İslâmî terbiye ve tezkiye faaliyetinde muallim ile talebe arasında sağlam bir irtibat ve sımsıcak bir alâka vardır. Derste karşılıklı feyz ve tefeyyüz cârîdir; kalpler arasında mânevî alış veriş tahakkuk eder.
Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, ashabıyla karşılıklı konuşur, onları tefekküre sevk etmek için sorular sorardı. İstediği kıvamı yakaladığında ise öğretmeyi düşündüğü şeyleri anlatırdı. Bunun Peygamberimiz’in tebliğ ve tâlim hayatında çok güzel örnekleri vardır.
a. Sorulan Suale Peygamberimiz’in Cevâp Vermesi
Ashâb-ı kirâm Allah Resûlü’ne sual sorarak meseleleri öğrenmek, karşılaştıkları problemleri ve şüpheleri çözmek ve böylece hem ilim hem de îmânlarını artırmak isterlerdi. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- de her birinin sualine tatmin edici cevaplar verirdi. Bu ilâhî bir metottur. Cenâb-ı Hak bu metodu Allah Resûlü’ne Cebrâil vasıtasıyla öğretmiştir. Ashâb-ı kirama dinlerini talim etmek için gelen Cebrâil -aleyhisselâm- soru-cevap usulünü kullanmıştır. Konumuzla ilgili misallerden biri, “Cibrîl Hadîsi” olarak bilinen şu rivayettir:
Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Birgün Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları simsiyah, yoldan gelmiş gibi bir hali olmayan, fakat içimizden kimsenin de tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamberimiz’in yanına yaklaştı, önüne oturdu, dizlerini Efendimiz’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:
– Ey Muhammed, İslâm nedir? dedi.
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirebilirsen haccetmendir” buyurdu.
Adam:
– Doğru söyledin, dedi.
Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Sonra:
– Peki îmân nedir? dedi.
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdu.
Adam tekrar:
– Doğru söyledin, diye tasdik etti ve:
– İhsan nedir? diye sordu.
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– İhsan, O’nu görüyormuşsun gibi Allah’a ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görmektedir” buyurdu.
Adam yine:
– Doğru söyledin dedi, sonra da:
– Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir” cevabını verdi.
Adam:
– O halde alâmetlerini söyle, dedi.
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– Annelerin, kendilerine câriye muamelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı kabak ve çıplak koyun çobanlarının, yüksek binalar yapmada birbirleriyle yarışmalarıdır” buyurdu.
Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu.
Ben:
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedim.
Bunun üzerine Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– O Cebrâil idi, size dininizi öğretmeye geldi” buyurdu. (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îmân, 37)
Bu hadisin Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- tarafından nakledilen şu rivâyeti Efendimiz’in soru-cevap metodunu kullanmasını daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ebû Hureyre diyor ki:
Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-
“– Bana soru sorun!” buyurdu.
Ashap soru sormaktan çekindi, bunun üzerine bir adam geldi ve dizlerinin dibine oturdu…” (Müslim, İman, 7)
Hadisimiz tâlim, terbiye ve tezkiye faaliyetlerinde dikkat edilmesi lâzım gelen pek ehemmiyetli esaslar ihtiva etmektedir. Bunları şöyle izah edebiliriz:
1) Âlimin soru soran kimseye şefkatle yaklaşması ve onu yakınına getirmesi gerekir. Böyle davrandığı takdirde talebe korkmadan ve sıkılmadan suallerini sorabilir.
2) Kişi suallerini nâzik, kibar ve edepli bir uslupla sormalıdır.
3) Bir âlimin meclisine gelen kimse, oradakilerin ihtiyacı olup da soramadıkları bir hususu farkederse bunu sormalıdır. Böylece alacağı cevap herkese faydalı olacaktır.
4) Sual sorup onun cevâbını almak suretiyle meseleler daha dikkatli dinlenilmekte ve daha iyi anlaşılmaktadır.
Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, İslâm dininin pek çok kâide ve hükmünü ashâbın sormuş olduğu suallere cevap vermek suretiyle öğretmişlerdir. Hatta Efendimiz onları samimi niyetle sual sormaya teşvik eder ve:
“– Cehâletin ilacı sormaktır” buyururlardı. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 125)
Bununla birlikte lüzumlu lüzumsuz her şeyi sormak da yasaklanmıştır. Nitekim o dönemdeki bazı insanlar sırf alay olsun diye, bazıları Peygamberimiz’i imtihan etmek için, bazıları da saflığından garip sorular sormaya başlamışlardı. Meselâ “Babam kim?” “Kaybolan devem nerede?” gibi sorular bunlardandır. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)
Bir rivayete göre de “Ona bir yol bulabilenlerin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde hakkıdır…” (Âl-i İmrân 3/97) âyet-i kerîmesi nazil olunca Efendimiz’e:
– Ey Allah’ın elçisi, her sene mi? diye sordular.
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- sustu, cevap vermedi.
İkinci kere:
– Ey Allah’ın elçisi, her sene mi? dediler.
“– Hayır, şayet evet deseydim her sene farz olacaktı” buyurdular. (Tirmizî, Tefsîr, 5/15)
İşte bu tür sorular soran kimseler hakkında şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Ey îmân edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kur’ân indirilirken onları sorarsanız size açıklanır (da üzülürsünüz). Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah bağışlayandır, Halim’dir. Sizden önce bir millet onları sormuştu, sonra da onları inkar etmişlerdi.” (el-Mâide 5/101-102)
Netice itibariyle Medineli Müslümanlar Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e karşı gönüllerinde taşıdıkları engin muhabbet ve ta’zim sebebiyle ekseriyetle ona sual sormaktan çekinir hâle gelmişlerdi. Öyle ki dışarıdan bir yabancının veya bedevinin gelip muhtelif mevzularda sual sormasını ve bundan kendilerinin de istifade etmesini umarlardı.
Nevvâs bin Sem’ân -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanında Medine’de bir sene (misafir) kaldım. Ona sual sorabilmek için (özellikle) Medine’ye hicret etmiyordum. … Efendimiz’e bir defasında iyilik ve günahın ne olduğunu sorduğumda şöyle buyurdular:
“– İyilik ahlak güzelliğidir. Günah ise içine sinmeyen ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.” (Müslim, Birr, 14-15)
Burada Hz. Nevvâs, Medine’ye hicret ederek gelmediğini, orada ziyaretçi olarak kaldığını ve bunu da sırf Allah Resûlü’ne soru sorabilmek için yaptığını bildirmektedir.
Hâsılı soru sormak ilmin anahtarı, cehâlet hastalığının ilacıdır. Ancak yerinde ve âdâbına uygun bir şekilde sorulmalı, alınan cevaplardan gereğince istifade edilmelidir.
b. Peygamberimiz’in İzâh Etmek İçin Soru Sorması
Peygamber Efendimiz bir meseleye ashâbının dikkatini çekmek üzere pek çok kere soru sorar, daha sonra da bunu izah ederdi. Birgün yanında bulunanlara:
“– Müflis (iflas eden) kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.
Ashâb:
– Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler.
Bunun üzerine Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelen, fakat şuna sövdüğü, buna zina iftirasında bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü, şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biten; kalan haklar için de, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir” buyurdular. (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2)
Peygamber Efendimiz’in soru-cevap metoduyla yaptığı tâlime misal olacak bir diğer hâdiseyi Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
Ben, merkeb üzerinde Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in terkisinde idim. Bana:
“– Ey Muâz! Allah’ın kulları üzerinde, kulların da Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?” buyurdu.
Ben:
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedim.
Bunun üzerine Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı, onların sadece Allah’a kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır. Kulların da Allah üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak tutmayanlara azâb etmemesidir” buyurdu.
Ben hemen:
– Ey Allah’ın Resûlü! Bunu insanlara müjdeleyeyim mi? dedim.
“– Müjdeleme, onlar buna güvenip tembellik ederler” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 46; Müslim Îmân, 48, 49)
Burada da Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, hem bir hakikati ifade buyurmakta hem de insanların idrak seviyelerini dikkate alarak onları tembelliğe sevkedecek şeylerden bahsetmemeyi tenbih etmektedir.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, bazen bir harekette bulunur veya tebessüm eder, sonra da niçin böyle yaptığının sorulmasını ister, sorulduktan sonra da cevabını verirdi. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Birgün Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- tebessüm etti ve:
“– Bana niçin tebessüm ettiğimi sormayacak mısınız?” buyurdu. Daha sonra da şöyle devam etti:
“– Bir kulun kıyâmet günü Rabbiyle olan mücâdelesine taccüp ettim.
Kul:
– Ey Rabbim, bana zulmetmeyeceğini va’detmemiş miydin, der.
Allah Teâlâ:
– Evet, buyurur.
Kul:
– Ben, hakkımda kendimden başka kimsenin şehâdetini kabul etmem, der.
Allah Teâlâ:
– Ben ve kirâmen kâtibîn melekleri şâhit olarak yetmez miyiz, buyurur.
Kul önceki sözünü tekrarlayıp durur, hemen ağzına mühür vurulur, azaları yaptıkları işleri konuşmaya başlar. Bunu üzerine:
– Yazıklar olsun size, benden uzak olun. Ben sizi savunmaya çalışıyorum (siz ise her şeyi konuşuyorsunuz) der.” (Hâkim, IV, 644)
Ashâb-ı kiram da Peygamberimiz’den sonra onun davrandığı gibi davranmaya ihtimam göstermişler, her hususta onu taklit etmeye gayret etmişlerdir. Birgün Osman bin Affân su isteyip abdest almış, gülmüş, sonra da arkadaşlarına:
– Niçin güldüğümü sormayacak mısınız? demişti.
Onların sorması üzerine ise şunları söyledi:
– Birgün Allah Resûlü bu kadar su istedi, benim gibi abdest aldı ve güldü. Sonra da:
“– Niçin güldüğümü bana sormayacak mısınız?” buyurdu.
Sorduğumuzda da şu açıklamayı yaptı:
“– Kul abdest için su alıp yüzünü yıkadığı zaman Allah Teâlâ yüzü ile işlediği günahları siler. Kollarını yıkadığı zaman da böyle, başını meshettiği zaman da böyle, ayaklarını temizlediği zaman da böyledir.” (Heysemî, I, 229)
Peygamber Efendimiz bazen de ashabını sâlih ameller işlemeye teşvik etmek üzere sualler sorardı. Ebû Umâme’den nakledildiğine göre birgün Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- sahâbeden yanında bulunanlara:
“– İçinizde bugün kim oruçludur?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir:
– Ben oruçluyum, ya Resûlallâh, dedi.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Bugün kim bir cenaze namazına iştirak etti?” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir:
– Ben, yâ Resûlallah, dedi.
Peygamberimiz:
“– Bugün kim bir yoksul doyurdu?” diye sordu.
Yine Hz. Ebû Bekir:
– Ben yâ Resûlallâh, dedi.
Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-
“– Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız var mı?” diye sordu.
Yine Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
– Ben, ey Allah’ın Resûlü, dedi.
Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdu:
“– Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse o mutlaka cennete girer.” (Müslim, Fedâilu’s-sahâbe, 12)
c. Soru Sâhibini Farklı Bir İstikamete Yönlendirmesi
Ashab-ı kiram bazen Peygamber Efendimiz’e bir mevzu hakkında sual sorar, Efendimiz ise muhtelif sebep ve hikmetlerle onu başka bir tarafa yönlendirirdi. Mevzuun, sual sorana daha ziyade fayda sağlayacak yönlerine temas ederdi. Buna belâgatta “Uslûb-i hakîm” denmektedir. Yâni gayeye daha uygun ve faydalı olduğu için muhatabın beklemediği ve sualiyle talep etmediği yönde cevap vermek anlamına gelir. Bunun bir misâlini şu âyet-i kerîmede görmekteyiz:
“Sana hilallerden sorarlar. De ki: «Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir.»” (el-Bakara 2/189)
Ashab-ı kirâm:
– Ey Allah’ın Rasûlü, hilâli görüyoruz ip gibi ince doğuyor, sonra artarak büyüyor, yuvarlaklaşıyor, sonra tekrar eksilmeye başlayıp ilk başladığı gibi incecik oluyor. Neden bir halde durmuyor? dediler.
Bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil oldu. (Vâhidî, s. 56)
Sahabenin hilal ile ilgili olarak sorduğu bu soru hilalin fiziksel yapısı ile ilgili iken âyet-i kerîme onun insan hayatındaki fonksiyonuna dikkat çekmiştir.
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir adam Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelip:
– Yâ Resûlallâh! Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
Peygamberimiz:
“– Ona ne hazırladın?” diye karşılık verdi.
Adam:
– Kıyâmet için fazlaca namaz, oruç ve sadaka hazırlayamadım, ancak Allah ve Resûlü’nü çok seviyorum, dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Sen sevdiklerinle beraber olacaksın!” buyurdu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebi, 6)
Resûl-i Muhterem Efendimiz, bu suali soran sahabisini, Allah Teâlâ’nın kimseye bildirmediği kıyâmetin ne zaman kopacağı meçhûlünü aramaktan kurtarıp, kendisine çok daha faydalı olan âhiret için sâlih ameller hazırlamaya yönlendirmiş, dikkatini bu noktaya teksif etmiştir.
Yine sahabiler Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e:
– Yâ Rasûlallâh! Amellerin hangisi daha fazîletlidir? diye sordular.
O da:
“– Allah’ı bilmektir!” buyurdu.
– Hangi amel mertebeyi artırır? diye sordular. Yine:
“– Allah’ı bilmektir!” buyurdu.
Bunun üzerine:
– Yâ Rasûlallâh! Biz amelden soruyoruz. Siz ilimden cevâb veriyorsunuz! dediklerinde Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
“– Allah’ı bilerek yapılan az amel fayda verir. Fakat cehâletle yapılan çok amel fayda sağlamaz!” buyurdular. (Münâvî, IV, 688)
Şüphesiz ki öğretmek ve terbiye etmek için bir çok yol vardır. Muallim ile talebe arasındaki ilim ve feyz alış verişini artıran, talebenin dikkatini derse çeken ve öğrencilerin kâbiliyetlerinin keşfini sağlayan en güzel usûllerden biri de soru-cevâp (isticvâb) usûlüdür. Bu metot, daha ziyade hoca ile talebe arasındaki karşılıklı konuşmaya bağlıdır. Hoca soru sorar, talebe cevap verir veya talebe sorar hoca cevap verir. Maksat imtihan değil, talebenin tefekkürünü geliştirmek, derse olan alâkasını artırmak ve anlatılan mevzuun en iyi şekilde kavranmasını sağlamaktır. Bu bakımdan sorulacak sualler iyi seçilmeli, suallerin öğretici ve terbiye edici vasfı bulunmalıdır. Zaman ve enerji israfını önlemek için rastgele sual sormaktan sakınılmalıdır.