Cenâb-ı Hak, insanların din husûsunda hür olmalarını, gönderdiği hak dini kendi iradeleriyle seçmelerini murâd etmektedir. Bu sebeple kalben inanmadığı hâlde müslüman olduğunu söyleyen kişi, münafık diye isimlendirilir. Münafıklık İslâm’ın en çirkin gördüğü bir durumdur. Bunun yanında Cenâb-ı Hak, müslümanlara İslâm’ı sadece anlatma ve tebliğ etme vazifesi vermiştir. Nitekim Rasûlullah r, kendi amcalarını bile iman etmeye zorlamamış, onlara sadece yalvarmıştır. Neticede kimi hiç kabul etmemiş, kimi de çok sonra müslüman olmuştur.
Diğer taraftan, müslümanlar İslâm’ın ölçüler koyduğu alanlarda kendi arzularına göre hareket edemezler. Onların nasıl inanması, hâdiselere hangi zâviyeden bakması ve nasıl davranması gerektiği ilâhî ölçülerle tesbît edilmiş, Peygamber r Efendimiz tarafından da hayata yansıtılmıştır. Buna Kitap ve Sünnet denir. Dolayısıyla müslümanlar, Kur’ân ve Sünnet’i bütün tafsilatıyla anlama gayretinde olurlar ve orada kendilerine gösterilen yolda yürüyerek hayatlarına devam ederler.
Cenâb-ı Hak onlara şöyle buyurur:
“Sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik etmekten ve onlara adâletle davranmaktan Allah sizi menetmez. Çünkü Allah adâletli olanları sever. Allah ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardımda bulunanları dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zâlimler onlardır.” (Mümtehine, 8-9)
“Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar hakikati bilmeyen insanlardır.” (Tevbe, 6)
İslâm, müslümanlara düşmanlık besleyen, onların inançlarıyla alay eden, kendilerine karşı savaş açan gayr-i müslimleri sırdaş tutmayı ve onlarla İslam toplumu aleyhine sonuç doğuracak yakın ilişkiler kurmayı meneder. Ancak İslâm’a düşman olmayanlarla iyi münasebetler kurmayı yasaklamaz. Bundan dolayı İslâm âlimleri küfre, küfrün tezahür, işaret ve sembollerine saygı ve buna bağlı bir sevgiye delâlet etmeyen her türlü insanî ilişkiyi prensip olarak mubah saymışlardır.[1] Bunun bir misâlini Ebû Basra el-Gıfârî t şöyle anlatır:
“Hicret ettiğimde Nebiyy-i Ekrem r Efendimiz’e geldim. Bu hâdise, müslüman olmamdan önceydi. Rasûlullah r, âilesinin günlük gıdasını temin ettiği küçük bir koyunu benim için sağıverdi. Sütün tamamını içtim. Sabah olunca İslâm’a girdim. Peygamber Efendimiz’in hâne halkı:
«–Dün olduğu gibi bu gece de aç uyuyabiliriz» dediler. Bunun üzerine Rasûlullah r koyunu benim için tekrar sağdı. Bu sefer ondan birazcık içince doydum.” (Ahmed, VI, 397)
Hediyeleşmenin düşmanlıkları giderdiğini ifade eden Peygamber Efendimiz’in gayr-i müslimlerle hediyeleştiği bilinmektedir.[2] Hz. Ömer de Rasûl-i Ekrem’in kendisine hediye ettiği ipekli bir elbiseyi Mekke’deki henüz müslüman olmamış bir arkadaşına göndermiştir. (Buhârî, Edeb, 9)
İslâm’ın komşuya iyilikte bulunmakla ilgili emir ve tavsiyeleri[3] müslüman ve gayr-i müslim bütün insanları içine alır.[4] Rasûlullah r, komşuları tasnif ederken gayr-i müslimlerin de komşuluk hakları olduğunu ifade buyurmuştur.[5] Dolayısıyla müslümanlar, günlük hayattaki münasebetler çerçevesinde gayr-i müslim hastaları ziyaret, cenazelerine katılma ve taziyede bulunma, ayrıca evlenme, doğum vb. münasebetlerle onları tebrik etme gibi içtimâî münasebetlerden geri kalmamışlardır.[6] Nitekim Rasûlullah r, kendisine hizmet eden yahûdi çocuğu hastalığında ziyaret etmiştir. (Buhârî, Cenâiz, 80)
Abdullah bin Ömer v için bir koç kesilmişti. İbn-i Ömer Hazretleri, âilesine:
“–Ondan yahûdi komşunuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu.
“–Hayır!” cevabını alınca şöyle buyurdu:
“–Bundan ona da gönderin. Zira ben Rasûlullah r Efendimiz’in:
«Cebrail bana komşu hakkı husûsunda o kadar ısrarla tavsiyelerde bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim» buyurduğunu işittim.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943)
İslâm’ın akrabalara iyilik etmek ve onlarla münasebetleri kesmemek husûsundaki emirleri de müslim – gayr-i müslim herkese şâmildir.[7]
Müslümanların inancı ve hâdiseye bakışı bu çerçevede olunca, onların bütün insanlarla dâimâ iyi geçinmeyi ve sulhü tercih edeceği muhakkaktır. Gayr-i müslimler zararlı bir davranış ve tutum içine girmedikleri müddetçe kendilerine iyilik ederler. Ancak müslümanlara zarar verecek hareketlerde bulunurlarsa o zaman gerekli tedbirleri alırlar.
İslâm’da insanlar arasında sadece inanç esasına dayalı bir ayırım kabul edilir. Bu husustaki tercihin âhiret hayatında büyük bir mükâfat veya cezayı gerektireceği, Allah katında iman edenlerle etmeyenlerin aynı muameleye tâbi tutulmayacağı birçok âyette ifade edilir.[8] Bununla birlikte dünya hayatında inananlarla inanmayanların gerek farklı toplumlar hâlinde gerekse aynı toplum içinde bir arada yaşamaları için gerekli düzenlemeler yapılmıştır.[9]
Milletlerarası münasebetlerin sulh içinde devam ettirilebilmesi ve bunun sağlam esaslara dayandırılması için karşılıklı güven ve haklara saygı büyük bir ehemmiyete sahiptir. Bu sebeple İslâm, gerek husûsî gerekse milletlerarası münasebetlerde müslümanlara, verdikleri sözleri tutarak karşılıklı güveni sarsacak davranışlardan sakınmayı, insanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan adâletle davranmayı, kin ve düşmanlık sebebiyle zulüm ve haksızlık yapmamayı emreder.[10]
Kur’ân-ı Kerîm yeryüzünde insanî bağları kuvvetlendirmeye, toplumları insanî gayelerle birbirine yaklaştırmaya, karşılıklı münasebetleri faydalı hususlarda iş birliğine dayandırmaya büyük bir ehemmiyet atfetmiştir. Müslüman âlimler, İslâm devletinin gayr-i müslim devletlerle ticaret, barış, dostluk vb. antlaşmaları yapmasına herhangi bir engelin olmadığını, askerî alanda iş birliği ve ittifakların ise ancak zaruret hallerinde ve bazı şartlarla caiz olacağını ifade etmişlerdir.[11]
Tanınan Hürriyetler
İslâm, gayr-i müslimlerin müslüman toplum içinde inanç hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarına imkân tanımıştır. Rasûlullah r, hicretin hemen ardından Medine’de bulunan müşrik ve yahudi toplumları ile “Medîne Anayasası” veya “Medîne Vesîkası” ismi verilen bir sözleşme yaparak bunun ilk adımını atmıştır. Böylece, birçok dinî-kültürel grubun bir arada yaşamasını mümkün kılan bir toplum modelinin ilk örneği ortaya konmuştur. Daha sonraki yıllarda Peygamber Efendimiz’in Eyle, Ezruh, Dûmetülcendel ve Necran hristiyanları, Maknâ ve Teymâ yahudileri, ayrıca kısmen mecûsîlerin de bulunduğu Hecer ve Bahreyn halkı ile yaptığı antlaşmalarla gayr-i müslimler, dinî ve hukukî temele dayalı kültürel kimliklerini muhafaza ederek İslâm toplumunda emniyet içinde yaşama imkânına kavuşmuşlardır. İslâm tarihi boyunca devam edegelen bu uygulama Osmanlı Devleti’ndeki millet sistemiyle en geniş ve gelişmiş biçimini almıştır.[12]
Medîne Vesîkası’nda yer alan şu ifadeler câlib-i dikkattir:
“Müslümanların dini kendilerine ve yahudilerin dini kendilerine aittir.”
“Yahudiler Müslümanlar ile (ittifak halinde) bir topluluktur.”
“Aralarında hayırseverlik ve adâlet câri olacaktır.” (Madde: 25, 37)
Gayr-i müslimler, zimmet akdi[13] ile de müslümanlar gibi can ve mal güvenliğine sahip olurlar. Allah Rasûlü r şöyle buyurur:
“Dikkatli olun! Kim bir zımmîye (İslâm devletinin tebeası olan gayr-i müslime) zulmederse yahut onun hakkını kısarsa veya ona gücünün yetmiyeceği bir mesuliyet yüklerse ya da gönülsüz olarak ondan birşey alırsa, kıyamet gününde onun hasmı ben olacağım!” (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3052)
Yine Efendimiz r, bir zimmîyi haksız yere öldüren kişinin cennetin kırk yıllık mesafeden duyulan kokusundan mahrum olacağını haber vermiştir. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 205)
Hişâm bin Hakîm, Hımıs’ta iken acem fellahlarından bir takım insanları cizye ödemek için Güneş altında tutan bir adam görmüştü:
“–Bu da ne?” diye sordu ve “Ben Peygamber r Efendimiz’i:
«Şüphesiz ki Allah, dünyada insanlara işkence yapan kimselere azap eder» buyururken işittim” dedi. (Ebû Dâvud, Harâc, 30-32/3045; Müslim, Birr, 117-119)
Bilindiği gibi İslâm’da ahde vefâ göstermek, yani verilen bir söze sâdık kalmak, son derece mühimdir. Hatta söz verilen kişi kâfir bile olsa, yine o söze bağlı kalınıp îcâbını yerine getirmek İslâm’ın emridir. Ancak Rasûl-i Zîşân Efendimiz, bilhassa anlaşmalı gayr-i müslimlerin hakları üzerinde daha büyük bir hassasiyetle durmuş, anlaşma şartlarına riayet ettikleri müddetçe haklarının korunmasını, mal, can ve namuslarına dokunulmamasını emretmiştir. Böylece, İslâm’ın sağladığı huzur ve emniyet ortamında gayr-i müslimler, tarih boyunca son derece ferah ve rahat bir hayat sürmüş; ilim, kültür, sanat ve ticaret gibi alanlarda ilerleme imkânı bulmuşlardır.
Müslümanlar ahidle bağlanmış gayr-i müslimlerin inançlarına hakaret etmezler. Hatta zimmînin gıybetini yapmak, ona iftira atmak dâhi haramdır. Bu durumda zimmîlere düşen de kanunlara uymak, müslümanların inanç ve örflerine saygı göstermek, kamu düzenine ve umûmî ahlâka aykırı davranışlardan kaçınmaktır.
Gayr-i müslimler, İslâm ülkelerinde müslümanlarla eşit bir ikamet ve seyahat hürriyetine sahiptirler.
Çalışma hürriyeti bakımından gayr-i müslimler için herhangi bir sınırlama söz konusu olmayıp iş ve ticaret hayatının her alanında faaliyet gösterebilirler. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman v şöyle anlatıyor:
Biz bir seferde Peygamber Efendimiz’in yanında yüz otuz kişi idik. Rasûlullah r:
“–Yanında yiyecek birşeyleri olan var mı?” diye sordu. Hemen araştırdık, bir kişinin yanında bir sâ‘ veya ona yakın miktarda yiyecek bulduk. Ondan un öğütüp hamur yaptık. Sonra saçları çok uzamış ve bakımsız olan uzun boylu bir müşrik, koyun sürüsüyle üzerimize çıkageldi. Allah Rasûlü r ona:
“–Koyunları satıyor musun, yoksa atıyye veya hediye olarak mı getirdin?” diye sordu. Müşrik:
“–Hayır, satılıktır” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah r o müşrikten bir koyun satın aldı. Koyun kesildi. Peygamber Efendimiz evvelâ koyunun karaciğerini kızartmamızı emretti. Allah’a yemin ederim ki Rasûlullah r yüz otuz kişinin hepsine de bu ciğerden bir parça kesip verdi. Orada bulunmayanların hisselerini de saklayıp geldiklerinde verdi. Sonra Peygamber Efendimiz koyunu iki kap içine koyup pişirdi. Seferdeki insanların hepsi ondan yiyip doydukları hâlde yemek artmıştı. Biz de bu yemeği deveye yükleyip beraberimizde götürdük. (Buhârî, Hibe, 28; Buhârî, Büyû, 99)
Öte yandan gayr-i müslimler, amme hizmetleri ve sosyal güvenlik imkânlarından müslümanlar gibi faydalanma hakkına sahiptirler. Hz. Ömer t, yoksulluk ve ihtiyarlık sebebiyle dilenen bir zimmîyi gördüğünde ona hazineden maaş bağlanmasını emretmiş, vefatı esnâsında da sonraki halifeden zimmîlerin haklarını korumasını ve onları himaye etmesini istemiştir.[14] Hâlid bin Velîd, Hîre halkıyla yaptığı antlaşmada güçsüz düşenlerden cizye alınmayacağını ve bunların geçiminin hazineden karşılanacağını ifade etmiştir.[15] Ömer bin Abdülazîz de bu durumdakilere devlet hazinesinden maaş bağlanması için yetkililere talimat vermiştir.[16]
Fukahanın büyük bir kısmı gayr-i müslimlere sadaka verilebileceğini ifade etmektedir. Ayrıca gayr-i müslimlerin kendi aralarında vakıf kurmaları, hatta müslümanların onlara yönelik vakıf tesis etmeleri belli şartlarla câiz görülmüştür.[17]
İslâm ülkesinde bulunan müslim veya gayr-i müslim, vatandaş veya yabancı bütün insanlar devletin yargı sistemine ve kanunlarına tâbidir. Bununla birlikte İslâm’ın gayr-i müslimlere tanıdığı inanç hürriyetinin bir îcâbı olarak âile, şahıs, miras ve borçlar hukuku gibi dinî inançla yakından ilgili konularda kendilerine adlî ve hukukî muhtâriyet tanınmıştır. Gayr-i müslimler, aralarındaki hukukî ihtilâfları kendi mahkemelerine götürme hakkına sahip oldukları gibi İslâm mahkemelerinde de dava açabilirler. Bu durumda İslâm hukuku tatbik edilir.[18] Ancak inançları gereği meşru saydıkları domuz ve şarap gibi mallarla ilgili tasarrufları ve yine kendilerince meşru kabul edilen diğer bazı hususlarda farklı hükümlere tâbîdirler.[19]
İslâm’ın gayr-i müslimlerle münasebetlerde barışı esas aldığına dair bir delil de müslümanların Ehl-i kitap olan kadınlarla evlenmesini mubah kılmasıdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü’min kadınlardan iffetli olanlarla daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da mehirlerini vermeniz şartıyla namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir.” (Mâide, 5)
Ancak semavî bir dine inanmayan ateşperest, putperest ve diğer inanç sahipleriyle evlenilmez.[20] Aynı şekilde müslüman bir kadının ehl-i kitap da olsa gayr-i müslim bir erkekle evlenmesi haramdır.[21]
Kesim esnâsında Allah’tan başkasının adını andıkları bilinmedikçe Ehl-i kitap tarafından kesilen hayvanların yenilmesi caizdir. Allah’tan başkasının adının anıldığı bilinirse bu eti yemek haramdır. Bir de hayvanın usulüne göre kesilmesi gerekir; boğularak vb. yollarla öldürülürse eti yenmez.
[1] Ahmet Özel, “Gayri Müslim” mad., DİA, XIII, 423.
[2] Ebû Dâvûd, Harâc, 33-35; Tirmizî, Siyer, 23/1576; Ahmed, I, 96. Bazı hadis-i şerifler, müşriklerden hediye almanın caiz olduğuna delalet ederken, bazıları da bunun câiz olmadığına delalet etmektedir. Bu hadisler şöyle telif edilir: Hediyesiyle müslümanların gönlünü kazanıp onları kendine bağlamak isteyen müşriklerin hediyelerini almak câiz değildir. Böyle bir gâye taşımadığı bilinen ve hediyesi kabul edildiğinde gönlünün İslâm’a ısınmasına vesile olacağı umulan müşriklerin verdiği hediyeleri almak câizdir.
[3] Nisâ, 36; Müslim, İmân, 76-77.
[4] Kurtubî, V, 184, 188; İbn-i Kayyım el-Cevziyye, II, 417-418.
[5] İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, Dâru’l-Fikr, Fuat Abdülbâkî neşri, ts., X, 456; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 146/3656.
[6] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, II, 200-205; Yûsuf el-Kardâvî, Gayrü’l-müslimîn fi’l-müctemai’l-İslâmî, Beyrut 1412, s. 45-46.
[7] Nisâ, 1; Muhammed, 22.
[8] Meselâ bk. Hûd, 15-24; Fussılet, 40; Câsiye, 20-35.
[9] Devletler hukûkunun en mühim mesnedi olan milletlerarası topluluk fikri, ilk defa Kur’ân’da ifadesini bulmuş ve Rasûlullah r devrinden başlayarak toplumlararası ilişkiler, hukukî esaslara dayandırılmıştır. Kur’ân ve Sünnet’te belirlenen temel prensipler çerçevesinde oluşan ve zamanla gelişen bu devletlerarası hukuk, müslüman devletlerin gayr-i müslim toplumlarla olan münasebetlerinde tatbik edilirken, Batı dünyasında Ortaçağ boyunca milletlerarası alanda keyfilik hâkim olagelmiş ve 18. asırda Avrupa’da oluşmaya başlayan devletler hukuku, Batılı ve hristiyan olmayan devletlere ancak 19. asrın sonlarından itibaren tatbik edilmeye başlanmıştır. (Ahmet Özel, “Gayri Müslim” mad., DİA, XIII, 419)
[10] Mâide, 1, 2, 8; Nahl, 91, 92, 94; Nisâ, 58.
[11] Ahmet Özel, “Gayri Müslim” mad., DİA, XIII, 420.
[12] Bkz. Prof. Dr. M. Hamidullah, Vesâik, nr. 19, 30-33, 57, 93-95, 190-192; Ahmet Özel, “Gayri Müslim” mad., DİA, XIII, 420; Dr. Osman Güner, Rasûlullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, Ankara 1997; İsmail Hakkı Atçeken, Hz. Peygamber’in Yahudilerle Münasebetleri, İstanbul 1996; M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İstanbul 1987.
[13] Antlaşma yaparak İslâm ülkelerinde sürekli ikamet etme hakkına sahip olanlara zımmî; bu sözleşmeye de zimmet akdi denir. Zimmîler, durumlarına göre İslâm devletine şahıs vergisi (cizye), arazi vergisi (haraç) veya bir tür ticaret vergisi (uşûr) öderler. Bu vergiler, zimmet akdinin zarûrî şartı kabul edilen can ve mal güvenliğinin sağlanması veya ülke savunmasından muafiyetleri karşılığında tahsil edilir. Bununla birlikte her zımmîden de cizye alınmaz: Cizye, ergenlik çağına gelmiş ve malî gücü yerinde olan erkeklerden alınır. Savaşma gücüne sahip olmayan kadın, çocuk, yaşlı, özürlü, köle ve fakirlerden alınmaz. Gönüllü olarak askerlik hizmetinde bulunanlar da bu vergiden muaf tutulur. Bunun yanında devlet tarafından münâsip görülen bazı vazifeler, fayda ve hizmetler sebebiyle de zimmîlerden cizye alınmadığı görülmektedir. Ayrıca geçit yerleri, ada, kale ve sınır boylarında bulunanlar da cizye veya diğer vergilerden kısmen veya tamamen muaf tutulmuşlardır. (Bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 65; Harâc, 29-30; Tirmizî, Zekât 5; Nesâî, Zekât, 8; Ahmed, V, 230, 233, 247; Ahmet Özel, “Gayri Müslim” mad., DİA, XIII, 422) Bazı mezheplere göre, gayr-i müslimlerin din adamlarından, çalışamayacak durumdaki çiftçilerden de cizye alınmaz. Devletin muhafaza vazifesini yerine getirememesi, ölüm hâli ve zımmînin müslüman olması gibi hallerde de cizye borcu düşer.
[14] Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s. 258-260; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kâhire, 1393, s. 57.
[15] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Vesâik, s. 280-281, nr. 291.
[16] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu ehli’z-zimme, (nşr. Salahaddin el-Müneccid), Dımaşk 1381/1961, I, 38.
[17] Ahmet Özel, “Gayri Müslim” mad., DİA, XIII, 421.
[18] Mâide, 42, 44, 48.
[19] Özel, a.g.e., XIII, 422-423. Aslında Hz. İsa u domuz yemezdi, bugün dindar yahudiler de yemiyorlar. Peki, bugünkü hristiyanlar niçin yiyor ve helâl kabul ediyor, anlamak mümkün değil!
[20] Bakara, 221.
[21] Bakara, 221; Mümtehine, 10.