E. KUR’ÂN-I KERÎM’LE ÜLFETİ

 

“… Onlar gece vakitleri secde ederek Allâh’ın âyetlerini okurlar.”

Âl-i İmrân 3/113

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Rabbinin kendisine indirdiği kelâmına en yüksek saygı ve ihtimâmı gösterir, haşyet ve hasretle devamlı okurdu. Ashâb-ı kirâm da, üsve-i hasene olan Efendimiz’e uyarak Kelâmullâh’ı ellerinden bırakmaz, dillerinden düşürmezlerdi. Sakîf temsilcilerinden Evs bin Huzeyfe bu husûstaki müşâhedesini şöyle anlatır:

“Resûlullâh Efendimiz bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi.

– Yâ Resûlallâh! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız? diye sorduk. Peygamber -aleyhisselâm-:

«– Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazife edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim.» buyurdu. Sabaha çıkınca ashâb-ı kirâma:

– Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz? diye sorduk. Onlar:

– Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devamındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf sûresinden sonuna kadar Mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi kısımda) okuruz, dediler.” (İbn-i Hanbel, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

Sevgili Peygamberimiz, gecelerin derinliğinde Allâh Teâlâ’nın huzûrunda namaza durduğunda, saatlerce Kur’ân okur ve bundan doyumsuz bir haz alırdı. “Allâh, geceleyin iki rekât namaz kılan bir kulunu dinlediği kadar hiçbir kimseyi dinlemez…” buyurarak (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 17), yalnız kıldığı namazlarda uzun uzun Kur’ân okumasının hikmetini bildirirdi.

Onun kırâati, açık bir şekilde harf harf, tertîl üzere yani teennî ve tedebbür ile, aynı zamanda tecvid kâidelerine uygun olarak yapılan bir okuyuş idi. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 23) Çünkü Allâh Teâlâ Resûl-i Ekrem Efendimiz’e:

“Kur’ân’ı ağır ağır, tâne tâne oku!” (el-Müzzemmil 73/4) diye emir buyurmuştur. O da her husûsta olduğu gibi, bu konuda da tam bir teslîmiyetle emre itaat etmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’i o şekilde okumuştur.

Tertîl, aslında âhenk ve nizâm mânâsına gelip Kur’ân-ı Kerîm’i acele etmeden ve her harfin hakkını vererek ağır ağır okumaktır. Âyet-i kerîmede “rettil” emrinin “tertîlen” masdarı ile te’kîd edilmesi de bu tertîlin en güzel mertebede olması istenildiğini gösterir. Kur’ân okumak, sâdece ses güzelliği ile rastgele teğannî yapmak kabîlinden bir mûsıkî işi değildir. Bilakis o, nazmın mânâ ile münâsebetini, fesâhat ve belâğatını gözetmek sûretiyle, mânâyı duyarak ve mümkün olduğu kadar da duyurarak okumaktır. Bu sebeple Kur’ân okumakta tertîl ve tecvid son derece lüzumludur.

Bütün ömrü İlâhî Vahyi almak ve tebliğ etmekle geçen Efendimiz, Ramazan ayına ulaştığında Kur’ân-ı Kerîm’e daha çok önem verirdi. Dostu Cebrâil -aleyhisselâm- bu ayda her gece iner, Kur’ân-ı Kerîm’i Allâh Resûlü ile mukâbele ederdi. (Müslim, Fedâil, 50) Vefatlarından önceki Ramazan’da ise bu mukâbeleyi iki kere yapmışlardı. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 7)

Habîb-i Ekrem Efendimiz, Kur’ân-ı Kerîm’i okumayı sevdiği gibi, aynı şekilde onu başkalarından dinlemekten de ayrı bir haz alırdı. Bu sebeple zaman zaman ashâbından güzel Kur’ân okuyanları husûsî olarak dinlerdi. Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır; Gözümüzün Nûru Efendimiz:

“– Bana Kur’an oku!” buyurdu. Ben:

– Ey Allâh’ın Resûlü, Kur’an sana indirilmişken ben mi sana Kur’an okuyayım? dedim.

