâb-ı Hakk’ın bu emirlerine bütün varlığıyla itaat eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, susma hâlinin tefekkür olmasına, hayâtı boyunca âzamî dikkat göstermiştir. Hind bin Ebî Hâle -radıyallâhu anh-, Efendimiz’i anlatırken şöyle demektedir:

“Nebiyy-i zî-şân Efendimiz, sürekli hüzünlü ve dâimâ düşünceli idi. Onun için rahatlık söz konusu değildi. Lüzumsuz yere hiç konuşmazdı. Kendisinin sükûtu, konuşmasından daha uzun sürerdi. Söze başlarken de, sözü bitirirken de hep Allâh’ın ismini anardı…” (İbn-i Sa’d, I, 422-423)

Yusuf Hemedânî hazretleri, bir mü’minin her hareketini tefekkürle yapması gerektiğini şöyle ifâde eder; “İnsanda îmânî bir tefekkür doğunca İslâmî davranışlar da onun ardından gelir. Bu ikisini yani amel ve tefekkürü bir araya getirmek ne şekilde mümkün ise bunları öylece birleştirmek gerekir.” (Rutbetü’l- Hayât, s. 60)

Kur’ân-ı Kerîm’de, Allâh’ın geçmişte bâzı kavimleri nasıl yüceltip, diğer bâzılarını da nasıl alçalttığını tefekkür etmemiz emredilmektedir. (İbrâhîm 14/5) Daha önceki kavimlerin helâk edildikleri günler ve sebepleri üzerinde düşünmek; nefsin dünyâdan soğuyup uzaklaşmasını, dünyâ hayâtına çekidüzen vermesini ve günâhlardan sakınmasını sağlar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Onlar, Allâh’ın gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi, ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yarattığını, hiç kendi kendilerine tefekkür etmediler mi? Gerçekten insanların çoğu, Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.

Onlar, yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna ibret nazarıyla bakmazlar mı? Öncekiler, kendilerinden daha güçlüydüler. Toprağı sürmüşler ve yeryüzünü kendilerinden daha çok îmâr etmişlerdi. Peygamberleri onlara da deliller getirmişti. Demek Allâh, zulmetmemiş, lâkin onlar kendilerine zulmetmişlerdi.” (er-Rûm 30/8-9)

Sevgili Peygamberimiz, ölümü de çokça tefekkür etmeyi emretmiştir. Çünkü bir insan, kendisinin dünyâ ile ilişkisinin kesileceğini, hayır ve şer ne işlemişse onlarla baş başa kalacağını, yaptıklarına karşılık sevap ya da azab göreceğini düşündüğünde, günâhlardan uzaklaşır ve sâlih amellere meyli artar. Yani ölümü tefekkür etmek, hayâtı anlamlandırmakta ve âhireti güzelleştirmektedir. Mustafa Fevzi Efendi, ölümü tefekkür sadedinde şöyle der:

Gireceksin daracık ka’r-ı türâba yalınız

Seni Allâh çekecek haşr ü hesâba yalınız

Ne tedârik edebildin o cevâba yalınız

Koyacaklar seni bir dâr-ı harâba yalınız

Ferâh-ı kalbine yardım edecek dâr ara bul.

            Bu tenin nefs-i denî uğruna kurbân gidecek

            Gidecek izzet ü rif’at şeref ü şân gidecek

            A zavallı ne düşmezsin acep can gidecek

            Her ne vardır gidecek servet ü sâmân gidecek

            Yalnız kabre girersin sana bir yâr ara bul

Ne getirdin diyecekler sana rûz u arasat

Yaka yırtıp gelecekler o yere cümle usât

Bulunur mu sana hemdem acaba hiç heyhât

Düşünür müsün acep savm u salât hacc u zekât

O Şehinşâh-ı rüsul Ahmed-i Muhtârı ara bul

Günün en kıymetli ve tesirli kısmını teşkil eden seher vakitleri, tefekkür için en münbit zamanlardır. İnsanın seherlerde günâhlarını düşünerek istiğfar etmesi, ilâhî azâbı düşünüp duygulanması, ölümü hatırlaması ve hayâtının geri kalan kısmını nasıl değerlendireceğini planlaması, Allâh Teâlâ’nın istediği ve sevdiği bir harekettir. Allâh Resûlü, tefekkür için özellikle gecelerden istifâde ederdi. Gözyaşları içinde ayakları şişinceye kadar kıyamda kalır, saatlerce rukû ve secde hâlinde dururdu.

Atâ -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatıyor: Hz. Âişe’ye:

– Allâh Resûlü’nde gördüğün en şaşırtıcı hâli bana haber verir misin? dedim. Âişe vâlidemiz:

– Onun hangi hâli şaşırtıcı değildi ki! dedi ve şöyle devam etti; Bir gece yanıma geldi, yatağa girdi, sonra:

“– Müsâade edersen kalkıp Rabbıma ibadet edeyim.” buyurdu. Ben:

– Vallâhi seninle berâber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim, dedim. Bunun üzerine kalktı, abdest aldı, sonra namaza durdu ve ağladı. O kadar ağladı ki göz yaşları göğsüne aktı. Sonra rükûya vardı, yine ağladı, sonra secdeye vardı, secdede iken de ağladı, sonra secdeden başını kaldırdı yine ağladı. Bu durum ta Bilâl gelip sabah ezânını okuyuncaya kadar devam etti. Bilâl -radıyallâhu anh-, Habîb-i Ekrem’in ağladığını görünce:

– Ey Allâh’ın Resûlü, geçmiş ve gelecek bütün günâhların affedildiği hâlde seni ağlatan nedir? diye sordu. Efendimiz:

“– Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle bir âyet indirildi ki onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” dedi ve şu âyet-i kerîmeleri okudu:

“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her ân) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!» (derler.) (Âl-i İmrân 3/190-1) (İbn-i Hibbân, II, 386)

Allâh Teâlâ, başka âyetlerde inanmayanların yeryüzünde yaratılmış olan delilleri görmeden geçip gittiklerini bildirir. Cenâb-ı Hakk’ın beğendiği, târif ve tavsif ettiği samîmî mü’minler ise Allâh’ı her zaman zikrederler, göklerin, yerin, insanın, diğer varlıkların yaratılışını ve insana âmâde kılınışını tefekkür ederler; çevrelerindeki her incelikte Allâh’ın kudretini, delillerini ve sanatını görürler. Bütün bunların boşuna yaratılmadığını idrak ederek Yüce Yaratıcı’yı tesbih ve her türlü noksanlıktan tenzih ederler. Böylece O’na yakınlaşmaya yol ararlar. Sonunda da o kudret ve kemâl sâhibi Allâh’tan kusurlarını bağışlamasını ve kendilerini cehennemden korumasını isterler.

Kâinâtta cereyân eden en ufak kudret akışlarının bile mü’mine Allâh’ı hatırlatacağını Dîvân Edebiyâtı’nın usta şâiri Fuzûlî şöyle dile getirir:

Olsa istidâd-ı ârif kâbil-i idrâk-i vahy,

Emr-i Hak irsâline her zerredir bir Cebreîl!

“Eğer ârif, vahyi idrâk edebilme kâbiliyetine sâhip olsa, kâinattaki her zerre, ona Hakk’ın emrini ulaştıran bir Cebrâil kesilir.”

Allâh Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde; “düşünmez misiniz”, “düşünenler için deliller vardır.” ifâdeleriyle, müminleri tefekküre teşvik etmektedir. Nitekim Allâh Teâlâ, üzerinde düşünmek için de sayısız varlık yaratmıştır. Gördüğümüz, farkına vardığımız her şey, Allâh’ın bir delili olduğuna göre göklerde, yerde ve bunların arasında bulunan bütün varlıklar bizim için bir tefekkür vesilesidir. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Allâh Teâlâ o suyla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden yaratır. Şüphesiz bunda tefekkür eden bir topluluk için işâretler vardır.” (en-Nahl 16/11)

Mü’minin mîrâcı olan namaz da, hakikatte Allâh Teâlâ’nın azameti hakkında başlı başına bir tefekkürdür. Ebû Zerr -radıyallâhu anh-, Allâh Resûlü’nün bu hâlini şöyle anlatır:

“Peygamber Efendimiz bir gece kıyamda sabaha kadar:

«Eğer kendilerine azâb edersen, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Şâyet onları bağışlarsan, kudreti ile her şeye üstün gelen Azîz, hikmetiyle her yaptığını yerli yerince yapan Hakîm Sen’sin!» (el-Mâide 5/118) âyetini tekrarladı durdu.” (Nesâî, İftitâh, 79; İbn-i Hanbel, V, 156)

Bu rivâyetlerden anlaşıldığına göre, bütün ibâdetlerimiz, konuşmalarımız ve her türlü hareketimiz tefekkürle olmalıdır. Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’i, düşüne düşüne tertîl üzere okumak gerekmektedir. Hz. Ali -radıyallâhu anh-, kıraatin tefekkürle olması gerektiğini ifâde ederek şöyle demiştir:

“Tefekkür edilmeden yapılan kıraatte ve ince bir anlayış olmadan yapılan ibâdette hayır yoktur. Gerçek âlim, halkı Allâh’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen, Allâh’ın mekrinden de emin kılmayan ve insanları Kur’an’dan başka şeye rağbet ettirmeyen kimsedir.” (Bkz. Dârimî, Mukaddime, 29; Ebû Nuaym, Hilye, I, 77)

Allâh Teâlâ, mü’minleri olduğu gibi, kâfirleri de tefekküre dâvet etmektedir:

“De ki; size bir tek nasihat edeceğim: İkişer ikişer ve teker teker kalkıp Allâh’ın huzûrunda durun, sonra iyice tefekkür edin!…” (Sebe’ 34/46)

Burada Resûl-i Muhterem Efendimiz, müşrik muhâtaplarına tek tek veya topluca Allâh’a kulluk etmelerini, kendisinin de O’nun gerçek bir peygamberi olduğunu düşünmelerini tavsiye etmektedir. Sâdece bu bir tek öğüdü tutmaları hâlinde bile, gerçekleri kavrayacaklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini anlayacaklarını hatırlatmaktadır. Yani bütün iş, kulluk ve derin bir tefekkürde temerküz etmektedir. [2]

Lokman -aleyhisselâm- yalnız başına tenhâ bir yerde oturup tefekkür etmeyi çok sever ve bunu sık sık tekrarlardı. Kendisine:

– Niye yalnız oturuyorsun? İnsanlarla oturup sohbette bulunsan daha iyi olmaz mı? diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

– Uzun süre yalnız kalmak, tefekküre daha müsaittir. Uzun süre tefekkürde bulunmak da, insanı cennetin yoluna sevkeder. [3]

Kâinâtın her zerresi insanı Allâh’a ulaştıracak kudret akışlarıyla dolu bir mânâ ummânıdır. Tefekkür ehli için bitmez tükenmez bir hazînedir. Şâir ne güzel söylemiştir:

Bir kitâbullâh-ı a’zamdır serâser kâinât

Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allâh çıkar.

“Kâinât baştan başa Allâh’ın en büyük kitabıdır. Bu büyük kitâbın hangi harfini okusan, mânâsının hep Allâh olduğunu görürsün. Kâinâtın hangi zerresi üzerinde tefekkür etsen, seni Allâh’a ulaştırır.”

Mahlûkât üzerinde tefekkür ederek Hallâk-ı âlem’e ulaşabilenler, dünyâda huzûr içinde yaşadıkları gibi cennete ve Cemâlullâh’a da nâil olurlar.



[1] Bu kâinât kitabının her bir yaprağında okunup ibret alınacak binlerce ders vardır. Yâ Rabbî! Âlemi bir mektep olarak görüp tefekkürle ondan ders almak ne güzeldir.

[2] Bu ilâhî tavsiye herşeyden önce vâkî olan bir hakîkati zımnen takrir etmektedir. İctimâî zekâ, fertlerinin zihnine ortak damgasını basar ve insanlar toplum hâlinde bulundukları zaman fert hâlinde bulundukları zamanlardan farklı olarak düşünürler. Kur’ân-ı Kerîm’in bu hükmü, toplumun fertlerinin kendi başına kalmasını veya bir başkasıyla başbaşa verip toplumun tesirinden ve baskısından kurtularak gerçekleri düşünmesini emretmektedir. Bu toplumsal zekânın hâkimiyetini ve fertler üzerindeki ilmî tesirini kabul etmekle beraber âyet-i kerîme ortak zekânın öngördüğü hususların her zaman doğruya yakın olmayacağını ifâde etmekte ve her ferdin kendi hür fikrini dile getirmesini, bu genel kararları dürüstçe eleştirerek bağımsız düşünceye ulaşmasını istemektedir. Böylece fertlerin ve toplumların sapıtıp şaşırmasının önleneceğini, iyi ve güzelin hâkim olacağını belirtmektedir. (Muhammed Draz, s. 203)

[3] Tarsus’ta tarîhî bir câmide Lokman -aleyhisselâm-’ın îtikâfa çekilip tefekkür ettiği yer, günümüzde makam olarak ziyâret edilmektedir.

%d bloggers like this: