1. Ta’zîmi

Ta’zîm; bir varlığı kalpte büyük görmek, onun şân ve şerefini yüceltmek ve emrini bütün emirlerin üstünde tutmaktır. Allâh Teâlâ’ya ta’zîm ise O’na, bu duygu ve hissiyâtın en zirvede olanını tahsîs etmektir.

Beşeriyete saâdet reçetesi olarak takdim edilen İslâm dininin özü:

Ta’zîm li-emrillâh: Allâh Teâlâ’ya ve O’nun bütün emirlerine ta’zîm, yani gönülden gelerek boyun eğmek ve,

Şefkat li-halkillâh: Allâh Teâlâ’nın mahlukâtına şefkat ve merhametle hizmet etmektir.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Allâh Teâlâ’ya ta’zîmi o derecede idi ki O’nun rızâsını her şeyin üstünde tutardı. En büyük korkusu, O’nun gazabına yol açacak ve muhabbetine halel getirecek bir harekette bulunmaktı. Bunun en çarpıcı misâlini, pek şiddetli ve meşakkatli olan Tâif yolculuğundan, elleri ve ayakları kanlar içinde dönerken yaptığı şu niyâz ve yakarışında görürüz:

….. İlâhî! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Fakat Sen’in lütuf ve ihsânın, benim için daha geniştir. İlâhî! Gazâbına uğramaktan, rızâsızlığına dûçar olmaktan Sen’in Nûr-i Vechine sığınırım… İlâhî! Sen râzı olasıya kadar affını diliyorum. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sen’dendir, yâ Rabbî!” (İbn-i Hişâm, II, 30)

Cenâb-ı Hakk’a olan bu ta’zîmi ile Peygamber Efendimiz, kendi benliğini, güneşin doğmasıyla yıldızların yok olması gibi siler ve o hâliyle engin bir mahfiyet kisvesine bürünürdü. Onun nûrânî varlığında sâdece ve sâdece bütün azameti ile Hak tecellî ederdi. Bu hakîkate işâretle Mevlâna -kuddise sirruh- şöyle der:

“Cenâb-ı Hakk’ı yüceltmek, ta’zîm etmek nasıl olur? Kendini hor, hakîr bilmekle ve toprak gibi ayak altında çiğnenmeye lâyık görmekle yani hiçliğini idrâk edip tevâzûya bürünmekle olur. Allâh’ı ve tevhîdi bilmek nedir? Kendini bir olan Rabb’ın huzûrunda yakıp yok etmektir. Eğer gündüz gibi aydınlanmak, parlamak istiyorsan, geceye benzeyen, gece gibi karanlık olan varlığını, benliğini yak!” (Mesnevî, c. I, beyt: 3008-3010)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a olan ta’zîm ve hürmet hisleri, O’nun emirlerini yerine getirme konusundaki canhıraş gayretinde açıkça görülür. Nitekim âyet-i kerîmelerde bu konuda şöyle buyrulur:

“Rahmân’ın o kulları, Rablerinin âyetleri kendilerine okunup hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkân 25/73)

“…Kendilerine Kur’an okunduğu zaman, derhal yüzleri üzerine secdeye kapanırlar.” (el-İsrâ 17/107)

Bununla alâkalı oldukça ibretli bir misâli, Habbâb -radıyallâhu anh-şöyle anlatmaktadır:

“Akra’ bin Hâbis ile Uyeyne bin Hısn, Resûlullâh Efendimiz’e geldiler. Onu Bilâl, Suheyb, Ammâr, Habbâb gibi fakir ve kimsesiz Müslümanlar arasında otururken buldular. Çevresindeki bu zayıf Müslümanları hakîr görerek Efendimiz’e:

 – Bizim için bunlardan ayrı bir oturum yapmanı ve farklı bir meclis tahsis etmeni isteriz. Böylece Araplar, bizim bunlardan üstün olduğumuzu anlasınlar. Biliyorsun ki bize Arap kabilelerinden birtakım elçiler ve hey’etler gelir. Onların bizi bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla, biz gelince onları yanından uzaklaştır. Seninle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla ayrıca otur, dediler. Allâh Resûlü:

«– Olur.» buyurdu. Onlar:

– Olur, demen yetmez, bizim için bunu yazılı hâle getir, dediler. Bunun üzerine Allâh’ın Resûlü Hz. Ali’yi çağırdı, bir de yazmak için sayfa istedi. Biz bir köşede oturuyorduk. O sırada Cibrîl -aleyhisselâm- geldi ve:

«Sabah akşam Allâh’ın rızâsını dileyerek Rablerine duâ edenleri sakın yanından uzaklaştırma! Onların hesabından sana hiçbir sorumluluk yoktur. Senin hesabından da hiçbir şey onlara ait değildir. Eğer onları uzaklaştırırsan, zâlimlerden olursun!» (el-En’âm 6/52) âyet-i kerîmesini getirdi. Sonra:

«Biz, onlardan kimini kimisiyle, ‘Allâh aramızdan bunlara mı lütfunu lâyık gördü?’ desinler diye işte böyle imtihân ettik. Allâh şükredenleri en iyi bilen değil mi?» (el-En’âm 6/53) âyet-i kerîmesini, daha sonra da:

«Âyetlerimize îmân edenler sana geldiklerinde de ki: ‘Selâm sizlere, Rabbınız, rahmet ve merhameti kendisine düstûr edinmiştir.’» (el-En’âm 6/54) âyetini indirdi. Rahmeten li’l-âlemîn olan Efendimiz, anlaşmayı yazmak üzere eline aldığı sayfayı derhal bir kenara bıraktı ve bizi yanına çağırdı. Huzuruna geldiğimizde; «Selâm sizlere, Rabbınız rahmet ve merhameti kendisine düstûr edinmiştir.» diyordu. Ona yaklaştık; hattâ o kadar yaklaştık ki dizlerimizi onun dizlerine dayadık. Bu âyetin inmesinden sonra, biz eskiden olduğu gibi Efendimiz’in yanında oturmaya devam ettik. Fakat o, yanımızdan kalkıp gitmek istediği zaman kalkar giderdi. Ne zaman ki:

«Sabah akşam Rablerine, O’nun hoşnutluğunu dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sabret! Dünyâ hayâtının süslerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma!…» (el-Kehf 18/28) âyet-i kerîmesi indi, artık böyle yapmaz oldu. Bundan sonra biz daha titiz davranmaya başladık. Birlikte otururken vakit bir hayli geçince Efendimiz’in rahatça kalkıp gidebilmesi için, biz erken davranır ve onun yanından kalkardık. (İbn-i Mâce, Zühd, 7; Taberî, Tefsîr, VII, 262-263)

Vâhidî’nin zikrettiğine göre, bu son âyet inince, Resûlullâh Efendimiz hemen kalkıp, o fakir sahâbîlerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka taraflarında Allâh’ı zikrederken buldu. Bunun üzerine; “Canımı almadan önce, ümmetimden bu insanlarla berâber bulunmaya sabretmemi emreden Allâh’a hamdolsun! Artık hayâtım da ölümüm de sizinle berâberdir.” buyurdu. (Esbâbu’n-nüzûl, s. 304)

Ashâb-ı kirâmdan Allâh ve Resûlü’ne itâat ve teslîmiyeti ile mâruf Hz. Ebûbekir’in Allâh’ın emrine olan ta’zîmini gösteren bir hâdiseyi ise kızı Hz. Âişe şöyle anlatır:

“Yüce Allâh, bana atılan iftirâdan[1] berî olduğumu bildiren âyetleri indirince babam Ebûbekir, akrabalığından ve fakirliğinden dolayı nafaka vermekte bulunduğu Mıstah bin Üsâse için:

«Âişe’ye bu iftirâyı attıktan sonra, vallâhi ben de Mıstah’a hiçbir zaman bir şey vermeyeceğim!» diye yemin etmişti. Bunun üzerine Yüce Allâh:

«Sizden fazîlet ve servet sâhibi olanlar, akrabâlara, yoksullara, Allâh yolunda hicret edenlere bir şey vermeyeceklerine dâir yemîn etmesinler. Bilakis affetsinler ve aldırmasınlar! Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz? Allâh, çok affedici ve çok merhamet edicidir.» (en-Nûr 24/22) âyetini indirdi. Bu ilâhî ferman üzerine Hz. Ebûbekir, derhal kalben ve rûhen kendisini toparlayarak:

«Vallâhi ben, Allâh’ın beni affetmesini elbette isterim!» dedi. Mıstah’ın nafakasını tekrar vermeye başladı ve:

«Vallâhi, ben artık onun nafakasını hiçbir zaman kesmem!» dedi.” (Buhârî, Megâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56)

Bu ta’zîm duygusu, ashâb-ı kirâmın her birinde mevcuttu. Bunun en güzel tezâhürlerinden birini, içkinin harâm kılınması esnâsında görmekteyiz. İçkiyi en son kat’î olarak yasaklayan Mâide sûresinin 90 ve 91. âyetleri nâzil olmuştu. Efendimiz bunları ashâbına okurken, âyetin sonundaki “Artık vazgeçtiniz, değil mi?” kısmına gelince, Hz. Ömer hemen:

“Vazgeçtik! Vazgeçtik yâ Rab!” dedi. Sâdece Hz. Ömer değil, orada bulunan bütün Müslümanlar da; “Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbimiz!” dediler. Daha sonra Resûlullâh’ın emriyle bir münâdî; “Haberiniz olsun ki içki harâm kılınmıştır!” diyerek seslenince, tulumları delinip boşaltılan ve küpleri kırılıp dökülen içkiler, Medine sokaklarında su gibi aktı. (İbn-i Hanbel, I, 53; II, 351; Nesâî, Eşribe, 1-2; Hâkim, II, 305)

*

Server-i Âlem Efendimiz’in Allâh Teâlâ’ya olan ta’zîmi, onu, Allâh’ın birliği ve azameti husûsunda âzamî derecede hassâsiyet göstermeye sevketmiştir. Zîrâ o:

“Allâh, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allâh’a ortak koşan kimse, çok büyük bir günâh işlemiş olur.” (en-Nisâ 4/48)

“Şüphesiz sana ve senden önceki (peygamber)lere şu gerçek vahyedildi: Eğer (Allâh’a) ortak koşarsan, bütün amellerin boşa gider ve ziyâna uğrayanlardan olursun. O halde, yalnız Allâh’a kulluk et ve şükredenlerden ol!” (ez-Zümer 39/65-66) şeklindeki ilâhî tâlimatlar istikametinde, şirkten uzak durarak tevhid üzere bir hayât sürmüştür. Dolayısıyla Allâh Resûlü, bu mevzudaki ihmallere asla müsâmaha göstermemiş, şirki çağrıştıracak en ufak davranışlara bile hemen müdâhale ederek gerekli düzeltmelerde bulunmuştur.

Zeyd bin Hâlid el-Cühenî’den nakledildiğine göre, Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye’de iken gece yağan yağmurun akabinde sabah namazını kıldırdı. Namazı bitirince cemâate dönüp:

“– Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâbın, Allâh ve Resûlü daha iyi bilir, mukâbelesi üzerine:

“– Buyurdu ki: Kullarımdan bir kısmı mü’min, diğer bir kısmı ise kâfir olarak sabahladı. «Allâh’ın rahmet ve berekâtıyla bize yağmur yağdı.» diyen, Bana inanmış; yıldızı inkâr etmiş olur. «Falan ve falan yıldızın batıp doğmasıyla üzerimize yağmur yağdı.» diyen de Ben’i inkâr etmiş, yıldıza inanmış olur.” (Buhârî, Ezân, 156) buyurarak, gönüllerde oluşması muhtemel şirk düşüncelerini izâle etmek istemiştir.

Mevzuyla alâkalı diğer bir hâdise de şöyledir:

Peygamberimiz’in oğlu İbrâhîm’in vefât ettiği gün güneş tutulmuştu. Halk güneşin İbrâhîm’in ölümü sebebiyle tutulduğunu söylediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz; “Ay ve güneş, Allâh’ın âyetlerinden sâdece iki âyettir. Bunlar, birinin ölümü veya doğumu için tutulmazlar. Onu tutulmuş gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar Allâh’a duâ edin ve namaz kılın.” buyurmuştur. (Buhârî, Kusûf, 15)

Bu iki hâdisenin birincisinde Efendimiz, Allâh Teâlâ’nın Fâil-i Mutlak olduğunu, O’na herhangi bir işinde fâni varlıkları ortak koşmanın doğru olmadığını, zîrâ bunun Allâh’ı inkar anlamı taşıdığını belirtmiştir. İkincisinde ise Allâh Teâlâ’nın azameti karşısında insanların, Peygamber’in oğlu da olsa, kulluğun ötesinde bir değere sâhip olmadığını, dolayısıyla gerçek saygının sâdece Allâh’a gösterilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, câhiliye ve şirk ortamından henüz yeni kurtulmaya çalışan ashâbını yakından takip eder, Allâh’ın birliği husûsunda yanlış inançlara sapmamaları için gayret gösterirdi. Şu ibretli hâdise bunun örneklerinden birini teşkil eder:

Ebû Vâkıd el-Leysî’nin anlattığına göre Huneyn gazâsında Müslümanlar, müşriklerin silahlarını astıkları ve “Zât-ı Envât” diye isimlendirdikleri bir ağaca rastladılar. Ashâb-ı kirâm:

– Yâ Resûlallâh! Müşriklerin olduğu gibi, bizim için de bir Zât-ı Envât belirleseniz! dediler. Bu istek karşısında üzülen Sevgili Peygamberimiz:

Sübhânellâh! Bu, Mûsâ’nın kavminin «…(Ey Mûsâ!) Onların ilâhları gibi bizim için de bir ilâh yap!» (el-A’râf 7/138) demeleri gibidir. Nefsim kudret elinde bulunan Allâh Teâlâ’ya yemin ederim ki sizden öncekilerin yolunu takip edeceksiniz.” buyurdular. (Tirmizî, Fiten, 18)

Fahr-i Cihân Efendimiz, Allâh Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının sâdece O’na tahsis edilmesi husûsunda da dikkatli davranır, bu konuda en küçük bir şirk kokusuna müsâade etmezdi. İbn-i Abbas -radıyallâhü anh-’den nakledildiğine göre bir adam Allâh Resûlü’ne gelip:

– Yâ Resûlallâh! Allâh’ın dilediği ve sizin dilediğiniz, diyerek (meşiyet husûsunda Peygamberimiz’i Cenâb-ı Hak ile birlikte zikredince) Efendimiz:

“– Sen beni Allâh’a denk yaptın, sâdece «Allâh’ın dilediği» demen gerekirdi!” (İbn-i Hanbel, I, 283) buyurarak, peygamber olmasına rağmen, mutlak irâdenin Cenâb-ı Hakk’a âit olduğunu bildirmiş ve kendisinin dileme-meşîet konusunda Allâh’a denkmiş gibi zikredilmesini şiddetle reddetmiştir.

Bir diğer câlib-i dikkat misâl de şudur: Adiy bin Hâtim’in anlattığına göre, bir adam Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanında okuduğu hutbede:

“Her kim Allâh ve Resûlü’ne itâat ederse, şüphesiz doğru yolu bulmuş olur. O ikisine isyân eden ise, muhakkak sapıtmıştır.” ifâdesini kullanmıştı. Fahr-i Kâinât Efendimiz hemen müdâhale ederek:

“Sen ne fenâ bir hatipsin! «(‘O ikisine’ diyeceğine ayrı ayrı zikrederek) Allâh ve Resûlü’ne isyân eden ise muhakkak sapıtmıştır.» deseydin ya!” îkâzında bulunmuştur. (Müslim, Cum’a, 48)

Burada Peygamberimiz’in hatîbi îkâz etmesi, Allâh ile kendisini, “her ikisi” anlamına gelen “هما” zamirinde müştereken zikretmesi, böylece Cenâb-ı Hak ile Peygamberi’nin aynı seviyede tutulduğu hissini uyandırmasından dolayıdır. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisinin Allâh’ın bir kulu olduğu, dolayısıyla O’nunla birlikte aynı zamirde zikredilmesinin, Allâh’a tâzim açısından uygun olmadığı tenbîhinde bulunmuştur.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Allâh Teâlâ’ya olan ta’zîm ve muhabbeti sebebiyle, O’na varan yolda birer engel teşkil eden putlara ve putperestliğe karşı amansız bir mücâdele vermiştir. Nübüvvetinden önce bile onlara asla iltifat etmemiş, bilakis hep nefret etmiştir. Hz. Câbir’in anlattığına göre, Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke Fethi sırasında Hz. Ömer’e, önceden Kâ’be’ye gidip oradaki bütün putları ortadan kaldırmasını emretmiş ve bunlardan temizlenmeden Beytullâh’a girmemiştir. (Ebû Dâvûd, Libâs, 48)

Resûlullâh Efendimiz’in Allâh Teâlâ’ya olan ta’zîm ve muhabbeti, O’nu gece-gündüz aralıksız olarak huşû içinde zikredişinde de tezâhür eder. Zîrâ Yüce Rabbi ona:

“Rabbini, içinden yalvararak ve O’ndan korkarak, hafif bir sesle sabah akşam zikret. Sakın gafillerden olma!” (el-A’râf 7/205) diye emretmiş, o da Hz. Âişe’nin naklettiği üzere, Allâh Teâlâ’yı her hâlinde zikre devâm etmiştir. (Müslim, Hayz, 117)

*

Cenâb-ı Hakk’ın şeâirine yani O’nu hatırlatan nişânelere saygı göstermek de, Allâh’a ta’zîmdir. Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Her kim, Allâh’ın şeâirine ta’zîm gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hacc 22/32)

İslâm, Allâh’ın şeâirine saygı ve onlarla Allâh Teâlâ’ya yaklaşma esası üzerine kurulmuştur. Şeâir; hissetmek mânâsındaki şuur masdarından türemiş olup “şiâr”ın çoğuludur. Kur’ân-ı Kerîm, Ka’be, ezân, namaz, kurban, Safâ ve Merve gibi karşılaşıldığında Allâh’a yakınlık hissi uyandıran alâmet ve işâretlere şeâir denir. Yüce Allâh, mücerred hâdiseleri, insanların daha kolay idrak edebilmeleri için, muşahhas şeylere benzeterek anlatmıştır. Bu nişâneler de, Allâh Teâlâ’ya ibâdette kullanılan ve hislerimizle kavranabilen şeylerdir. Bunlar sâdece Allâh’a has kılınmıştır. Bu sebeple onlara gösterilen saygı, Allâh Teâlâ’ya saygı; onlara karşı gösterilen saygısızlık da yine Allâh Teâlâ’ya gösterilen saygısızlık olarak kabul edilmiştir.

Bunlardan Kur’ân-ı Kerim, Allâh Teâlâ’nın, Sevgili Peygamberi’nin kalb-i pâkine inzâl ettiği ilâhî bir fermânı ve tâlimatnâmesidir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’e gösterilen saygı, onu inzâl eden Hak Teâlâ’ya saygı anlamına gelir. Zîrâ insanların, peygamberlerin izlerini tâkip ederek Allâh’a vâsıl olmaları, ancak onlara indirilen kitaplara saygı göstermelerine ve bunları okuyup ahkâmını tatbik etmelerine bağlıdır.

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisine Kur’an vahyi geldiği esnâda, ona bütün varlığı ile yönelir ve gelen vahyi tam mânâsıyla alabilmek için dikkat kesilirdi. Vahyin ilk zamanlarında, kalbine nüzûl eden Kur’ân âyetlerini unutmamak için, mübârek dillerini kıpırdattıklarında:

(Ey Resûlüm!) Vahyi çabucak ezberlemek için dilini kımıldatma! Şüphe etme ki, onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak Biz’e aittir. O halde, Biz onu okuttuğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et!” (el-Kıyâme 75/16-18) îkâz-ı ilâhisi gelmiştir.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Allâh Teâlâ’ya olan ta’zîm ve muhabbetinin tezahürlerinden biri de, Kur’an-ı Kerim’i çok sevmesi, onu okurken ve dinlerken derin bir hissiyât içinde duygulanıp göz yaşı dökmesidir. Zîrâ seven, gönlünü ve kulağını sevilenin sözüne yöneltir ve ona, sevdiğinin sözünden daha tatlı gelen hiçbir şey bulunmaz. Çok kere seven, sevdiğinin sözünü tekrarlarken, kendisini onun yanında imiş gibi hisseder. İbn-i Mesud -radıyallâhü anh-, Efendimiz’in arzusu üzerine, Nisâ sûresini okurken, (Ey Resûl!) Her ümmete bir şâhit ve seni de bunlara şâhit getirdiğimiz vakit, durumları nasıl olacak?” mealindeki 41. âyete geldiğinde, Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- “Şimdilik yeter!” buyurarak, Allâh Teâlâ’nın azameti karşısında ağlamıştır. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 32; Müslim, Müsâfirîn, 247)

Resul-i Ekrem Efendimizin, Kur’an-ı Kerim’i hem okurken hem de dinlerken, ta’zîm ve hürmet hisleri içerisinde ağlayıp gözyaşı dökmesi pek çoktur. Efendimiz’i kendilerine bir üsve-i hasene olarak kabul edip, her husûsta onun hâliyle hallenmeye çalışan ashâb-ı güzîn de Allâh’ın kelâmına nihâî derecede bir ta’zîm göstermişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Osman her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Rivâyet edildiğine göre İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- her sabah Mushaf’ı eline alır, öper ve “Rabbimin ahdi, Rabbimin açık fermânı!” derdi. (Kettânî, II, 196-7) İkrime -radıyallâhu anh- de Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne sürerek ağlar ve “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan ta’zîm ve muhabbetini ızhâr ederdi. (Hâkim, III, 272)[2]

Kur’ân-ı Kerim nâzil olmadan evvel, Muallakât-ı Seb’a ismi verilen yedi seçilmiş şiir Ka’be duvarında asılı durur, bunlar zaman zaman okunarak, fesâhat ve belâğat açısından ne kadar kıymetli oldukları konuşulurdu. Bu şiirlerden birisi de Lebîd bin Rebîa’ya âitti. Lebîd’in eseri yıllarca Ka’be duvarında asılı kalmıştı. Bu tâlihli şâir İslâm nûru ile aydınlandığında, Allâh’ın kelâmına olan ta’zîm ve hürmetinden dolayı, bir daha şiir söylememiş ve son mısraları da Müslüman olduğu zaman söylediği şu beyit olmuştur:

اَلْحَمْدُ ِللهِ اِذْ لَمْ يَأْتِنِي أَجَلِي حَتَّى لَبِسْتُ مِنَ الاِسْلاَمِ سِرْباَلاَ

Allâh’a hamdolsun ki gelip çatmadan ecelim

İslâm’ın o nurlu elbisesini ben de giydim. (İbn-i Abdilber, el-İstîâb, III, 1335)

Allâh -zü’l-celâl- hazretlerinin şeâirinden biri de Ka’be olup ona hürmet de Allâh’a ta’zîmin bir gereğidir. Ka’be, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bir tecellisi olarak, insanların namaz kılarken yöneldikleri, tavaf ettikleri ve böylece Allâh’a yakınlaşmaya çalıştıkları mübârek bir mâbettir. Hak Teâlâ, kullarını bu mübârek evi ziyârete ve ona saygıya dâvet etmiştir. Ona saygının gereklerinden olarak, tavaf esnâsında mutlaka abdestli olmak ve nerede olursa olsun, abdest bozarken ön veya arkayı Ka’be’ye doğru çevirmemek gerekir. Bu İslâmî âdâb ve hassâsiyet sebebiyle ecdadımız, evlerinde ve bahçelerindeki tuvaletleri, oturulduğu zaman ön ve arka taraf kıble cihetine gelmeyecek şekilde inşâ ve tanzîm etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz, bu hususlarda büyük hassâsiyet göstermiştir. Ebû Hureyre’den rivâyet edildiğine göre, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mescid’in kıble tarafında bir balgam gördü. İnsanlara dönüp; “Sizden birine ne oluyor ki Rabbine yöneliyor ve önüne tükürüyor. Biriniz kendisine dönülüp yüzüne tükürülmesini ister mi?…” îkâzında bulundu. (Müslim, Mesâcid, 53)

Cüneyd-i Bağdâdî, takvâ ehli olduğu söylenen birini ziyâret için gittiğinde, onun kıble istikâmetine tükürdüğünü görür. Bunun üzerine “Bu adam sünnete uymuyor!” düşüncesiyle onunla görüşmeden geri döner.

Buradan başka tarafa tükürmenin uygun bir davranış olduğu anlaşılmamalıdır. Zîra rastgele tükürmek kötü bir fiildir, kıbleye karşı olması ise daha kötüdür.

Allâh’ın şeâirinden bir başkası olan namaza, herkesten çok ehemmiyet veren Sevgili Peygamberimiz; “Sizden biri namaza durduğu zaman, hiç şüphesiz Allâh, onun önünde olur.” (Buhârî, Edeb, 75) buyurarak mü’minlerin de onu büyük bir ta’zîmle edâ etmelerini istemiştir.

Ezâna gelince, bu da dinin, açık olan ve her gün minârelerden okunan önemli bir nişânesidir. “Bu ezanlar ki, şehâdetleri dînin temeli” mısrâında dile getirildiği gibi, dinin temel esasları onun vâsıtasıyla her an îlân edilip durmaktadır ve Hakânî’nin dediği gibi:

Kûs-i şer’inden o Şâh’ın seheri

Güm güm öttü feleğin kubbeleri

“O Âlemler Sultânı’nın getirdiği İslâm’ın kösü mâhiyetindeki ezanlar, her seher feleğin kubbelerini güm güm çınlatmaktadır.”

Ezân, kelimelerinin azlığına rağmen itikatla ilgili bütün meseleleri içine alır. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, namaz vakitlerinde ezânı okutur, ezânın dikkatlice dinlenilmesini, müezzinle berâber sözlerinin tekrar edilmesini ve duâlarının okunmasını isterdi. Ezâna ta’zîm göstererek, ümmetinin de aynı şekilde davranmalarını tavsiye ederdi. (Müslim, Salât, 12; Ebû Dâvûd, Salât, 36) Ezânın Müslüman Türk toplumunda meydana getirdiği derin tesirleri Yahya Kemâl şöyle terennüm eder:

Savt-ı bülendsin ey ezân-ı Muhammedî

Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî

Sultan Selîm-i Evveli râm etmeyip ecel

Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî[3]

“Biz, (kurbanlık olarak seçtiğiniz) büyük baş hayvanları da Allâh’ın şeâirinden (O’nu hatırlatan nişânelerden) kıldık…” (el-Hac 22/36) buyrulduğu üzere kurban da şeâir-i İslâm’dan biridir. Bu bakımdan kurbana ve kurbanlık hayvanlara Allâh için hürmetkâr olmak îcâb eder. Diğer ibâdetlerde olduğu gibi, kurban ibâdetinde de aslolan ta’zîm ve takvâ duygularıdır. Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Allâh’a, kestiğiniz kurbanların ne etleri ne de kanları ulaşır. Ancak O’na sizin takvânız ulaşacaktır.” (el-Hacc 22/37)

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kurban vâsıtasıyla Allâh’a göstermiş olduğu ta’zîme şu hâdise güzel bir örnek teşkil eder:

Hudeybiye’de kurbanlıklar arasında, Bedir gazvesinde ganîmet olarak ele geçirilen ve burnunda gümüş halka takılı olan Ebû Cehil’e âit iyi cins bir deve de bulunuyordu. Bu deve, kurbanlık develerle birlikte yayıldığı sırada, kaçarak Mekke’ye kadar gitti ve Ebû Cehil’in evine vardı. Amr bin Aneme -radıyallâhu anh- de devenin ardından gitti. Birtakım kimseler onu Amr’a teslîm etmek istemediler. Daha sonra bu deveye karşılık yüz deve vermeyi teklif ettiler. Durumdan haberdar olan Peygamber Efendimiz:

“Eğer biz onu, kurbanlık olarak belirlememiş olsaydık, dileğinizi yerine getirirdik!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 614)

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, Allâh için kurban edilmek üzere belirleyip seçtiği bir deveyi, Allâh’a ta’zîminden dolayı yüz deve karşılığında bile olsa değiştirmemiştir.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunun ötesinde hayatın her alanında Allâh’ın huzûrunda bulunduğunu dikkate almış ve “ta’zîm”e hassâsiyet göstermiştir. Bunlardan bazı örnekleri de buraya almak isteriz. Meselâ Enes -radıyallâhü anh-’ın anlattığına göre, Resûlullâh -sallallâhü aleyhi ve sellem- tuvalete girince, Allâh Teâlâ’ya ta’zîminden dolayı üzerinde “Muhammedün Resûlullâh” yazan yüzüğünü çıkarırdı. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 10)

Yine Behz bin Hakîm’in dedesi gelerek, avret yerlerinin örtülmesi husûsunu sorduğunda, Efendimiz ona:

“Avret yerini, hanımın ve mâliki bulunduğun câriyenden başka herkesten koru!” buyurmuştur. Aynı şahsın, kimsenin bulunmadığı bir yerde, giyinme husûsunda rahat davranıp davranamayacağı sorusuna da:

“Allâh, kendisinden hayâ edilmeye insanlardan daha lâyıktır.” şeklinde mukâbele etmiştir. (Ebû Dâvûd, Hammâm, 2)

O, bu ta’zîmi sebebiyle, kendilerine kardeşçe muâmelede bulunmaları istikâmetindeki îkâzlarına rağmen, öfkesine mağlub olarak kölelerine kötü davrananlara:

“Biriniz hizmetçisini döverken, eğer o, Allâh’ın ismini zikrederek («Allâh aşkına vurma!» diyecek olursa) derhal elini çeksin!” (Tirmizî, Birr, 32) tavsiyesinde bulunurdu.

Bu tavsiyelere candan kulak veren sahâbe-i kirâmdan Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-, iyi hâlini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını öğrendiği bütün kölelerini âzâd etmeye başlamıştı. Dostlarından biri, onu uyarma gereğini duyarak, kölelerinden bir kısmının sırf âzâd edilmek için câmiye gittiğini söylediğinde, İbn-i Ömer:

“Bizi Allâh ile aldatmak isteyenlere, aldanmaya râzıyız!” karşılığını vermiş, çeşitli sebeplerle binden fazla köle âzâd etmiştir. (İbn-i Esîr, Üsüdü’l-Gâbe, III, 343)

Allah dostlarından Bişr-i Hafi hazretleri, önceleri günâhkâr biri iken bir gün yolda üzerinde besmele yazılı bulunan bir kağıt buldu. Onu öpüp başına koydu. Kokular sürdü ve güzel bir yere sakladı. O gece rüyasında şöyle bir nidâ işitti:

“Benim adımı güzel kokulara sardın, ona ta’zîm ve ihtirâmda bulundun. Benim izzetim ve azametim hakkı için ben dahî senin adını iki cihânda hürmetli kılacağım.”

Bunun üzerine Bişr uyandı, tevbe etti, sıdk ve samimiyetle Allah’a yöneldi. (Bkz. Beyhakî, Şuab, II, 544/2661; Attâr, s. 128)

Allâh Teâlâ ve Resûlü’ne her vesîle ile ta’zîmlerini ifâde eden ve bunu hayatlarının tabiî bir cüz’ü hâline getiren ecdâdımız, telif ettikleri eserlerde “Lafzatullâh”ı hürmeten açık olarak yazmamışlardır. Kitapların yere bırakılabileceği düşüncesiyle « … » lafzınının yerine « … » kısaltmasını kullanmışlardır.



[1] Benî Mustalik Gazvesi’nde vukû bulan bir hâdiseyi vesile edinerek münâfıklar, Hz. Âişe vâlidemize, onun tertemiz iffetine halel getirecek bir iftirâda bulunmuşlardı. Allah Teâlâ, bunun iftira ve yalan, Hz. Âişe’nin ise tertemiz olduğunu âyet-i kerime ile ilân etmiştir. (en-Nûr 24/26)

[2] Ashâb-ı kiram ve selef-i sâlihîn, Kur’ân-ı Kerîm’e büyük bir hürmet ve ta’zim gösterirlerdi. Onların zamanında mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Enes -radıyallâhu anh-, Hz. Ebûbekir, Ömer, Osman ve Ali -radıyallâhu anhüm- zamanındaki talebelerin, kendisiyle Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rastgele sağa sola atmadıklarını, bilakis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basmayacak yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirmektedir. Aynı zamanda bu suları şifâ niyetiyle kullandıkları da olmuştur. (Kettânî, II, 200)

[3] Ne yüce bir çağrısın ey Sevgili Peygamberim’in ezânı. Senin o gür sadâna bugünkü İslâm toprakları kâfî gelmez. Yavuz Sultan Selîm Hân’a ecel müsâade etmeliydi de Fahr-i Kâinât Efendimiz’in şânı bütün dünyayı sarmalıydı.

%d bloggers like this: