Yâr-ı seyretmek için bî-teklîf
Cümleten çeşm idi ol cism-i latîf[1]
Hâkânî
Nebiyy-i zî-şân Efendimiz’in Allâh Teâlâ’ya olan ta’zîmi gibi, O’na duyduğu muhabbet de idrâk ve ifâde edemeyeceğimiz derecede engin ve nihâyetsizdi.
Hayâtın özünü teşkil eden ve ilâhî bir iksir olan muhabbet, dostluğun samimi ve katıksız hâlidir. Muhabbet sevgiliye kavuşma, onun güzelliğini görme heyecân ve susuzluğu içinde bulunan kalbin, ihtizâza gelip coşmasıdır. Yusuf Hemedânî hazretleri muhabbetin nefsânî ve rahmânî olmak üzere iki vechesinin bulunduğunu söyleyerek aralarındaki farkı şöyle îzâh eder; “Mahlûkâtı sevince insanda bunama ve delilik zuhûr eder. Oysa Hakk Teâlâ’ya muhabbet duyunca gönle firâset, hikmet ve ma’rifet doğar. Bu yüzden hakîkatte Allâh sevgisinden başkası uygun değildir. Çünkü şeytanın yolunda diken ve çer çöpten, Hak Teâlâ’nın yolunda ise nergis ve lâleden başka bir şey yoktur.” (Rutbetü’l-Hayât, s. 69)
İnsanda muhabbet merkezi kalbdir. Allâh Teâlâ, kulunda iki değil, sâdece tek kalb yaratmış (el-Ahzâb 33/4) ve onu da kendisine mahsûs kılmıştır. Kalbin muhabbet duyacağı hakîkî mâşûk ise ancak Allâh Teâlâ’dır. İkinci Sultan Selim bu hakîkati ne güzel dile getirir:
Âşık-ı sâdıkta dil birdir olur mu yâr iki
Hiç bir taht üstüne mümkün müdür hünkâr iki
Fakat kalb, muhabbetin bu zirve noktasına bir anda yükselemez. Muhabbetullâh sarayına çıkmak için, sevilen diğer varlıklar birer merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlara duyulan meşrû muhabbetler, kalbin hakîkî sevgiye hazırlanması istikâmetinde, birer alıştırma hükmünde olacaktır. Bir de Allâh’tan O’nun muhabbetini talep etmek gerekir. Sevgili Peygamberimiz, duâlarında Allâh Teâlâ’nın muhabbetini talep ve niyaz ederek:
اَللّهُمَّ اِنِّى اَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذِى يُبَلِّغُنِى حُبَّكَ.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ اَحَبَّ اِلَىَّ مِنْ نَفْسِى وَاَهْلِى وَمِنَ الْمَاءِ الْبَارِدِ
“Allâhım! Sen’den sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allâhım! Sen’in sevgini bana nefsimden, âilemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” buyururdu. (Tirmizî, Deavât, 72)
Gerçek mü’min, şâirin dediği gibi gelip geçici muhabbetlere değil, bilâkis ezelî ve ebedî olan Allâh’a gönül bağlar.
Âfitâb-ı hüsn-i hûbân âkıbet eyler ufûl
Ben muhibb-i lâ yezâlim “lâ uhibbü’l-âfilîn”
“Fânî sevgililerin güzellik güneşi birgün batar gider. Ben ise ebedî olan Allâh’ın âşığıyım, sonunda yok olan şeylere muhabbet duymam.”
Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetlerinin, diğer bütün muhabbetlere hâkim olacak ve onları etkileyecek kuvvette olması gerektiğini şu şekilde ifâde etmiştir:
“Mü’minlerde Allâh muhabbeti, diğer muhabbetlerden daha şiddetlidir.” (el-Bakara 2/165)
Mü’minlerdeki muhabbetin böyle olması gerekirse, Habîbullah pâyesine erişen Resûl-i Ekrem Efendimiz’de tecellî eden muhabbet-i ilâhiyeyi, tasavvur etmek lâzımdır. Bu muhabbeti Hâkânî şöyle terennüm eder:
Dil-güşâ olsa nola çeşm-i Resûl
Kühl-i “Mâ zâğ” ile mekhûl idi ol.
“Allâh Resûlü’nün mübârek gözlerinin, insanların gönüllerini fethetmesi çok değildir. Zîrâ o gözler, «(O haşmetli makamda Allâh’ı gören Resul’ün) gözleri şaşıp da O’ndan başka hiçbir şeye kaymadı, sağa sola bakmadı. (en-Necm 53/17)» âyetinde işâret edilen muhabbet ve edep sürmesi ile sürmelenmiştir.”
Görmemiştir rasat-engîz-i kader
Gözleri gibi Hudâyı gözler
“Kaderin rasat-hânesi, onun gözleri gibi dâimâ Allâh’a tahsis-i nazar eden başka bir göz görmemiştir.”
Muttasıl ol iki çeşm-i şahbâz
Sâha-i Arş’a ederdi pervâz
“Hiç şüphe yok ki o şâhin gözler, Arş-ı a’lâ sâhasında avlanmak, ilâhî feyz ve muhabbet şebnemlerini dermek için devamlı olarak cevelân ederdi.”
Mâsivallâha nazar etmedi hem
Hiç aynında değildi âlem
“O gözler Allâh’tan başka hiçbir şeye asla nazar etmemiştir. Zîrâ zerreden küreye bütün kâinât, Efendimiz’in nazarında bir hiç mesâbesinde idi.”
Âteş-i şem-i Cemâl-i ezelî
Odlara yakmış idi ol güzeli
“Allâh Teâlâ’nın ezelî olan cemâlinin alevi, Güzeller Güzeli Efendimiz’in sînesini ateşlere yandırmıştı.”
Habîb-i Ekrem Efendimiz’in, Allâh’a olan muhabbeti dâimâ diri hâldeydi. O’na olan bu eşsiz muhabbeti sebebiyle, yaratılan her şeye büyük alâka gösterir ve onları Rabbini hatırlamaya birer vesîle sayardı. Allâh’a yaklaşmak maksadıyla, ilâhî fermanla vukû bulan her yeni tecellîye, âşina olmayı isterdi. Zîrâ bir varlığa duyulan muhabbet arttıkça, bu muhabbetten o varlığa herhangi bir nisbeti, yakınlığı veya alâkası olan her şeye, o yakınlık derecesinde bir pay isâbet eder. Bununla alâkalı güzel bir nükteyi Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
“Bir defâsında biz Allâh Resûlü ile berâber iken, yağmur yağmaya başladı. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, yağmurun bedenine isâbet etmesi için omuzunu açtı.
– Yâ Resûlallâh! Niçin böyle yaptınız? dediğimizde ise:
«– Bu rahmetin, Rabbi ile olan münâsebeti henüz yeni de ondan.»” buyurdu. (Müslim, İstiskâ, 13)
Muhabbetin şümûlünü, merkezinde sevilen varlık olmak üzere, yakın ve uzak bütün varlıkları ihtivâ edecek şekilde bir dâire gibi sonsuza kadar genişletmek mümkündür. Yûnus’un “Yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü” mısrâlarıyla dile getirdiği bu muhabbet, “aşk-ı mutlak”tır ki, bu da en kâmil mânâda Allâh Resûlü’nde tecellî etmiştir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının Cenâb-ı Hakk’a duydukları derûnî muhabbetin artmasında ve tâzeliğini korumasında, zaman zaman nâzil olan ilâhî vahyin mühim bir tesiri olmaktaydı. Ceste ceste inen Kur’ân âyetleri, her indikçe Allâh Resûlü’nü ve ashâbını tesellî etmekte, sıkıntılarını gidermekte ve Allâh ile olan kalbî irtibatlarını tâzeleyerek, gönüllerinde ilâhî muhabbetin lemeân etmesine (parlamasına) vesile olmaktaydı. Bu muhabbetin en câlib-i dikkat misâlini şu hâdisede görürüz:
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Hz. Ebûbekir, Ömer -radıyallâhu anh-’e:
– Kalk, Efendimizin yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Resûlullâh’ın yaptığı gibi, biz de onu ziyâret edelim, dedi. Yanına vardıklarında Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ağlamaya başladı. Onlar:
– Niçin ağlıyorsun? Efendimiz için Allâh katındaki nimetin çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun? dediler. Ümmü Eymen:
– Ben onun için ağlamıyorum. Allâh katındaki nimetlerin, Efendimiz için elbette daha hayırlı olduğunu biliyorum. Ben, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum, dedi. Onun bu ince düşüncesi, Ebûbekir ve Ömer’i de duygulandırdı. Ümmü Eymen ile birlikte onlar da ağlamaya başladılar. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 103)
Bir taraftan, Allâh’ın kelâmının artık kendilerine gelmeyeceğini düşünerek ağlayan bu sahâbîler, diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın Habîb-i Ekremi’ne âhirette bahşedeceği nimetleri hatırlayarak tesellî buluyorlardı. Zîrâ Allâh’ın sevgilisi olan Efendimiz, bir ömür boyunca Rabbine nihâyetsiz bir muhabbetin kavurucu hasreti içinde yaşamış ve vefâtıyla Refîk-i A’lâsı’na kavuşmuştu.
Kelâm-ı ilâhî vesîlesiyle, Allâh Teâlâ’ya muhabbetini ızhâr eden sahâbîlerden birinin hikâyesi de şöyledir:
Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- onu bir seriyyenin başında komutan olarak göndermişti. Arkadaşlarına namaz kıldırıyor, ancak kırâatini her defâsında İhlâs sûresi ile bitiriyordu. Döndükleri vakit durumu Allâh Resûlü’ne anlattılar. Efendimiz:
“– Ona, niçin böyle yaptığını sorun!” buyurdu. Arkadaşları bunun sebebini sorduklarında sahâbî:
– Bu sûre Rahmân’ın vasıflarını anlatmaktadır. Bu yüzden, onu okumayı seviyorum, cevâbını verdi.
Bunu haber verdiklerinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“– Ona haber verin, Allâh Teâlâ da onu seviyor.” (Buhârî, Tevhîd, 1)
Mevlâna -kuddise sirruh-, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in gönlüne akseden Allâh muhabbetini şöyle dile getirir:
“Mirac gecesi onu görebilmek için yedi kat göğün ufukları hûrilerle, peygamberlerin, ermişlerin rûhları ile dolmuştu. Bu hûrilerin her biri, ona hoş görünmek için süslenmişti. Fakat onda dost düşüncesinden, yani Allâh sevgisinden başka bir sevdâ yoktu. O, Allâh’ın büyüklüğü, kudreti ve sevgisi ile öyle dolmuştu ki Allâh’a en yakın olanlar bile oraya yol bulamazlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurmuştu ki; «Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, ona ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.» (Münâvî, IV, 8) Artık bunu siz düşünün. Yine Efendimiz; «Gözümüz Hakk’tan başkasına meyl etmedi, bakmadı; bizim gözümüz, kuzgunlar gibi dünyâ leşine kaymamıştır.[2] Biz cümle âlemi renklendiren, güzelleştiren Hakk’ın mestiyiz; bağın, bahçenin değil.» buyurmuştur.” (Mesnevî, beyt: 3950-3954)
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a muhabbeti, haşyete dayalı bir muhabbet; korkusu da muhabbete dayalı bir korku idi. Bu sebeple o, dâimâ şöyle duâ ederdi:
اَللّهُمَّ مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ! صَرِّفْ قُلُوبَنَا عَلَى طاَعَتِكَ
“Ey kalplere hükmeden Allâhım! Kalplerimizi Sana tâate âmâde kıl!” (Müslim, Kader, 17)
Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- hayâtı boyunca, en derin muhabbetle gönlünü bağladığı Yüce Rabbi’ne kavuşma arzu ve iştiyâkı içerisinde bulunmuştur. Vefâtı yaklaştığında ise bu yakıcı iştiyâk ve hasret duyguları zirveye ulaşmıştır. O, vazîfesini tamamlayıp dünyâda kalmak ile “Refîk-ı A’lâsı’na, yâni En Yüce Dostu’na gitmek arasında serbest bırakıldığında, bir ömür beklediği fırsatın geldiğini düşünerek, hemen O’na gitmeyi tercih etmiştir. Âişe vâlidemiz bu şeb-i arûsu, yâni sevgilinin dostuna kavuşma ânını şöyle anlatır:
“Allâh Resûlü son anlarını yaşarken, mübârek başı benim göğsüme yaslı bulunuyordu. Ben:
«Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider! Gerçek tabib, hakîki şifâ verici ancak sensin!» diyerek şifâ diliyordum. Sevgili Peygamberimiz ise:
«Hayır! Allâhım beni Refîk-i A’lâ’ya kavuştur. Ey Allâh’ım! Beni mağfiret et! Bana rahmetini ihsân et! Beni Refik-i A’lâ’ya kavuştur!» diyerek duâya devam ediyordu.” (İbn-i Hanbel, VI, 108, 231)
Diğer bir rivâyette hâdisenin devâmı şöyle anlatılır:
“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- sağlıklı günlerinde birçok defalar:
«Hiçbir peygamber, cennetteki makâmını görmedikçe, rûhu kabzolunmaz. Sonra, dünyâda kalmak ile makâmına gitmek arasında muhayyer bırakılır.» buyurmuştu. Kendisi hastalanıp vefâtı yaklaşınca, başı benim dizimde bulunduğu halde, üzerine bir baygınlık geldi. Ayılınca gözünü evin tavanına çevirdi ve:
«Allâhım! Refik-i A’lâ» dedi. Ben o zaman:
«Resûlullâh bizi tercih etmiyor!» dedim. Anladım ki Efendimiz’in bu temennîsi, sıhhatli zamanlarında bize söyleyip durduğu bir haberin, kendisinde tahakkuk ettiğinin bir işâretidir.” (Buhârî, Megâzî, 84; İbn-i Hanbel, VI, 89)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vefâtı esnâsında ölüm meleği ile kendisi arasında vukû bulan şu muhâvere, ondaki muhabbet-i ilâhînin derecesini daha açık bir şekilde göstermektedir. Sevgili Peygamberimiz’in vefât ânı geldiğinde, ölüm meleği Azrâil içeri girmek için izin istedi. Cebrâîl -aleyhisselâm- :
“Ey Ahmed! Bu Ölüm Meleği’dir. Senin yanına girmek için izin istiyor! Halbuki o, senden önce hiçbir kimsenin yanına girmek için izin istemediği gibi, senden sonra da hiç kimseden izin istemeyecektir. Kendisine izin ver!” dedi.
Ölüm Meleği içeri girip Peygamberimiz’in önünde durdu ve:
– Yâ Resûlallâh! Yâ Ahmed! Yüce Allâh beni sana gönderdi ve her emrine itaat etmemi de bana emretti! Eğer rûhunu almamı emredersen alacağım, bırakmamı emredersen rûhunu sana bırakacağım! dedi. Allâh Resûlü:
“– Bunu gerçekten yapacak mısın?” diye sordu. Ölüm Meleği:
– Ben, her hususta sana itaat etmekle emrolundum! dedi. Bu sırada Cebrâil -aleyhisselâm-:
– Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor, dedi. Efendimiz:
“– Allâh katında olan daha hayırlı ve daha devamlıdır! Ey Ölüm Meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu al!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 259; Heysemî, IX, 34-35; Belâzûrî, I, 565)
[1] Allâh Resûlü’nün o mübârek bedeni, kalbinin en yüce sevgilisi Cenâb-ı Hakk’ı, gönlünün arzu ettiği şekilde, hiç bir zorluk olmadan doya doya seyredebilmek için baştan ayağa göz kesilmişti.
[2] Burada Mevlâna hazretleri Necm sûresinin 17. âyetine işâret etmektedir. Mîrâc’da Sevgili Peygamberimiz’in Yüce Rabbi’nin huzûrundaki kalbî durumunu anlatan bu âyet-i kerîmede; “(O haşmetli makamda) onun gözü ve gönlü ne kaydı ne de haddini aştı.” buyrulur.