“– Kur’an’ı başkasından dinlemekten pek hoşlanırım.” buyurdu. Bunun üzerine kendisine Nisâ sûresini okumaya başladım. 41. âyete geldiğimde:

“– Şimdilik yeter!” buyurdu. Bir de baktım ki mübârek gözlerinden yaşlar akıyordu. (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)

Fahr-i Kâinât Efendimiz Kur’ân’ı dinlerken ağlıyorsa, Müslümanların Allâh korkusuyla ve rahmet ümidiyle sürekli tefekkür hâlinde, kaygılı ve hürmetli olmaları elbette daha isâbetli bir davranıştır.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bazen de Kur’ân okuyan ashâbını habersizce dinler ve mesrûr olurdu. Bu husûsta Hz. Âişe’nin yaşadığı güzel bir hâtıra şöyledir:

Birgün yanına gitmekte geç kaldığında, Efendimiz kendisine bunun sebebini sormuştu. O da:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Mescidde bir adam vardı ki ondan daha güzel Kur’ân okuyan kimse görmedim, diyerek gecikme sebebinin Kur’an dinlemekten kaynaklandığını belirtti. Bunun üzerine Efendimiz mescide giderek o zâtın Sâlim -radıyallâhu anh- olduğunu gördü. Hissiyâtını şöyle dile getirdi:

“Ümmetim arasında senin gibi birini bulunduran Allâh’a hamd olsun” (İbn-i Hanbel, VI, 165)

1. Kur’ân’ı Anlayarak Okumak

Hâce-i Kâinât Efendimiz, Kur’ân’ı hayâtının her alanına yerleştirmiş, onunla aynîleşmiş ve güzel ahlâkı ile canlı bir Kur’ân hâline gelmişti. Muallim Nâci, bu hakîkati bir beytinde ne güzel ifâde eder:

Hüsn-i Kur’ân’ı görür insan olur hayrân sana

Dest-i kudretle yazılmış Hilye’dir Kur’an sana

“İnsan Kur’ân-ı Kerîm’in fesâhat, belâğat ve mânâ güzelliklerini görerek ona hayrân olur. İşte o Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın kudret eliyle, senin medhin için yazılmış bir hilyedir; güzel ahlâkının tavsîfidir.”

Allâh’ın Kelâmı’nı okuyan bir kimse, hakîkatte Resûlü’nün şemâilini, ahlâkını, karakterini ve hayâtını okumuş olur. Bu sebeple mü’minlerin Kur’ân ile ülfet etmeleri, onu çok okumaları ve üzerinde tefekkür ederek hayâtlarına tatbik etmeleri lâzımdır. Efendimiz:

“Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyâmet gününde kendisini okuyanlara şefaatçı olarak gelecektir.” (Müslim, Müsâfirîn, 252)

“Kim Kur’ân-ı Kerîm’den bir harf okursa, onun için bir hasene vardır. Her bir hasenenin karşılığı da on sevaptır. Ben, elif lâm mîm bir harftir demiyorum; bilâkis elif bir harftir, lâm bir harftir, mîm de bir harftir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 16) buyurarak mü’minleri sürekli ve disiplinli bir şekilde Kur’an okumaya teşvik etmiştir. Binâenaleyh bir mü’minin Kur’ân’ı okuyup hatmettiğinde, hemen başa dönerek onu tefekkür ile ve anlayarak tekrar okumaya devâm etmesinin lüzûmunu anlatan şu hâdise, ne kadar mühimdir:

Bir adam Resûlullâh Efendimiz’e gelerek:

– Yâ Resûlallâh! Hangi amel daha sevimlidir? diye sordu. Habîb-i Ekrem:

“– Hâl ve mürtehil(in ameli) cevâbını verdi. Adam tekrar:

– Hâl ve mürtehil kimdir? diye sorunca Efendimiz:

“– Kur’ân’ı başından sonuna kadar okuyan ve her bitirdiğinde hemen başa dönüp yeniden başlayandır.” buyurdular. (Tirmizî, Kırâât, 11)

Kur’ân’ı sâdece okumak bile ibâdettir ve bunun için büyük sevaplar va’dedilmiştir. Ancak asıl maksat onun anlaşılması, yaşanması ve tebliğ edilmesidir. Bu sebeple okumanın da bir rûhu vardır. O da Kur’ân tilâveti esnâsında, büyük bir şevk ve saygı ile Allâh Teâlâ’ya yönelmek, Kur’ân’ın mev’izeleri üzerinde düşünmek, hükümlerine gönülden boyun eğmek, ders verici mesel ve kıssalarından ibret almak, Allâh Teâlâ’nın sıfat ve âyetlerinden her bahsedilişinde “Sübhânallâh” demek, cennet ve rahmetten söz edildiği her yerde O’nun fazl u kereminden istemek, cehennemden ve gazabından söz edilen yerlerde ise Allâh’a sığınmaktır.

Mü’min kişi, Kur’an okurken, Allâh’ın huzûrunda durduğunu ve Allâh’ın da kendisini dâimî olarak gördüğünü hissetmelidir. Kalben sanki Allâh’ı müşâhede ediyor ve Rabbi kendisine hitap ediyormuşçasına bir hâlet-i rûhiye içinde bulunmalıdır. Âyetlerde bahsedilen Allâh’ın zâtını, sıfatlarını, fiillerini, yüceliğini düşünmeli; affını, rahmetini, mağfiretini dilemeli; Allâh düşmanlarının helak oluşlarını, onların ibret verici âkıbetlerini göz önüne getirmeli; peygamberleri ve Allâh dostlarını hatırlamalıdır. Kısacası, Kur’an-ı Kerîm’i farkına vararak okumalıdır. Mânaya vâkıf olmayan bir kimse de kalbini tilâvete hazırlamalı, ibâdet vakar ve saygısı içinde bulunmalıdır. Böylece gönlü saygı ve ta’zîm nûruyla süslenmiş, orada Hak Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’ân’ın azameti bütün ihtişâmıyla tecellî etmiş olur. Mümkünse, Kur’an’ın tefsirini okumalı, anlamaya çalışmalı, güç yetiremiyorsa, âlim ve fâzıl kişilerin va’z, nasihat ve sohbetlerine katılmaya gayret etmelidir.

Ashâb-ı kirâm Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den on âyet öğrendiklerinde, bunlardaki ahkâmı iyice anlayıp tatbik etmeden diğer on âyete geçmezlerdi. Biz ilmi ve ameli birlikte öğrendik, derlerdi. (İbn-i Hanbel, V, 410) Meselâ İmam Mâlik, Abdullâh bin Ömer’in Bakara sûresini öğrenmek için üzerinde sekiz sene çalıştığını rivâyet etmektedir. (Muvatta’, Kur’ân, 11) Bu rivâyetle alâkalı olarak el-Bâcî şu îzâhı yapar; “Bu durum, onun hâfızasının yavaşlığı sebebiyle değildir. Bilakis o Kur’ân-ı Kerîm’in ferâizini, ahkâmını ve bunlara tealluk eden şeyleri öğrenmek ve tatbik etmek için bu kadar zaman ayırmıştı.” (Kettânî, II, 191)

Mevlâna -kuddise sirruh- ne güzel söyler:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- zamânında sahâbeden her kim bir veya yarım sûre ezberlese, ezberinde bir sûre var diye insanlar ona ta’zîmde bulunurlar ve parmakla gösterirlerdi. Çünkü onlar, Kur’ân’ı en güzel şekilde anlayıp hazmederler, âdetâ yer gibi okurlardı. Bir kimsenin altı veya on iki batman[1] ekmek yemesi, elbette büyük bir iştir. Ancak ağzına alıp çiğnedikten sonra çıkarmak şartıyla bin merkeb yükü ekmek yemesi dahi mümkündür. «Nice Kur’ân tilâvet edenler vardır ki, Kur’ân onlara la’net eder.» îkâzı vârid olmuştur. İşte bu, Kur’ân’ın ma’nâsına vâkıf olmayan kimseler hakkındadır.” (Fîhi Mâ Fîh, s. 78)

Gerçi Kur’ân’ın mânâları bitip tükenmez nihâyetsiz bir deryâdır. Muhammed Pârsâ hazretlerinin dediği gibi; “Kur’ân’ın âyetlerinin ve harflerinin hakîkî mânâları âşikâr olsaydı, onun tecellîsine yedi kat gök ve yerler tahammül edemezdi.” Şâir, ilmin gelişmesi sonucu kâinâtın altının üstüne getirildiği ve bir çok keşifler yapıldığı halde Kur’ân’ın mânâlarının henüz çok azının ortaya çıktığını güzel bir beytinde şöyle ifâde etmektedir:

Bikr-i fikr-i kâinât çâk çâk oldu fakat

Perde-i ismette kaldı maânî-i Kur’ân henüz.

“Kâinât ve varlık hakkında her türlü düşünceler enine boyuna tartışılıp açıklandığı halde, Kur’ân’ın eşsiz ve nihâyetsiz mânâları, henüz kat kat perdeler arkasında anlaşılacağı zamanı beklemektedir.”

Ancak bize düşen Kur’ân-ı Kerîm’in o engin mânâ deryâsından istidâdımız nisbetinde öğrenmek ve amel etmektir. Zirâ onu bütün derinliği ile ihâta etmek beşerî tâkatin fevkindedir. Şâir ne güzel söyler:

Bir bahr-i cevâhir içre daldım

Ben muktedir olduğumca aldım

Bir katredir ancak aldığım hep

Deryâ yine durmada lebâlep

Bu sebeple, Âlemlerin Rabbi’nin nihâyetsiz bir mânâ ummânı olan Kelâm-ı İlâhîsi’ni huşû içinde, büyük bir saygı ve hürmetle okumak gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’den hakkıyla istifâde edebilmek de ancak buna bağlıdır.

Huşû veya haşyet, insanın Rabbine karşı duyduğu saygıdır. İlim ve irfân sâhibi olan ve yürekleri Allâh saygısı ile dopdolu bulunan kimselerin, Kur’an karşısında büyük bir vecd içinde ağlayarak derhal secdelere kapanıp onun kudretini ve hak olduğunu itiraf ettiklerini Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:

(Kur’an okunduğu zaman) ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar. Kur’an onların saygısını artırır.” (el-İsrâ 17/109)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kur’ân-ı Kerîm’i devamlı olarak huşû içinde okuyan, muhtevasıyla amel eden, hayâtının her safhasını onun emir ve yasakları doğrultusunda tanzim eden kimseleri, “Ehl-i Kur’ân” diye isimlendirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm kıyâmet gününde, gece uykusuz gündüz susuz bıraktığı (İbn-i Mâce, Edeb, 52) bu kimseleri, kurtarmak için gayret edecektir. Bu hakikati hadîs-i şerîf şöyle ifâde etmektedir:

“Kıyamet gününde Kur’an ve dünyâdaki hayâtlarını ona göre tanzim eden Kur’an ehli mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri Kur’an’ın önüne geçer… Her ikisi de kendilerini okuyanları müdâfâ için birbiriyle yarışır.” (Müslim, Müsâfirîn, 253)

Resûlullâh Efendimiz Ehl-i Kur’ân’ın, sâdece kendilerine değil, yakınlarına da faydalı olacaklarını şöyle bildirmektedir:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir tâc giydirilir. Bu tâcın nûru, güneşin dünyâdaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’an-ı Kerîm ile bizzat amel edenin nûru nasıl olur, bir düşünün!” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14)

Kur’ân’ı sâdece ezberleyen ve güzel sesle okuyan kimseler, onunla amel etmedikleri müddetce “Kur’ân ehli” sayılamazlar. Müslümanlar için aslolan, Kur’an’ı hayâta hâkim kılma niyeti, düşüncesi ve gayreti içinde olmaktır. Nitekim şâir, okuyucunun güzel sesine takılıp kalmadan daha ötelere geçerek, Allâh’ın sözünü doğru olarak anlamaya ve kalben hissetmeye çalışmak gerektiğini, şöyle ifâde etmiştir:

Kavl-i Bâri’yi işit Bâri’den

Perdedir geç neğam-ı kârîden.

“Ey Kur’ân’ı okuyan kişi! Kalb gözünü aç da, Bârî olan Allâh Teâlâ’nın kelâmını, yine O’ndan dinle! Okuyucunun yaptığı nağmeler, senin için birer perdedir; sakın onlara takılıp kalma!”

Kur’ân’ı öğrenmek ve anlamak için bir araya gelip sohbet etmek ve ders yapmak da Resûlullâh Efendimiz’in medhettiği güzel bir ameldir. Bu gayret içinde olan insanların nâil olacakları nimetler, bir hadîs-i şerîfte şöyle anlatılmıştır: “…Bir cemâat, Allâh Teâlâ’nın evlerinden bir evde toplanıp Allâh’ın kitabını okur ve onu aralarında müzâkere eder, anlayıp kavramaya çalışırlarsa, üzerlerine sekînet iner ve kendilerini rahmet kaplar. Melekler onları kuşatır, Allâh Teâlâ da onları kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder…” (Müslim, Zikr, 38)

Kur’ân-ı Kerîm’e son derece ehemmiyet atfeden Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashâbından da böyle olanları sever ve onlara kıymet verirdi. Nitekim, Sakîf temsilcilerinden yaşı en küçük olan Osman bin Ebi’l-Âs -radıyallâhu anh-’ı, Kur’ân’ı en iyi bildiği ve onu anlama yolunda gayret sarfettiği için emir tâyin etmiştir:

Sakif kabilesinin temsilcileri Osman bin Ebi’l- Âs’ı, aralarında yaşca en genç olduğu için geride, hayvanlarının yanında bırakmışlardı. Temsilciler onun yanına dönüp öğle sıcağında uykuya daldıkları zaman, Osman -radıyallâhu anh- Peygamberimiz’in yanına gelerek ona dinî sorular sorar, Kur’ân-ı Kerîm dinler ve öğrenirdi. Böylece Efendimiz’den bâzı sûreleri okuyup ezberledi.

Temsilci arkadaşlarından önce gizlice bey’at edip Müslüman olan Osman -radıyallâhu anh-, Resûlullâh Efendimiz’i meşgul bulduğu zaman, ya Ebûbekir’e ya da Übeyy bin Ka’b’a gider, soracağını sorar, okumak istediğini okurdu. Onun bu hâli Resûlullâh Efendimiz’in hoşuna gidiyor, kendisini seviyordu. Sakif temsilcileri yurdlarına dönmek istediklerinde :

– Yâ Resûlallâh! İçimizden birini bize imam yap! dediler. O da Osman bin Ebi’l-Âs’ı, yaşca en gençleri olmasına rağmen onlara imam tâyin etti. (İbn-i Sa’d, V, 508; İbn-i Hişâm, IV, 185; İbn-i Hanbel, IV, 218)

Resûlullâh Efendimiz’in Kur’ân ehline olan bu itibârı ölülere de şâmildi. Câbir -radıyallâhu anh-’den rivâyet edildiğine göre, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Uhud Gazvesi’nde şehid düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde bir araya getirtmiş:

“– Bunların hangisi daha çok Kur’an bilirdi?” diye sormuş ve şehidlerden hangisi gösterilirse, önce onu kıble tarafına koymuştur. (Buhâri, Cenâiz, 73, 75)

Bütün bunlar gösteriyor ki hamele-i Kur’ân, gerek Allâh Teâlâ gerekse Resûl-i Ekrem’i nezdinde fevkalâde bir kıymeti hâizdir.

2. Ashâbın Kur’ân’la Ülfeti

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in nebevî terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâm da, Kur’ân-ı Kerim’e gereken ehemmiyeti vermişler, onunla duygulanmışlar ve onunla yaşamışlardır. Onlar Kur’ân’ı çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân’la başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. Hatta Hz. Osman, çok okuduğu için iki Mushaf eskitmişti. (Kettânî, II, 197)

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- de, sesi çok güzel olan ve Kur’ân’ı pek mükemmel okuyan Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-’a zaman zaman:

– Ey Ebû Mûsâ! Bize Rabbimizi hatırlat, derdi. O da Kur’ân okurdu. (Ebû Nuaym, I, 258) Yine bir defâsında Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye:

– Kardeşim! Bizi Rabbimize doğru coştur, demişti. O da Kur’ân okumaya başladı. Bir müddet okuduktan sonra Hz. Ömer’i namaza çağırdılar. Dalmış olduğu mânevî âlemlerden uyanan Halîfe:

– Biz namazda değil miydik? (İbn-i Sa’d, IV, 109) diyerek şaşkınlığını ifâde etti. Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’i çok okuyan ashâb-ı kirâmın, aynı zamanda onu dinlemekten ne kadar derin bir haz aldığını da göstermektedir.

Resûlullâh Efendimiz, ümmetine Kur’ân-ı Kerîm’i çok okumayı emretmekle birlikte aşırı gidenleri de uyarırdı. Zâten hangi husûsta olursa olsun, dinde aşırı gitmeyi ne Allâh Teâlâ ne de Resûlü tasvib etmişlerdir. Abdullâh bin Amr bin Âs -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bana:

«– Senin bütün günleri oruçlu geçirdiğinden ve her gece Kur’an’ı hatmettiğinden haberdar olmadığımı mı sanıyorsun?» dedi. Bunun üzerine ben:

– Elbette haberdarsındır, yâ Resûlallâh! Fakat, ben bununla sâdece hayra ulaşmayı umuyorum, dedim. Peygamber Efendimiz:

«– Allâh’ın Nebîsi Dâvûd’un orucunu tut, çünkü o insanların en çok ibâdet edeni idi. Ayda bir defa da Kur’an’ı hatmet!» buyurdu. Ben ise:

– Ya Resûlallâh! Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter, dedim. O:

«– O hâlde yirmi günde bir hatmet!» buyurdu. Ben yine:

– Ya Resûlallâh! Bundan daha fazlasını yapabilirim, dedim. Bu defâ o:

«– Öyleyse on günde bir hatmet!» buyurdu. Ben tekrar:

– Bundan daha fazlasına gücüm yeter, yâ Nebîyyallâh! diye ısrar edince:

«– Şu hâlde yedi günde bir hatim yap, artık bunun üzerine artırma!» buyurdu. Ben artırdıkça, meğer aleyhime artırılmış. Efendimiz bana:

«– Şüphesiz ki sen bilmiyorsun, belki ömrün uzun olur?» demişti.”

Abdullâh bin Amr -radıyallâhu anh- daha sonraları şöyle diyecektir:

– Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bana söylediği hâle döndüm. İhtiyarlayınca, onun ruhsatını kabul etmiş olmayı çok arzu ettim.

Bu mübârek sahâbî, Resûlullâh’ın sözünü dinlemediği için ne kadar büyük bir hatâ etmiş olduğunu anlamış ve zor da olsa, Allâh Resûlü’ne verdiği sözü yerine getirmeye çalışmıştır. Resûlullâh’a olan muhabbeti ve ahdine vefâsı nedeniyle, tâkatini zorlayarak son günlerini geçirmiştir. Geceleyin rahat etmek için Kur’an’ın yedide birini gündüz aile fertlerinden birine okuyup dinletirmiş. Güçlü ve kuvvetli olmak istediğinde de, bir kaç gün oruç tutmaz, daha sonra Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e verdiği sözden caymış olmamak için, tutamadığı günler kadar orucu kazâ edermiş. (Buhârî, Savm, 55-56-57; Müslim, Sıyâm, 181-193)

Yine Merhamet Ummanı Efendimiz:

“Sizden biri geceleyin kalkınca Kur’ân diline dolaşıp ne dediğini anlamamaya başlayınca, hemen yatsın.” (Müslim, Müsâfirîn, 223) “…Zîrâ uykulu uykulu namaz kılan kimse, istiğfar etmek isterken kendi kendine küfreder.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18) buyurarak, insanların kendilerine eziyet etmemeleri gerektiğini vurgulamıştır.



[1] Batman, iki okka ile sekiz okka arasında değişen bir ağırlık ölçüsüdür. Okka ise 1283 gramdır.

%d bloggers like this: