D. ŞÜPHELİ ŞEYLERDEN SAKINMASI

“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!”

Tirmizî, Kıyâmet, 60

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- harâma düşmemek ve ondan tamamen uzaklaşmak gayesiyle, şüpheli şeylerden titizlikle kaçındığı gibi, ümmetini de bundan sakındırır ve şöyle buyururdu:

“Helâl olan şeyler belli, harâm olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi harâm mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Bunlardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Sakınmayanlar ise zamanla harâma düşerler. Tıpkı, sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki onun bu arâziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Allâh’ın yasak arâzisi de harâm kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107)

Açık bir hüküm olmaması sebebiyle bazı konuların, helâl mi yoksa harâm mı olduğu ilk bakışta bilinemeyebilir. Peygamber Efendimiz, insanların birçoğunun bunları bilemeyebileceğini ifâde etmiştir. İslâm âlimleri bunları, bilinen benzeri konulara kıyas ederek açıklığa kavuşturmuşlardır. Dolayısıyla, durumu böyle şüpheli olanlardan kaçınmak gerekmektedir. Çünkü, kaçınılan şey, harâm ise ona bulaşmaktan korunmuş olur. Helâl ise, takvâ niyetiyle terkedilmiş olur ki bunun bir zararı olmaz.

Şüpheli şeyler bir konuda ya delillerin teâruzuyla veya âlimlerin ihtilafıyla ortaya çıkar. Bunlar “mekrûh” veya “mübâh” olan şeylerdir. Mekrûh, kul ile harâm arasında bulunan bir eşiktir. Hayâtında mekrûha çokça yer veren kimse, harâma düşme tehlikesi ile yüzyüzedir. Mübâh da, kul ile mekrûh arasında yer alan bir eşiktir ki buna çokça yer veren de mekrûha düşer. Dolayısıyla helal bile olsa, kişiyi mekrûha veya harâma düşüreceğinden korkulan işleri yapmaktan kaçınmak gerekir. Mekruhu işleme alışkanlığı kişiyi, aynı cinsteki harâm olan veya bir şüphe bulunan yasağı işlemeye sevkeder. Bu ise, verâ nurunu eksilterek kalbin kararmasına sebep olur. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“…Kim şüpheli olduğunu sezdiği bir şeyi terkederse, harâmlığı belli olan şeyi daha çok terkeder. Kim de şüphelendiği şeyi yapmada cür’etkâr olursa, harâmlığı açık olan şeye düşmesi daha kolaydır.” buyrulmuştur. (Buhârî, Buyû, 2)

Şüpheli konular etrâfında dolaşmanın ne kadar tehlikeli olduğunu Peygamber Efendimiz, çoban ve koruluk misâliyle en güzel şekilde beyân etmiştir. Efendimiz’in şüpheli şeylerden sakınmasıyla alâkalı pek güzel misâller vardır. Bir defâsında yolda bir hurma bulmuş ve:

“Bu hurmanın sadaka olması ihtimâlinden korkmasaydım, onu yerdim” buyurmuştur. (Buhârî, Büyû, 4; Müslim, Zekât, 164)

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’nin şahsına münhasır husûsiyetlerinden biri de, zekât ve sadaka kabul etmemesidir. Çünkü zekât, Peygamberimiz ve onun temiz ehl-i beyti için haram kılınmıştı.

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, yolda bulduğu bir hurmayı, belki birinin sadaka vermek üzere ayırdığı hurmalardan düşmüştür, düşüncesiyle yemediğini görüyoruz. Bu durum, onun bizzat toplumda yerleştirmek istediği kâidelere dikkatle uyduğunu ve şüpheli şeylerden büyük bir titizlikle sakındığını göstermektedir. Burada dikkat çeken nüktelerden birisi de, Efendimiz’in yere düşen bir hurmanın bile zâyi olmasına rızâ göstermeyerek isrâfı engelleme gayreti içinde bulunmasıdır.

Allâh Teâlâ’nın bize helâl kıldığı nimetler sayılamayacak kadar çoktur. Bunlarla yetinmeyip harâm olma ihtimâli bulunan şeylere yönelmek, kulluğa yakışmayan bir davranıştır.

Öte yandan kullanılması şüpheli olan şeylerden sakınacağım diye helâl olan nimetlerden uzak durmak veya helâl olan nimetler hakkında vesveseye düşüp gereksiz tereddütlere kapılmak ve böylece Müslümanları sıkıntıya sokmak da doğru değildir.

Müslümanın bozulmamış selim vicdânı iyilikle kötülüğü, şüpheli olan şeyle şüpheli olmayanı ayırabilecek bir özelliğe sâhiptir. Mü’min, içinde çınlayan bu ilâhî sese kulak vermelidir. Bu gerçeğe işaret eden şu hâdise ne kadar mühimdir:

Vâbisa bin Ma’bed -radıyallâhü anh- diyor ki, birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna varmıştım. Bana:

“– İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu.

– Evet, dedim. O zaman şunları söyledi:

“– Kalbine danış. İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günâh ise içini tırmalayan ve başkaları sana «Yap!» diye fetvâlar verseler bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (İbn-i Hanbel, IV, 227-228; Dârimî, Büyû, 2)

Yapılan bir iş gönülde huzûrsuzluk doğuruyor ve o işin başkaları tarafından duyulması istenmiyorsa, o hareket mutlaka şüphelidir, çirkindir ve yapılmaması gerekir. Çünkü insanların çoğu, yaptıkları iyiliğin duyulmasını, bu sebeple kendilerine gıpta ve hayranlıkla bakılmasını isterler. Bu, herkesin rahatlıkla kullanabileceği şaşmaz bir ölçüdür. Dolayısıyla, yapılan bir hareketin günâh olup olmadığı husûsunda şüpheye düşmek bile, o hareketi terk etmek için yeterli bir sebeptir. Bu ölçüden hareketle mü’min, herhangi bir işi yapmaktan dolayı gönlünde bir rahatsızlık hissediyor, içini bir şüphe ve tedirginlik kemirip duruyorsa, derhal o işten vazgeçmelidir.

Peygamber Efendimiz, bu sahâbîye iyiliğin ne olduğunu kalbine danışarak öğrenmesini tavsiye ederek, günâh ve ihtiraslarla zedelenmemiş bir kalbin iyiyi kötüden ayırt edebileceğini söylemiştir. Göğsünde İslâm sevgisi bulunan kimsenin, Allâh’ın lûtfettiği ilâhî bir nûra sâhip olduğunu ifâde eden âyet-i kerîme de (ez-Zümer 39/22) bu gerçeği tasdik etmektedir. Peygamber Efendimiz’in mübârek parmaklarıyla Vâbisa’nın göğsüne vurarak ısrarla; “Gönlüne sor, kalbine danış!” buyurması, herkesin kendi problemini daha iyi bileceğini göstermekte, içinde bir şüphe ve tereddüt uyanınca da, o işten süratle uzaklaşması gerektiğini belirtmektedir.

Ashâb-ı kirâmdan Ukbe bin Hâris -raddıyallâhü anh-’ın başından geçen şu olay, şüpheli işlerden uzak durma mevzuunda Allâh Resûlü’nün kesin tavrını en açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

Ukbe bin Hâris, Ebû İhâb bin Azîz’in kızı ile evlenmişti. Bu olay üzerine bir kadın geldi ve:

– Ben Ukbe’yi de, evlendiği kadını da emzirmiştim, dedi. Ukbe o kadına:

– Beni emzirdiğini bilmiyorum. Üstelik bunu bana daha önce de hiç söylemedin, dedi. Sonra da bineğine atlayıp Resûlullâh Efendimiz’e danışmak üzere Medine’ye geldi. Meseleyi hemen Efendimiz’e açtı. Allâh Resûlü:

“– Mâdem ki böyle deniyor o kadınla nasıl evli kalabilirsin?” buyurunca, Ukbe ile karısı ayrıldı ve kadın bir başkasıyla evlendi. (Buhârî, İlim, 26)

İslâm, süt kardeşle evlenmeyi, aynen kan kardeşle evlenmek gibi haram kılmıştır. Evlenecek kimselerin bunu iyice tetkik etmeleri ve şüpheye düşürecek ihtimallerden uzak durmaları gerekmektedir. Hadîs-i şerîf, şüphe kıskacının insanı devamlı surette huzûrsuz edeceğini, böyle yaşamaktansa bu evliliğe son verip gönlü huzûra kavuşturmanın daha isâbetli olacağını söylemektedir. Bu bakımdan, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, ümmetini harâmlardan uzak tutabilmek için, onlara şüpheli şeylerden de sakınmalarını tavsiye eder ve:

دَعْ ماَ يُرِيبُكَ اِلَى ماَ لاَ يُرِيبُكَ

“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!” buyururdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60)

Şüpheli şeylerden sakınmanın insan mâneviyâtına tesîrini ortaya koyan şu hadîs-i şerîf ne kadar mühimdir:

“Bir kul günâha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bâzı şeylerden bile uzak durmadıkça, müttakîler derecesine çıkamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 19)

Bir Müslümanın hedefi, muttakî olabilmektir. Yani, Allâh’a derin bir saygı duyan ve O’nun rızasını kaybetmekten sakınan kimseler seviyesine ulaşmak ve dünyâya vedâ edip giderken de Allâh Teâlâ’nın rızâsını kazanmış olabilmektir. Bu hedefe varabilmek için, acaba bilerek veya bilmeyerek bir günâh işler de, Allâh katındaki değerimi kaybeder miyim diye dikkatli ve titiz davranması gerekir. Efendimiz’in buyurduğu gibi, yapılması ilk planda sakıncalı görünmeyen bâzı davranışlardan bile, günâha girme endişesiyle uzak durmalıdır. Bu konularda en büyük hassâsiyeti gösterenlerden biri Hz. Ebûbekir idi. Hz. Âişe şöyle anlatıyor:

“Ebûbekir es-Sıddîk’ın bir kölesi vardı. Bu köle kazancının belli bir kısmını Ebûbekir’e verir, o da bundan yerdi. Yine bir gün, köle kazandığı bir şeyi getirdi, Ebûbekir de onu yemeğe başladı. Köle Ebûbekir’e:

– Yediğin şeyin ne olduğunu biliyor musun? diye sordu. Ebûbekir:

– Söyle bakalım, neymiş? diye açıklamasını istedi. Köle şunları söyledi:

– Falcılıktan anlamadığım halde, câhiliye devrinde falcılık yaparak birini aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık, işte bu yediğin şeyi verdi.

Bunun üzerine Ebûbekir, parmağını ağzına götürerek yediklerinin hepsini dışarı çıkardı. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 26)

Bir mü’min harâmlardan şiddetle sakınır. Kendisinin ve ailesinin midesine harâm lokma koymanın büyük bir günâh olduğunu bilir. Hatta bununla da yetinmeyip Hz. Ebûbekir’in yaptığı gibi, harâm olması ihtimâli bulunan şeylerden uzak durur. Zîrâ o iyi bilir ki, harâm bir gıdanın sağladığı kuvvetle yapılan ibâdetler ve duâlar kabul edilmez.

Hulefâ-i Râşidîn’in adaletiyle mâruf sîması Hz. Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu tavrı da bu konuya güzel bir örnektir. O, ilk hicret eden sahâbîlere dörder bin, oğlu Abdullâh’a da üç bin beş yüz dirhem maaş bağlamıştı. Hz. Ömer’e:

– Oğlun da ilk hicret edenlerden biridir. Onun hakkını niçin kıstın? diye sordular. Hz. Ömer şunları söyledi:

– Oğlum babasıyla birlikte hicret etti. Bu sebeple yalnız başına hicret edenlerle bir tutulamaz. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 45)

Burada İslâm’ın âdil halifesi Hz. Ömer’in, devlet malını dağıtırken ne kadar titiz davrandığı görülmektedir. İlk muhâcirlerden olmasına rağmen, on bir yaşında anne ve babasıyla birlikte hicret ettiği için kendi oğluna beş yüz dirhem daha az para veriyordu. Normalde diğerleri ile oğlunu eşit tutması gerekirdi. Çünkü onlar içinde de anne babasıyla birlikte hicret edenler vardı. Fakat o böyle yapmadı, şüpheli şeylerden uzak durma veya helâl olanların bir kısmından vaz geçme kâidesine uyarak, oğluna az verdi.

Şüpheli şeyler husûsundaki bu hassâsiyet, çağlar boyu Allâh dostları vasıtasıyla süregelmiştir. Bu mümtaz şahsiyetler, geriden gelenlere çok güzel hakkaniyet hâtıraları bırakmışlardır. Bunlardan biri de, İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleridir.

Ebû Hanîfe hazretleri, ticâretle geçinen servet sâhibi zengin bir kimse idi. Ancak ilimle meşgul olduğundan ticârî işlerini vekili vasıtasıyla yürütür, kendisi de yapılan ticâretin helâl dâiresi içinde olup olmadığını kontrol ederdi. Bu mevzuda o derece duyarlı idi ki, bir defasında ortağı Hafs bin Abdurrahman’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona:

– Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Bunu müşteriye söylemeyi unutma ve şu kadar da ucuza sat! demişti.

Hafs da malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe hazretleri, Hafs bin Abdurrahmân’a:

– Ku­ma­şı alan müş­te­ri­yi ta­nı­yor mu­sun? di­ye sor­du. Hafs’ın, müş­te­ri­yi ta­nı­ma­dı­ğı­nı be­lirt­me­si üze­ri­ne İmâm, he­lâl ka­zan­cı­nın le­ke­le­ne­ce­ği ve şüphe karışacağı en­di­şe­siy­le, sa­tı­lan mal­dan el­de edi­len otuz bin dirhemlik ka­zan­cın ta­mâ­mı­nı sa­da­ka ola­rak da­ğıt­tı ve ortağından ayrıldı.[1] İş­te onun bu tak­vâ­sı, mad­dî mâ­ne­vî ticâreti­ne zi­yâ­de­siy­le be­re­ket ol­du.

Bir kimsenin temiz gönüllü, ihlâs sâhibi ve ehl-i istikâmet olduğunu anlamak için, onun yaptığı ibâdetlerinden ziyade kalbî seviyesine, muâmelâttaki harâm helâl titizliğine ve şüpheli şeylerden uzak durma gayretine bakılmalıdır.



[1] Şehâbettin Ahmed bin Hacer el-Heytemî, İmâm-ı Âzam’ın Menkıbeleri, trc. Abdulvehhâb Öztürk, Ankara 1978, s. 82.

%d bloggers like this: