ALLÂH’A KULLUKTA ÜSVE-İ HASENE

Kulluk, Cenâb-ı Hakk’a karşı tevâzû ve tezellülün nihâî noktasıdır. Allâh Teâlâ’ya tam bir teslîmiyetle boyun eğmek, emir ve yasaklarına titizlikle uymak ve O’na isyandan kaçınmak demektir. Kulluk, insanın yaratılış sebebidir. Bu da ancak, nîmetlerin hakîkî sâhibi olan ve insana hayât bahşedip diğer nîmetlerden istifâde imkânı veren Allâh Teâlâ’ya yapılır.

Allâh’a kul olmak, insanın O’nun dışındaki tüm varlıklara karşı hürriyetini îlân etmesidir. Bu sebeple kulluk insanı köleleştiren, kuvvet ve istidatlarını tahdid eden bir sıfat değil, onu diğer varlıklardan üstün kılan bir husûsiyettir. Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin ifâdesiyle; “Müslüman olmak, şer’î ahkâma bağlanmak, takvâya riâyet, azîmetle amel ve güç yettiğince ruhsatlardan kaçınmak, tümüyle nûr, safâ ve rahmettir.” Gâlip Mustafa Bey bu mânâyı ifâde ile şöyle der:

Mazhar-ı feyz-i ubûdiyyet olandır insân

Yoksa mânâda kişi şekl ile insân olmaz.

“Ancak, Allah Teâlâ’ya kulluğunu idrâk edip o istikâmette bir hayat sürebilenler insan mertebesine ulaşır. Yoksa kişi sâdece şekil ve sûretiyle insan olamaz.”

Kulluğun bir zâhirî, bir de bâtınî vechesi vardır. Zâhirî vechesi “abdiyyet”tir ki bu; gafletsiz bir namaz, gıybetsiz bir oruç, minnetsiz bir zekât, riyâsız (görülsün diye yapılmayan) bir hac, süm’asız (duyulsun diye yapılmayan) bir cihâd, bıkıp usanmadan devamlı zikir ve mânevî âfetlerden uzak olarak yapılan diğer tâatlerdir.

Bâtınî ciheti “ubûdiyyet”tir ki bu da; husûmetsiz bir rızâ, şikâyetsiz bir sabır, şüphe karışmamış bir yakîn, gaybeti olmayan bir şühûd, dönüşü olmayan bir yöneliş ve kesintisi olmayan bir vuslattır.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“İnsanları ve cinleri, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât 51/56) buyurarak insanın yaratılışından maksadın, kendisine kulluk olduğunu bildirmiştir. Zîrâ kul ancak bu sâyede Allâh’ın rızâsını elde eder ve âhirette O’nun dîdârını görme bahtiyarlığına erer. Pîr-i Rûmî şöyle der:

İnsanın aslı basîrettir gerisi posttur

Basîretse ancak dîdâr-ı dosttur.

Bu husûsta en güzel numûneler peygamberlerdir. Cenâb-ı Hak onlar için Kur’ân-ı Kerîm’de yer yer, “Ni’me’l-abd: Ne güzel bir kul” (Sâd 38/30) ifâdesini kullanmaktadır. Bunların da başında Resûl-i Kibriyâ -sallâhü aleyhi ve sellem- gelmektedir. O, kulluk şuuru içinde öyle bir ömür sürmüştür ki bu husûsta Cenâb-ı Hakk’ın “Le ‘amruke: (Ey Habîbim!) Senin yaşadığın o mübârek ömre yemin olsun!” (el-Hicr 15/72) iltifâtına mazhar olmuştur. Kelime-i şehâdette Peygamber Efendimiz’in kulluğunun resûl olmasından önce zikredilmesi, kulluk makâmının ne kadar yüce ve şerefli olduğunu teyit etmektedir. Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed, kulluk şerefinden hiçbir an mahrum kalmamak için; “Kulluğundan etmesün âzâd Allâhım beni!” şeklinde duâ etmektedir.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, başta Allâh Teâlâ’ya ta’zîm ve muhabbet olmak üzere namaz, oruç, infâk, hac, Kur’an’la ülfet, zikir ve duâ gibi kulluğun her bir şûbesinde bizim için yegâne üsve-i hasenedir. Bütün ibâdetlerin esâsını Cenâb-ı Hakk’a ta’zîm ve muhabbet teşkil ettiği için, evvelâ Sevgili Peygamberimiz’in bu cihetten örnekliğini ortaya koymak gerekmektedir.

%d bloggers like this: