C. KUL HAKKINA VERDİĞİ EHEMMİYET

“Kıyâmet günü kişi kardeşinden, anasından, babasından, hanım ve çocuklarından kaçar.”

                                                                         Abese 80/34-36

Kul hakkını ihlâl, Allâh Teâlâ’nın, engin af ve merhametinin hudutları dışına çıkardığı büyük günâhlardan biridir. Cenab-ı Hak, kul hakkını bağışlayıp bağışlamamayı, haksızlığa uğrayan kuluna bırakmıştır. Her hâliyle beşeriyete numûne olan Kâinâtın Efendisi, Allâh Teâlâ’nın huzûruna kul hakkıyla çıkmamak için, fevkalâde titizlik göstermiş ve pek güzel örnek davranışlar sergilemiştir. Bunlardan birisini Ebû Zür’a -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

 “Seyyidü’l-Mürselîn Efendimiz, Tâif seferi sırasında, Karn-ı Menâzil’den ayrılırken hayvanına binmek istediği zaman devesi Kasvâ’yı hazırladım. Kasvâ’nın yularını elimde tuttum, üzerine binince de kendisine verdim ve terkisine bindim. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- yürütmek için devenin arkasına kamçı ile vuruyor, her vuruşunda kamçı bana da değiyordu. Sonra bana dönüp:

«– Yoksa kamçı sana da mı değiyor?» diye sordu.

– Evet, anam babam sana fedâ olsun! dedim.

Ci’raneye inince bir köşede davarlar bulunuyordu. Ganîmet mallarının başındaki memûrdan onlar hakkında birşeyler sordu. Memûr da sorulan şeyler hakkında bilgi verdi. Bundan sonra Resûlullâh:

«– Ebû Zür’a nerede?» diye seslendi.

– Buradayım! dedim.

«– Şu davarları al! Akşamleyin sana değen kamçılara karşılık!» buyurdu. Saydığımda, o davarların yüz yirmi tâne olduğunu gördüm. Benim edindiğim ve en çok faydalandığım malım bunlardı.” (Vâkıdî, III, 939)

Bu hâdisede Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kul hakkı husûsunda sergilediği hakşinaslık, çağları aydınlatacak bir mâhiyet arzetmektedir. İnsanların bu hassâsiyetle birbirine davrandığı bir dünyânın, nasıl bir cennet köşesi hâline geleceği tasavvur edilmelidir.

Harb bin Süreyc, ismini vermediği bir zattan, kul hakkının âhiretteki ağır mes’ûliyetini en güzel şekilde ortaya koyan şu ibretli hâdiseyi nakleder:

Medine’ye varıp vâdinin civârında konakladım. İki kişi, aralarında iri bir keçinin pazarlığını yapıyorlardı. Müşteri satıcıya:

– İkramda bulun, diyordu. O sırada karşıdan gelen bir kimse gördüm. Kendi kendime; “Acaba bu Haşimoğullarından halkı saptıran o adam mı?” dedim. Baktım yakışıklı, alnı geniş, ince burunlu, kalem kaşlı, göğsü boğazından göbeğine kadar bir ip gibi siyah kıllarla örtülü, üzerinde iki parçadan ibâret eski elbisesi olan bir insandı. Bize doğru yaklaşıp selâm verdi. Biz de selâmına mukâbelede bulunduk. Kısa bir müddet sonra müşteri onu çağırarak:

– Ya Resûlallâh, ona söyle de bana ikramda bulunsun, dedi. Allâh Resûlü elini uzattı ve şöyle buyurdu:

“– Mallarınıza siz mâlik bulunuyorsunuz. İsterim ki kıyâmet günü Allâh’a kavuştuğum zaman sizden hiçbir kimse malına, canına ve ırzına haksız yere tecâvüz ettiğim iddiasıyla karşıma çıkmasın. Allâh Teâlâ satarken, alırken, tutarken, verirken, hükmederken ve birisi ile muhâkeme olurken kolaylık gösterene rahmet etsin…”

Daha sonra, olayı nakleden bu zât, Sevgili Peygamberimiz’in sözlerinden etkilenerek kendisini tâkib etmiş, İslâm hakkında sorular sormuş, nihâyetinde “Dâvet ettiğin şeyler ne güzel!” diyerek Müslüman olmuş ve şöyle demekten de kendisini alamamıştır:

“Şimdiye kadar yer yüzünde ondan daha çok nefret ettiğim hiç kimse yokken, şimdi o bana evlâdımdan, anamdan, babamdan ve bütün insanlardan daha sevimli hâle geldi.” (Heysemi, IX, 18)

İnsanların haksız yere haklarına tecâvüz ederek âhlarını almamak lâzımdır. Zîra mazlûmun duâsı ile Allâh arasında hiçbir perde yoktur. M. Raif Bey bunu şöyle dile getirir:

Sen âh deyip de geçme öyle,

Bir âh’dadır Celâl-i Zâtı

Bir âh semâyı, arşı sarsar

Bir âh yıkar bu kâinâtı.

Kul hakkı üzerinde titizlikle duran Resûl-i Ekrem Efendimiz, kişinin bu fâni dünyâdan göçmeden evvel, üzerinde bulunan hakları ödemesi gerektiğini bildirerek şöyle buyurur:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce, o kimseyle helâlleşsin. Aksi takdirde, sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm mikdarınca sevaplarından alınır (hak sâhibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin günâhlarından alınarak onun üzerine yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10)

Kul hakkına giren kimselerin kıyamet günü gelmeden zulmettikleri kimselerle helâlleşmeleri, sonra da tövbeye yönelmeleri gerekir. Zîrâ kıyamet günü, altın ve gümüşün geçerli olmayacağı bir hesaplaşma günüdür. Gerçek zarar ve ziyan, hakiki iflâs hadis-i şerîfte haber verilen durumdur. Bu bakımdan namaz, oruç, zekât gibi emredilen ibâdet ve taatlara devamla birlikte dinin harâm kıldığı şeylerden sakınılması icâb etmektedir. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Hakiki Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir…” (Buhârî, Îmân, 4-5) buyurarak kul hakkına ehemmiyet verilmesi gerektiğini veciz bir şekilde vurgulamaktadır. Zîrâ Sevgili Peygamberimiz, ne suretle olursa olsun, kul hakkına tecavüz edenleri cehennem azabıyla uyarmaktadır. Bir defâsında Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“Yemin ederek bir Müslümanın hakkını alan kimseye, Allâh cehennemi vâcip, cenneti de harâm kılar.” buyurunca bir adam:

– Ya Resûlallâh! Şâyet o küçük ve değersiz bir şey ise de mi? dedi. Bunun üzerine Efendimiz:

“– Misvak ağacından bir dal bile olsa, böyledir.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 218)

*

Kul haklarına tecavüzün bir diğer çeşidi de, âmmenin ortak hakkı olan devlet mallarını haksız bir şekilde gasbetmek ve uygunsuz olarak kullanmaktır. Özellikle kamuyu ilgilendiren yerlerde çalışan kişilerin, bu bakımdan çok duyarlı olmaları gerekmektedir. Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bu konuda da ümmetine son derece ciddi uyarılarda bulunmuştur. Bu uyarılardan birini ihtivâ eden hâdise şöyledir:

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Ezd kabilesine mensup İbn-i Lütbiye denilen bir adamı zekât toplamak üzere görevlendirmişti. Bu zât, vazifesini yapıp Resûlullâh’ın huzûruna gelince:

– Şu mallar sizin, bunlar da bana hediye edilenler, dedi. Bunun üzerine Efendimiz minbere çıktı ve Allâh’a hamd ü senâdan sonra şöyle buyurdu:

“Allâh Teâlâ’nın benim idâreme verdiği işlerden birine, sizlerden birini tayin ediyorum, sonra da o kişi dönüp geliyor ve bana; «Şunlar size ait olanlar; bunlar da bana hediye edilenler.» diyor. Eğer o kişi sözünde doğru ise, babasının veya anasının evinde otursaydı da kendisine hediyesi gelseydi ya! Allâh’a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız olarak bir şey alırsa, kıyamet gününde o aldığı şeyi yüklenmiş vaziyette Allâh’ın huzûruna çıkar. Bu, böğüren bir deve veya bağıran bir inek yahut da meleyen bir koyun olabilir.”

Sonra Resûlullâh, ellerini iyice yukarıya kaldırıp:

“Allâhım! Tebliğ ettim mi?” buyurdu. (Müslim, İmâre, 26; Buhârî, Zekât, 3)

Burada devlet hizmetinde bulunanların zekât-hediye ayrımını doğru yapmaları gerektiği, devlet görevlilerinin hediye olarak aldıkları şeyin aslında kendi hakları olmadığı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla bu görevler yapılırken, son derece dikkatli ve dürüst olmak gereklidir. Bunlar, âmmeye ait mallar olduğu için, en küçük bir haksızlık bile büyük günâhtır.

Tarih sayfalarında yerini almış olan şu hâdise, ecdâdımızın bu nebevî îkâzlar istikâmetinde yaşamayı nasıl düstûr hâline getirdiklerini göstermesi açısından, oldukça ibretlidir. Sultan Vahîdeddin İstanbul’dan çıkmadan evvel, Hazîne-i Hümâyûndan makbuz mukâbilinde Kıyâmetnâme adlı kitabı yanına getirtmişti. Vatanını terk etmek mecbûriyetinde bırakıldığı zaman, o dönemde minyatürleri iki milyon değerinde olan bu eseri, makbuzunu getirterek tekrar Hazineye iâde etti. Yakınları kendisine:

– Padişahım! Hazine-i Hümâyûnunuzdaki bütün eşya ecdâdınıza ve hânedânınıza, hükümdarlar tarafından hediye edilen şeylerdir. Bunlar sizin öz malınızdır! Bâhusûs iâde buyurmak istediğiniz kitabın iki, belki üç milyon altına alıcısı hazırdır. Hiç olmazsa bunu bir ihtiyat olarak nezd-i şâhânenizde alıkoymak doğru değil midir? dediklerinde Sultan Vahîdeddin, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hâdîs-i şerîfi istikâmetinde şu cevâbı vermiştir:

– Haklısınız, bunlar hesâbını kimseye vermekle mükellef olmadığımız şahsî malımızdır. Fakat ecdâdım bu milletin hükümdarları olmasaydılar, onlara kim bu hediyeleri verirdi? Binâenaleyh bu kıymet biçilmez eşyâ ve evânîde (kaplarda), benim kadar milletimin de hakkı vardır. Ben bu ihâneti kabul edemem! [1]

Bu târihî hakîkat, bütün bir insanlık âlemi için üsve-i hasene olan Resûl-i Ekrem Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinin asırlar boyunca canlı bir şekilde yaşanarak muhâfaza edildiğinin ve her şeyden aziz tutulduğunun en bâriz bir tezâhürüdür.

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Hayber Gazvesi günü idi. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bir grup geldi ve:

– Falanca şehit, falanca da şehit, dediler. Sonra bir adamın yanından geçerken:

– Falanca kimse de şehit olmuş, dediler. Efendimiz:

Hayır, ben onu, ganîmet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde cehennemde gördüm” buyurdu. (Müslim, Îmân, 182)

Şehitlik, kişinin bir çok günâhına keffâret olduğu halde, âmmenin malına hıyâneti ve kul haklarını ortadan kaldırmaz. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, şehid olduğu haber verilen bir kişinin, ganîmet malları henüz paylaşılmadan onlardan aldığı bir hırkadan dolayı, cehennemde olduğunu bildirmiş, âmme malına ihânetin ve kul hakkının affedilmeyeceğini ümmetine öğretmiştir.

Peygamberimiz’in hizmetini gören Mid’am isminde zenci bir kölesi vardı. Onu Rifâa bin Zeyd el-Cüzâmî hediye etmişti. Efendimiz’in yükünü indirdiği sırada, nereden geldiği belli olmayan bir ok isâbet edip ölümüne sebep oldu. Müslümanlar:

– Ey Mid’am! Cennet sana mübârek olsun! Ya Resûlallâh, hizmetçine şehitlik mübârek olsun! diyerek gıpta ve tehassürlerini ifâde ettiklerinde Allâh Resûlü:

“– Hayır, öyle değildir. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Hayber günü ganîmet malları paylaşılmadan önce aldığı bir kilim, şu anda onun üzerinde alev alev yanmaktadır!” buyurdu.

Bunu işiten Müslümanlar çok korktular. Bir adam Peygamberimiz’e bir veya iki ayakkabı bağı getirdi:

– Ya Resûlallâh! Ben de ganîmet malları bölüşülmeden ayakkabılarım için bu bağları almıştım, dedi. Peygamberimiz:

Sana da cehennem ateşinden bir veya iki bağ (yani bunlardan dolayı azap) var.” buyurdu. (Buhârî, Eymân, 33; Müslim, Îmân, 183)

Bir insan, sahâbî de olsa, hatta Allâh Resûlü’nün hizmetinde de bulunsa, günâhlarına karşılık cehenneme girmesine hiçbir şey mâni olamaz. Onun cehennemde oluşunun sebebi, ganîmetten, yani devlet hazinesinden haksız olarak bir mal almış olmasıdır. Çünkü bu davranış, büyük günâhlardandır. Böyle durumlar karşısında dikkatli olunması gerektiğini bildirmek üzere Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Bir kısım insanlar Allâh’ın mülkünden haksız bir surette mal elde etmeye girişirler. Halbuki bu, kıyamet günü onlara bir ateştir, başka bir şey değil.” buyururlardı. (Buhârî, Humus, 7)

*

Kul hakkının ihlâl edildiği tehlikeli zamanlardan biri de, insanlar arasındaki anlaşmazlıkların hükme bağlandığı anlardır. Meydana gelen bir hâdise veya haksızlık üzerine dâvâ açılır. Bu dâvâda haklı da haksız da kendini savunur. Sonunda biri dâvâyı kazanır, diğer taraf kaybeder. Fakat, şu soru hep zihinleri meşgul eder: Acaba gerçekten haklı olan mı kazandı, yoksa haksız olan mı? Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu husûsta da mü’minleri şiddetli bir şekilde uyarmaktadır:

 “Ben sâdece bir beşerim. Sizler bana yargılanmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir parça ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4)

Bu hadis-i şerife istinaden söylenen meşhur bir darb-ı mesel şöyledir:

نَحْنُ نَحْكُمُ بِالظَّواَهِرِ وَاللهُ يَتَوَلَّى السَّراَئِرَ

“Biz zâhire göre hükmederiz, işin iç yüzünü ancak Allâh Teâla bilir.”

Darb-ı meselde de ifade edildiği gibi, beşerî konular, işlerin görünürdeki şekline göre hükmetmeyi gerektirir. İnsan, Allâh Teâlâ bildirmedikçe, gaybı ve hâdiselerin iç yüzünü bilemez. Peygamber Efendimiz’in de, başkaları gibi görünürdeki hâle göre hükmetmesi gerekmektedir. O da şâhitlerin ifâdesi, gösterilen deliller ve yemin gibi esaslara dayanarak hüküm vermekle mükellef kılınmıştır. Hüküm verme bahsinde ümmetine örnek olması da, ancak böylece mümkün olabilir. Fakat, yapılan şâhitliklerin ve kullanılan ifâdelerin kuvvetli ve tumturaklı olmaları sebebiyle zahire göre verilen hüküm, hakîkatte gerçeği ifâde etmeyebilir. Bu durumda hadis-i şerîf, haksız olduğu halde dâvâyı kazanan tarafı cehennem ateşiyle tehdit etmektedir. Keyfiyet böyleyken, hem dâvâ sâhiplerinin hem de dâvâların hükme bağlanmasında vazîfe gören kimselerin daha dikkatli davranmaları gerekmektedir.

 İslâm dininin kul hakkı konusunda hangi din ve mezhepten olursa olsun insanlar arasında ayırım gözetmediğini ise şu hâdise açıkça ortaya koymaktadır:

Zaferoğullarından ve Ensâr’dan Tu’me bin Übeyrık, komşusu Katâde bin Nu’mân’ın evinden bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan evine kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı yahûdilerden Zeyd bin Semîn adında bir adamın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu’me’nin yanında aranıp bulunamayınca o:

– Vallâhi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok, diye yemin etti. Zırhın sâhipleri:

– Hayır, vallâhi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük, dediler. Ancak Efendimiz hırsızlık suçlamasını reddeden Tu’me’ye yemin teklif edip, o da çalmadığına dâir yemin edince zırhın sâhipleri mecburen Tu’me’yi serbest bıraktılar. Un izini takip ederek nihâyet yahûdinin evine geldiler ve onu tutup Allâh Resûlü’ne getirdiler. Yahûdi:

– Zırhı bana Tu’me bin Übeyrık verdi, dedi ve yahûdilerden bir cemâat da buna şâhitlik ettiler. Tu’me’nin kabilesi olan Zaferoğulları ise:

– Gelin, Rasûlullah’a gidelim, dediler ve Efendimiz’e gelip Tu’me’nin durumunu anlattılar. Arkadaşlarını müdafaa sadedinde:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Eğer hırsızlığı yahûdinin yaptığını ilân ederek onu cezâlandırmazsan arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, yahûdi de suçsuz çıkacak, dediler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

 “(Ey Resûlüm!) Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü Allâh hainliği meslek edinmiş günâhkârları sevmez.” (en-Nisâ 4/107) âyet-i kerîmesini indirerek, hâin ile temizi doğrudan doğruya bildirdi ve Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e de doğruyu gösterdi. Buna karşı Tu’me Hakk’a teslîm olup tevbekâr olacak yerde Mekke’ye kaçarak dinden döndü. (Taberi, Tefsir, IV, 364-365; Vâhidî, s. 183)

Bu gibi durumlarla alâkalı olarak Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

 “İster dünyevî işlerde olsun, ister dînî konularda olsun ümmetime hîle yapan kimseye Cenâb-ı Hak lânet etsin.” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 164) Hak sâhibinin veya alacaklının Müslüman olma şartı yoktur. Hangi dinden olursa olsun, hakkı sâhibine tevdi etmek gerekir. Bu husûsta Server-i Âlem Efendimiz’in gösterdiği titizlik, şu hâdisede de açıkça görülmektedir:

Müslümanların Hayber’e gitmek üzere hazırlanmaları, Peygamberimiz’le anlaşmalı bulunan Medine yahûdilerini çok kaygılandırdı ve harekete geçirdi. Bunlar Efendimiz’in Kaynuka, Nadîr ve Kurayza yahûdilerini mağlûb ettiği gibi, Hayber yahûdilerini de tesirsiz hâle getireceğini anladılar. Bu arada Müslümanlarda az çok alacağı olup da onların yakasına sarılmayan hiçbir yahûdi kalmadı.

Yahûdi Ebû Şahm’ın, Abdullâh bin Ebi Hadred’de beş dirhem alacağı vardı. Abdullâh âilesi için bu yahûdiden arpa satın almıştı. Ebû Şahm yakasına sarılınca o:

– Bana biraz mühlet ver. İnşaallâh borcumu ödeyeceğim. Çünkü yüce Allâh, Peygamberine Hayber ganîmetini va’detti. Ey Ebû Şahm! Biz Hicaz’ın yiyecek ve servetçe en zengin şehrine gidiyoruz, dedi. Ebû Şahm’ın kıskançlığı ve azgınlığı kabardı:

– Sen Hayber yahûdilerini önceden savaştığınız Araplar gibi mi sanıyorsun? Tevrat üzerine yemin ederim ki orada savaşçı on bin kişi vardır, dedi. Abdullâh:

– Ey Allâh’ın düşmanı! Sen bizim himâyemiz altında bulunuyorsun. Vallâhi, seni Resûlullâh’ın huzûruna çıkaracağım, dedi ve onu tutup Efendimiz’in huzûruna getirdi:

– Ya Resûlallâh! Bu yahûdi ne söylüyor dinle! diyerek Ebû Şahm’ın söylediklerini haber verdi. Resûlullâh Efendimiz sustu, hiçbir şey söylemedi. Yalnız dudaklarının kımıldadığı görüldü. Fakat ne söylediği işitilemedi. Yahûdi:

– Ey Ebü’l-Kâsım! Bu bana haksızlık etti, borcunu ödemedi, dedi. Allâh Resûlü Abdullâh’a:

“– Ver şunun hakkını!” buyurdu. Abdullâh:

– Seni hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki onu ödeyecek güçte değilim! dedi. Peygamberimiz tekrar:

“– Ver şunun hakkını!” buyurdu. Abdullâh:

– Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, onu ödeyecek güçte değilim. Senin bizi Hayber’e götüreceğini, bize Hayber ganîmetinden bir şeyler düşeceğini umduğumu ve dönünce borcumu ödeyeceğimi kendisine söyledim, dedi. Efendimiz üçüncü kez:

“– Ver şunun hakkını!” buyurdu. Bunun üzerine Abdullâh kalkıp çarşıya gitti. Sırtındaki ridâsını çıkardı, sarığına büründü ve yahûdiye:

– Şu elbisemi benden satın al! dedi. Yahûdi onu dört dirheme satın aldı. Abdullâh kalan borcunu da bulup ödedi. (İbn-i Hanbel, III, 423; Vâkıdî, II, 634-635)

Hayâtının her safhasında bu titizlik ve adâleti gösteren Resûl-i Ekrem Efendimiz, vefatına yakın zamanlarda da ashâbına son tavsiyelerini yaparken önemine binâen yine bu noktaya temas etmiştir:

“Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bâzı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Ben kimin malından bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın! İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zîrâ Rabbime, ancak bu sâyede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır!

Hiç kimse «Resûlullâh’ın kin ve düşmanlık beslemesinden korkarım!» diyemez. İyi biliniz ki, kin ve düşmanlık beslemek asla benim huyum değildir. Ben aranızda durup bu sözümü tekrarlamaktan kendimi müstağni görmüyorum!” buyurduktan sonra sözlerini tekrarladı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:

– Senden bir kimse istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştin, ben de vermiştim, dedi. Peygamber Efendimiz:

Doğru söylüyorsundur. Ey Fadl bin Abbas, buna üç dirhem ver!”  buyurdu. Sonra şöyle devam etti:

“Allâhım! Ben ancak bir insanım! Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya bir kamçı vurmuşsam, sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesile kıl!” (İbn-i Hanbel, III, 400)

“Allâh’ım! Ben hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, o sözümü kıyâmet gününde kendisi için, sana yakınlık vesilesi kıl!” diye duâ etti. (Buhârî, Deavât, 34) Sonra da:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa, onu hemen ödesin, dünyâda rüsvâ olurum demesin! İyi biliniz ki dünyâ rüsvâlığı âhiret rüsvâlığından çok hafiftir” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 255; Taberi, Tarih, III, 191)

Üsve-i hasene olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’e itaat ve ittibâ ile memûr olan her Müslümanın, kul hakkına riâyet husûsunda dikkatli olması ve kıyâmet günü “Onlar senden sonra ne günâhlar işlediler!” denilerek, Kevser havuzunun başında, Habîb-i Ekrem’in yakınlığından mahrum kalmamak için gayret etmesi zarûrîdir. Buna muvaffak olmak için de, eldeki imkân ve fırsatları iyi değerlendirmek lâzımdır.



[1] Kadir Mısıroğlu, Lozan Zafer mi Hezîmet mi?, III, 150. (Refii Cevad Ulunay, Bu Gözler Neler Gördü?… Tercüman Gazetesi, 18 Kasım 1969 tarihli nüsha’dan naklen)

%d bloggers like this: