D. İNFÂKI

“Siz Allâh için ne verirseniz, Allâh onun yerine hemen yenisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

Sebe’ 34/39

İçtimâî nizâmın düzenlenip, toplumda zenginlik ve fakirlik açısından âhengin sağlanması, infâkın insanlar arasında yaygınlaştırılarak ahlâk hâline getirilmesine bağlıdır. Cemiyet içerisinde zenginler olduğu gibi, hiç şüphesiz zayıflar ve muhtaçlar da bulunur. Bu durumda imkânı olan herkesin, Allâh’ın rızâsını talep ederek, ihtiyaç sâhiplerini arayıp sorması, fakirlerin dertleri ile dertlenmesi ve her fırsatta bol bol infakta bulunması gerekmektedir.

İnfâk, önemine binâen hem Kur’ân-ı Kerîm’de hem de hadis-i şerîflerde en çok teşvik edilen ve faziletinden bahsedilen bir ibâdettir. Cenâb-ı Hak, kullarına bir lütuf olarak infâk ve hayır yollarını geniş tutmuş ve kolaylaştırmıştır. Bu meyanda Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bir kimsenin sevap umarak ailesinin nafakası için harcadığı malının (Buhârî, Îmân, 41), diktiği ağaçtan yenen meyvelerin, malından çalınan ve eksiltilen şeylerin, onun için sadaka olacağını müjdelemiştir. (Müslim, Müsâkât, 7)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ümmetine bizzat örnek olarak zengin bir infâk hayâtı yaşamış ve ashâbı da onu aynen taklid ederek, o ulvî hayâtı bizlere nakletmişlerdir. Allâh Resûlü’nün, sâhip olduğu mal varlığındaki tasarrufu, infâk esâsı üzerine kurulmuştur. Dünyâ malına bakışı da, yine infâk ve sadaka penceresinden olmuştur. Nitekim Efendimiz, ancak vermiş olduğu malı kendisine âit bilirdi. Onun vermekten duyduğu sevinç, yardım ettiği muhtâcın duyduğu sevinçten daha fazlaydı.

Peygamber -aleyhisselâm-, dünyâ hayâtını âhirete hazırlanmak için bir tarla olarak görürdü. Zîrâ dünyâda yapılan bütün amellerin karşılığı, âhirette muhakkak sâhibinin karşısına çıkacaktır. O nedenle Cenâb-ı Allâh’ın verdiği imkânlar nisbetinde âhiret sermâyesini artırmak gerekmektedir. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın bizzat yaşadığı şu hâdise Efendimiz’in, emrine âmâde olan dünyâya bakışını ve infâk anlayışını açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte Medine’nin Harre mevkîinde yürüyorduk. Derken, Uhud dağı karşımıza çıkıverdi. Efendimiz:

“– Ey Ebû Zer!” dedi. Ben:

– Buyur ey Allâh’ın Resûlü! Emrine âmâdeyim, dedim. Âlemlerin Efendisi:

“– Yanımda şu Uhud dağı kadar altın olsa, bu beni sevindirmez. Bir borcu ödemek için ayırdığımdan başka, yanımda bir dinar bulunduğu halde üç gün geçmesini istemem. -Elleriyle önüne, sağına, soluna ve arkasına verme işâreti yaparak- yanımda bulunanı, Allâh’ın kullarına şöyle şöyle dağıtmak isterim.” buyurdu. Sonra yoluna devâm etti ve:

اِنَّ الأَكْثَرِينَ هُمُ الأَقَلُّونَ يَوْمَ الْقِياَمَةِ

“Dünyâda varlığı çok olanlar, âhirette sevapları az olanlardır. Yalnız sağına, soluna ve ardına şöyle şöyle verenler müstesnâdır. Fakat onlar da ne kadar azdır.” buyurdu… (Müslim, Zekât, 32; Buhârî, İstikrâz, 3)

Sevgili Peygamberimiz’in savaş ganîmetlerinden bir çok arâzileri ve malları olurdu. Ancak o, bunları Müslümanların faydalanması için vakfeder (İbn-i Sa’d, I, 501-503), fakirlere tasaddukta bulunur ve ordunun ihtiyaçlarına harcardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in korkusuzca infâkta bulunması, onun Yüce Rabbi’ne olan güven ve îtimâdından kaynaklanmaktaydı. Nitekim bir defasında şöyle buyurmuştur:

“Allah azze ve celle «Sen infâk et ki, ben de sana infâk edeyim» buyurdu. Allah’ın hazîneleri geniştir. Bütün mahlûkâta verdiği rızıklar O’nun hazînesinden hiçbir şey eksiltmez. O, gece gündüz ardı arkası kesilmez infâklarda bulunur. Semâ ve arzı yarattığı günden beri Allâh’ın infâk ettiği şeyleri düşünün! Bunlar, O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir.” (Buhârî, Tefsîr, 11/2; Tevhîd, 22)

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylece bizlere, infâktan korkmamak gerektiğini bildirmiştir.

Dünyâ malı hiç gözünde olmayan Resûl-i Ekrem Efendimiz, infâk husûsunda şüphesiz insanların en eli açık olanı idi. Onun cömertliği bizim akıl ve hayâlimizin ötesinde idi. Onun bu yönünü Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Server-i Âlem Efendimiz, İslâm için kendisinden ne istenirse onu mutlaka verirdi. Hele bir keresinde yanına gelen birisine iki dağ arasını dolduran bir koyun sürüsü vermişti… Adam kabilesine dönünce:

– Ey kavmim! (Koşun) Müslüman olun! Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor, dedi.

Kimileri, sırf dünyâlık elde etmek için Müslüman olurlardı. Fakat çok geçmeden Müslümanlık onların gözünde, dünyâdan ve üzerindeki her şeyden daha değerli bir hâle gelirdi.” (Müslim, Fezâil, 57-58)

Efendimiz’in bu yüce ahlâkı ile alâkalı diğer bir rivâyet de şöyledir:

Medineli Müslümanlardan bir kısmı Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den bir şeyler istediler. O da verdi. Sonra yine istediler. Efendimiz, elindekiler bitinceye kadar verdi. Verebileceği şeyler tükenince, onlara şöyle hitâb etti:

“Yanımda bir şey olsaydı, sizden esirgemez verirdim. Kim dilenmekten çekinir ve iffetli davranırsa, Allâh onun iffetini artırır. Kim tok gözlü olmak isterse, Allâh onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Kim de sabretmeye gayret ederse, Allâh ona sabır verir. Hiçbir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve büyük bir lütufta bulunulmamıştır.” (Buhârî, Zekât, 50; Müslim, Zekât, 124)

İnfâkta bulunurken “Sadakaları Allâh alır.” (et-Tevbe 9/104) âyet-i kerîmesinin ifâde ettiği inceliği kavrayarak, muhâtabın izzet-i nefsini gözetmek ve rıfkla muâmele etmek lâzımdır. Zîrâ ihtiyacı açıkça belli olduğu halde, iffetinden dolayı isteyemeyen kimseler bulunduğu gibi, ihtiyacını çekinmeden ve ısrarla arzedenler de vardır. Bunları da kırmamak, güzellikle ve gönüllerini hoş ederek göndermek gerekir. “Ben cimri değilim.” (Müslim, Zekât, 127) buyuran ve cömertliği kendisine şiâr edinen Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden isteyen kimseleri geri çevirmeyi hiç arzu etmez, elinde varsa verir, yoksa, onlara güzellikle muâmele eder ve “geldiği zaman vereceği”ne dâir vaadde bulunurdu. Çünkü Yüce Rabbimiz, bu şekilde davranılmasını istemektedir:

(Ey Habîbim! Muhtaçlara vermek üzere) Rabbin’den bir nimet beklerken, (elinde vereceğin bir şey bulunmadığı için), isteyenlerden yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan, hiç olmazsa onlara yumuşak bir söz söyle!” (el-İsrâ 17/28)

Sevgili Peygamberimiz’in bu vasfını İmam Bûsirî, Kasîde-i Bür’e’sinde ne güzel ifade eder:

نَبِيُّنَا الامِرُ النَّاهِى فَلاَ اَحَدٌ اَبَرَّ فِى قَوْلِ “لاَ” مِنْهُ وَلاَ “نَعَمِ”

“Bizim peygamberimiz iyiliği emreden ve kötülüğü nehyedendir. Fakat «hayır»ı da «evet»i de ondan daha tatlı söyleyen başka bir kimse yoktur.”

 

1. İnfâkta Acele Etmek

Kâinâtın Efendisi, zarûrî ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, fazla olan malını biriktirmeden ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Âhiret zengini olabilmek için ihtiyaç fazlası malın, fakirlere ve darda kalmışlara bir an önce ulaştırılmasını arzulardı. Zîrâ o:

“Ey âdemoğlu! İhtiyâcından fazla olan malını sadaka vermen senin için hayırlıdır. Eğer vermeyip elinde tutarsan, senin için kötüdür. Yeterli miktarda mala sâhip olmaktan dolayı Allâh katında sorumlu tutulmazsın. İnfâka, bakmakla yükümlü olduklarından başla! Zîrâ veren el, alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 97) buyurarak âhiretini düşünen ve hesâbının kolay olmasını isteyen kimselerin “veren el” olmalarını tavsiye ederdi. Çünkü âhiret için infâk kadar bereketli bir hazırlık yoktur. Arap edebiyâtının ustalarından biri olan Harîrî, infâk ederek âhiret hazırlığı yapmak isteyenlere, acele davranmalarını söyleyerek şöyle hitâb eder:

“Ey kürkler içinde salınan servet sâhipleri! Kime dünyâlık verildiyse muhtaçlara dağıtsın ve gücü yetenler, elinden gelen yardımı esirgemesin. Zîrâ dünyâ gaddardır, zaman vefâsızdır. Kuvvet ve kudret bir rüyâya, fırsat da yaz bulutuna benzer. Vallâhi ben, çok kere kışı, bütün ihtiyaçlarını tedârik ederek karşılar, o gelmeden önce gereken şeyleri hazırlardım.” (Makâmât, s. 188)

Tebliğ ettiği her şeyi, bizzat kendisi tatbik ederek canlı bir Kur’ân olan Efendimiz, başta infâk olmak üzere hayır işlerinde acele davranırdı. Niyet ettiği güzel bir ameli, herhangi bir mânî sebebiyle terk etmeyi hoş görmezdi. Onun bu hasletini gözler önüne seren güzel bir misâli, Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:

“Bir keresinde, Medine’de İki Cihân Güneşi Efendimiz’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Resûl-i Ekrem Efendimiz, selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Safları yararak hanımlarından birinin odasına gitti. Cemâat, onun bu telaşından endişe ettiler. Sevgili Peygamberimiz kısa bir müddet sonra döndü. Ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve davranışının sebebini açıklayarak:

«Odamızda biraz altın olduğunu hatırladım da beni (hayırda acele etmekten) alıkoymasını istemedim ve derhal dağıtılmasını emrettim.» buyurdu.” (Buhârî, Ezân, 158)

Muhtaçların çok olduğu bir toplumda infâkın ehemmiyeti bir kat daha artmaktadır. Müslümanın sâhip olması gereken merhamet duygusu, fakirlerin ihtiyaç içinde kıvranmaları karşısında kayıtsız kalınmasına müsâade etmez. Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz, ihtiyaç sâhiplerini kendine tercih eder ve onlara infâkta bulunurdu. Hele muhtaç olduğu hâlinden açıkça belli olan kimseleri görünce, rahmet dolu yüreği hiç dayanamaz, onların yaralarını sarmak için çırpınırdı. Cerir bin Abdullâh -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Birgün erken vakitlerde Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda idik. O esnâda Mudar kabilesinden, kaplan derisine benzeyen alaca çizgili elbise ve abalarını delerek başlarından geçirmiş, neredeyse çıplak vaziyette olan, kılıçlarını kuşanmış bir topluluk çıkageldi. Onları bu derece fakir görünce Efendimiz’in yüzünün rengi değişti. Hemen eve girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezân okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kâmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu:

«Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbiniz’e hürmetsizlikten sakının. Allâh şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.» (en-Nisâ 4/1) Sonra da Haşr sûresinde geçen şu âyeti okudu:

«Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!» (el-Haşr 59/18) Daha sonra:

«Her bir fert altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hatta yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.

Bunun üzerine Ensâr’dan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hatta kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Resûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu.” (Müslim, Zekât, 69)

Gönüller Sultânı Efendimiz, vefat ettiği gün, Hz. Âişe’nin yanında altı veya yedi dînar bulunuyordu. Allâh Resûlü bunları fakirlere dağıtmasını ona emretmişti. Hz. Âişe ise Efendimiz’in hastalığıyla meşgul olduğu için buna fırsat bulamamıştı. Peygamber Efendimiz baygınlığı geçip ayıldığı zaman:

“– Dînarları ne yaptın? Fakirlere dağıttın mı?” diye sordu. Hz. Âişe:

– Hayır! Vallâhi senin hastalığın beni meşgul etti! dedi. Peygamberimiz onları isteyip getirtti, avucuna aldı ve:

“– Bu dînarlar yanında bulunduğu halde ölüp Allâh’a kavuşacak olursa, Allâh’ın Peygamberi Muhammed’in hâli nice olur?!” buyurdu. Onların hepsini Ensâr fakirlerinden beş ev halkına bölüştürdükten sonra:

“– İşte şimdi rahatladım!” buyurdu ve tekrar uyudu. (İbn-i Hanbel, VI, 104; İbn-i Sa’d, II, 237-238)

Bu münasebetle İmam Kastallânî şöyle der:

“Alemlerin Rabbi olan Allâh Teâlâ’nın Habîbi, peygamberlerin en yücesi, geçmişteki ve gelecekteki kusurları bağışlanmış bulunan Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- böyle düşünürse, üzerlerinde Müslümanların kanları ve kendilerine harâm olan malları bulunduğu halde Allâh’a kavuşanların halleri nasıl olur, bir düşün!” (Kastallânî, II, 480-481)

2. İnfâkın Mükâfâtı

İhtiyaç sâhiplerine yardım eden bir kimseye Cenâb-ı Hak, hiç ummadığı yerlerden kapılar açar. Zâhirde malı azaltıyor gibi görünen infâk, zannedildiği gibi onu eksiltmez, aksine bolluk ve bereket getirir. Tıpkı budanan bağların daha gür ve verimli hâle gelmesi gibi. Kays bin Sel’ -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Kardeşlerim, malımı saçıp savurduğumu ve bol bol dağıttığımı söyleyerek beni Allâh Resûlü’ne şikâyet ettiler. Ben:

– Yâ Resûlallâh! Hurmalardan payıma düşeni alıyor, Allâh yolunda ve berâberimde bulunan kimselere infâk ediyorum, dedim. Efendimiz göğsüme vurdu ve üç kez:

«– İnfâk et ki Allâh da sana infâk etsin!» buyurdu. Bu hâdiseden sonra, Allâh yolunda bir savaşa katılmak üzere yola çıktığımda, diğerleri yaya giderken benim hem binitim vardı hem de onların en varlıklısıydım.” (Heysemî, III, 128)

Yine Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Haklarında yeminle söz söyleyebileceğim üç haslet vardır!” diyerek şunları saymıştır:

“Sadaka vermekle kulun malı eksilmez. Uğradığı haksızlığa sabredenin Allâh şerefini artırır. Dilenme kapısını açan kimseye, Allâh fakirlik kapısını açar.” (Tirmizî, Zühd, 17)

Riyâ ve süm’adan kaçınarak sırf Allâh rızâsı için infakta bulunmak, insanı maddeten ve mânen güçlendirir. Bununla alâkalı olarak bir defâsında Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, yeryüzünün yaratılışından bahsetmiş ve dağların onu sağlamlaştırmak üzere dikildiğini söylemişti. Dağların kuvvetine hayran kalan melekler onlardan daha güçlü bir şey olup olmadığını Cenâb-ı Hakk’a sorduklarında Allâh Teâlâ, sırasıyla demiri, ondan daha güçlü olarak ateşi, daha sonra suyu, son olarak da rüzgarı yarattığını belirtmiştir. Bütün bunlardan daha güçlü olarak da insanı yarattığını bildirerek:

“Eğer o, sağ eliyle sadaka verir ve bunu sol eli görmeyecek kadar gizlerse, bunların hepsinden daha güçlü olur.” buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsir, 113-117)

Cenâb-ı Hak, insanı eşref-i mahlûkât olarak yaratmıştır. İnsanların kendi aralarındaki şeref dereceleri de, infâk ve ihsânda bulunurken sâhip oldukları ihlâs ve samimiyetlerine bağlıdır. Sadakasını son derece gizli olarak, büyük bir mahfiyet içinde veren bir insan, bunların en kuvvetlisi ve en üstünü demektir.

İnfâk sâyesinde kuvvet bulan bir kimse aynı zamanda Yüce Rabbi tarafından da dâimâ korunur ve O’nun yardımına mazhar olur. Allâh rızâsı için sadaka veren ve infâkta bulunan kimsenin, hiçbir zaman mahrum kalmayacağı, Allâh’ın çok değişik ikram ve lûtuflarıyla karşılaşacağı muhakkaktır. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-, infâkın mala bereket getirdiğini açık bir şekilde ortaya koyan şu ibretli hâdiseyi anlatmıştır:

“Sahrâda yolculuk yapmakta olan bir adam, semâdaki bir buluttan «Falanın bahçesini sula!» diye bir ses duydu. Bundan sonra o bulut, kara taşlık bir yere saptı ve oraya suyunu boşalttı. Adam, suyun tamâmının bir derede toplandığını hayretle gördü ve suyu tâkip etti. Bir de baktı ki adamın biri, elindeki kürekle suyu oraya buraya çevirerek bahçesini suluyor. Ona:

– Ey Allâh’ın kulu! Adın nedir? diye sordu. Adam, daha önce buluttan duyduğu ismi söyledi, peşinden de:

– Ey Allâh’ın kulu! Adımı niçin soruyorsun? dedi. O da:

– Ben şu suyu yağdıran buluttan, senin adını vererek, «Falanın bahçesini sula!» diye bir ses duymuştum da onun için sordum. Sen ne yapıyorsun ki bu lutfa mazhar oldun? dedi. Bahçe sâhibi:

– Mâdem ki merak ediyorsun söyleyeyim. Ben bu bahçenin ürününü hesap ederim; üçte birini sadaka olarak dağıtırım, üçte birini çoluk çocuğumla birlikte yerim, üçte birini de tohumluk olarak ayırırım, dedi.” (Müslim, Zühd, 45)

Bu bahtiyâr zât, sırf cömertliği sâyesinde, çöl gibi suyun çok az bulunduğu bir yerde, Cenâb-ı Hakk’ın eşsiz lutfuyla, müstesnâ bir şekilde bahçesini sulayabilmekte ve bereketli mahsûller elde edebilmektedir.

İnsanların günâh ve kusurdan tamâmen uzak durmaları söz konusu olmadığı gibi bunlarla zaman zaman gazab-ı ilâhîyi celbettikleri de bir vâkıâdır. Sadaka ve zekât, ilâhî rahmeti harekete geçirmesi sebebiyle Allâh Teâlâ’nın gazâbını söndürür, cimrilik için takdir olunan âhiret azâbını affettirir ve semâ sâkinlerinin o kula hayır duâ etmelerini sağlar. Bu duâlar bereketiyle kul, hüsn-i hâtime ile âhirete göç etme bahtiyarlığına nâil olur. Allâh Resûlü:

“Sadaka, Rabbin öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.” buyurmuştur. (Tirmizî, Zekât, 28)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir taraftan infâkı teşvik ederken, öte yandan da dilenciliği şiddetle yasaklamış, dünyâ ve âhiretteki zararlarını bildirmiştir. Bu sebeple ümmetinin iffetli ve sabırlı olmalarını tavsiye etmiştir.

3. Peygamber Efendimiz’in İnfâk Terbiyesi

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- her konuda olduğu gibi infâk mevzûunda da ashâbını en güzel şekilde yetiştirmiş ve onları dünyânın en cömert insanları hâline getirmişti. Gönüllerine bu sevdâ nakşolunan kerîm insanlardan birisi, infâkın en güzel ve kazançlı şeklini sormak için Efendimiz’e geldi:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Hangi sadakanın sevâbı daha büyüktür? diye sordu. Peygamber Efendimiz:

“– Güçlü ve kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerindeyken, fakir düşmekten endişe etmekteyken ve daha büyük zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. Bu işi can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filana bu kadar.» demeye bırakma! Zaten o mal, artık vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Müslim, Zekât, 92) buyurarak sıkıntılı ânlarda verilen sadakanın, rahat ve bolluk zamanlarında, gelecek endişesi yokken verilenden daha kıymetli olduğunu ifâde etmiştir.

Peygamber Efendimiz, ashâbına cömert olmayı ve sıkıntı duymadan rahatça mallarını vermeyi öğretmiş ve:

“İnfak et, bol bol ver, malını sayıp durma! Böyle yaparsan Allâh da sana karşı nimetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allâh da senden saklar.” (Buhârî, Zekât, 21; Müslim, Zekât, 88) buyurarak cimri kimselerin bu yaptıkları hareketin kendilerine zarar verdiğini anlatmıştır.

Hudeybiye’de Kureyş müşrikleriyle yapılan muâhede gereğince, bir yıl sonra yapılacak Umre’nin zamanı gelmişti. Yedinci yılın Zilkâde ayı girince Efendimiz, Hudeybiye seferine katılanların tamâmının umreye hazırlanmalarını emretti. Halka da hazırlık yapmaları için seslenildi. Civârdan gelip de o sırada Medine’de bulunan Araplar:

– Vallâhi yâ Resûlallâh bizim ne azığımız ne de bizi doyuracak bir kimsemiz var, dediler. Peygamberimiz Medine halkından, ihtiyacı olanlara Allâh için sadaka vermelerini ve onlara bakmalarını istedi. Onlardan yardım ellerini çektikleri takdirde helâk olacaklarını bildirdi. Medîneliler de:

– Yâ Resûlallâh! Biz sadaka olarak neyi verelim, hiçbir şey bulamıyoruz ki? dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“– Neyiniz varsa! İsterse yarım hurma olsun…” buyurdu. (Vâkıdî, II, 732)

Bu da gösteriyor ki cömertlik, çok vermekten ibâret değildir. Asıl cömertlik insanın gücü ölçüsünde elini açmayı ve az olsun çok olsun bir şeyler verebilmeyi alışkanlık hâline getirmesidir.

Âlemlerin Efendisi’nden sehâvet terbiyesi alan ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın emri olan infâk ve sadaka husûsunda canını dişine takmış ve göz yaşartıcı manzaralar sergilemiştir. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- Müslümanları Tebük seferine çıkacak orduya yardım etmeye çağırdığı gün, fakir Müslümanlardan Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh- gecenin bir kısmı geçince kalktı namaz kıldı ve şöyle yalvardı:

“Ey Allâhım! Sen cihâda çıkmayı emr ve teşvik ettin. Hâlbuki beni, üzerine binip Resûlün’le birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvana sâhip kılmadın! Resûlün’ün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan bulundurmadın! Ben de malım, bedenim ve haysiyetim konusunda bana herhangi bir haksızlık yapan bütün mü’minlere hakkımı tasadduk ediyor, helâl ediyorum.”

Sabah olunca Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip:

– Yâ Resûlallâh! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Ben de bana dil uzatıp gıybet edenlere hakkımı tasadduk ediyorum! Beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle alay edenlere hakkım helâl olsun! dedi. Sevgili Peygamberimiz aşk, muhabbet ve sehâvetle dolu olduğu kadar af ve merhametle de yüklü olan bu sözler karşısında sâdece:

 “– Allâh sadakanı kabul etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün bir münâdî:

– Dün gece tasaddukta bulunan kişi nerededir? diyerek seslendi. Kimse çıkmadı. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- de:

“– Şu gece tasaddukta bulunmuş olan kişi nerededir?” diye sordu. Hiç kimse ayağa kalkmadı. Allâh Resûlü tekrâr:

“– O sadaka veren kimse nerede ise ayağa kalksın?” buyurdu. Ulbe -radıyallâhu anh- ayağa kalktı. Resûl-i Ekrem Efendimiz ona:

“– Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki sen sadakası kabul olunanların divânına yazıldın.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

Allâh ve Resûlü’nün emrine uyabilmek ve bu güzel sıfatı nefsinde yerleştirebilmek için ashâbı kiram, elinde avucunda ve uhdesinde bulunan maddî mânevî en küçük şeyi bile infâk etme fazîletini göstermiştir. Hiçbir şey bulamayanların gösterdikleri fazîletler ise çok daha ibret vericidir.

Ensâr’dan Ebû Akîl -radıyallâhu anh- de yine Tebük seferine gidecek orduya yardım için bir ölçek hurma getirmişti ki kendisi buna herkesten daha çok muhtaçtı:

– Yâ Resûlallâh! İki ölçek hurma karşılığında bütün gece sırtımla su çektim. Bir ölçeğini evimin ihtiyacı için alıkoydum, diğerini de Rabbım’ın rızâsını kazanmak için sana getirdim! dedi. Resûl-i Ekrem:

“– Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmanın toplanan yardımlar içine dökülmesini emretti. (Taberî, Tefsîr, X, 251)

Allâh’ın kabul edeceği temiz kazançtan bir tek hurma kadar dahî tasadduk edilse, Allâh Teâlâ’nın onu alacağı ve sâhibi için dağ gibi oluncaya kadar bereketlendirip büyüteceği bildirilmiştir. (Buhârî, Zekât, 8) Demek ki infâk edilen mallar ebedî hayâtımız için yapılan garantili yatırımlardır. Bu infâklar Cenâb-ı Hak tarafından ihlâs ve samîmiyete göre büyütülecek, sıkıntı ve meşakkat dolu kıyâmet gününde karşımıza şefaatçi olarak çıkacaktır.

Asr-ı saâdette, hayatlarını sırf İslâm yoluna adayarak, Allâh’a ibâdetten başka bir şey düşünmeyen Ashâb-ı Suffe, geçimlerini temine vakit bulamazlardı. Bu sebeple diğer Müslümanlar onlara hurma getirirlerdi. Bâzı kimseler, bir ara bozuk hurma getirmiş, Ashâb-ı Suffe de son derece acıkmış olmaları sebebiyle bu bozuk hurmaları yemek zorunda kalmışlardı. Bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hakk’ın şu ihtârı geldi:

“Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nîmetlerin iyilerinden (Allâh için) infâk edin! (Size verildiği takdirde) gözünüzü yummadan alamayacağınız (basit ve değersiz) şeyleri, hayır diye vermeye kalkışmayın! Allâh’ın müstağnî ve övülmeye lâyık olduğunu bilin!” (el-Bakara 2/267) (Vâhidî, s. 90)

Hakîkaten insanların, Allâh yolunda harcama yaparken içinde bulundukları hâlet-i rûhiye ve kalblerinde taşıdıkları niyet, çok mühimdir. Kendi ihtiyaç ve arzûları için mâlının en güzel yerinden, en kaliteli cinsinden bol bol kullanırken, Allâh için verdiği yere, kıymetsiz ve sevmediği taraflarından zorla veren kimse, Allâh katındaki kıymet ve değerinin ne kadar az olduğunu bizzat kendisi ortaya koymuş olur.

İbn-i Arabî hazretleri şöyle anlatıyor:

Fakirin biri, bir şahıstan kendisine Allâh rızası için sadaka vermesini istedi. O da, içinde küçüklü büyüklü gümüş paralar bulunan bir kese çıkardı ve eliyle bozuk para aramaya başladı. Bu sûfi fakir ise onu izliyordu. Sonra bana döndü ve:

– Sadaka verecek olan bu adamın ne aradığını biliyor musun, dedi.

– Hayır, dedim. Bunun üzerine:

– Allâh katındaki mertebesini arıyor. Çünkü Allâh rızası için verecek. Büyük bir para görünce vaz geçiyor ve hâl diliyle; “Allâh’ın indinde bu kadar değerim olamaz.” diyor. O küçük bir para buluncaya kadar aramaya devam edecek, dedi.

Adam küçük bir para bulup verdiğinde fakir ona:

– Allâh’ın indinde senin kıymetin işte bu para kadardır, dedi. (Nihat Keklik, s. 172)

İslâm’ı özümseyip hayâtına tatbik eden kimseler, en yoksulundan en zengin hükümdârına kadar infâkın ehemmiyetini ve büyük faydalarını kavrayıp bu güzel ibâdeti canla başla îfâ etmişlerdir. Allâh yolunda verecek bir parça eşyâyı zor bulanlar olduğu gibi, bütün dünyâ nimetleri elinin altında olan kimseler de bulunmuştur. İşte bunlardan biri olan 27. Osmanlı Pâdişâhı I. Mahmûd, mühür kazıyıp el altından sattırarak kazandığı parayı yoksullara sadaka olarak dağıtırdı. Böylece el emeği ve alın teriyle kazandığı temiz ve helâl malından, hâlisâne bir şekilde tasaddukta bulunmak isterdi. (Zeki Kuşoğlu, s. 26)

%d bloggers like this: