İslâm, insanlara merhamet etmeyi, acımayı, menfaatlerini sağlayıp zararlı şeylerden korumayı, acılarını dindirip gönüllerine sevinç ve huzur vermeyi ve onları sevmeyi öğretir. Bilhassa yetimlere, çocuklara, kadınlara, yaşlılara, emrimiz altındaki insanlara, hayvanlara merhamet ve şefkatle davranmayı ısrarla emreder.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık affedici ve merhametli olduğunu, hatta “Merhamet edenlerin en merhametlisi”[1] olduğunu ve merhametinin her şeyi ihâta ettiğini[2] haber verir. Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın merhametini ifade eden Rahmân ve Rahîm isimleriyle başlar. Ve müslümanlar bu sıfatların geçtiği Fâtiha sûresini günde en az 40 defa namazlarında okurlar. Yine müslümanların, her işe başlarken söyledikleri ve gün boyu dillerinden hiç düşürmedikleri Besmele de dâimâ Allah’ın merhamet ve şefkat sıfatlarını hatırlatır. Kâinatta ne var ne yoksa hep ilâhî rahmetin tecellîsinden başka bir şey değildir. Mahlûkâttaki bütün merhamet tezâhürleri de Cenâb-ı Hakk’ın bu nihayetsiz rahmetinin bir tecellîsidir. Allah Rasûlü r şöyle buyurur:
“Cenâb-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüz’ünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle yaratıklar birbirine merhamet ederler. Hatta anne atın, süt emzirirken yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhârî, Edeb, 19, Müslim, Tevbe, 17)
Peygamber Efendimiz’in en mühim vasfı da merhamettir. Allah Teâlâ onu “Âlemlere Rahmet” olarak göndermiştir.[3] Bu yüzden Allah Teâlâ, kendi isimlerinden Raûf (çok şefkatli) ve Rahîm (çok merhametli) sıfatlarını Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e de lutfetmiştir. Hâlbuki önceki peygamberlerden hiçbirine bu sıfatları bahşetmemiştir. (Tevbe, 128; Kurtubî, VII, 192)
Hz. Peygamber r zaman zama hitâbelerinde:
“Ey insanlar! Ben ancak (âlemlere) hediye edilmiş rahmet peygamberiyim!” buyururdu. (Dârimî, Mukaddime, 3)
Ümmetini de merhametli olmaya teşvik ederek şöyle buyururdu:
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, semâdakiler de size merhamet etsin!” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
“İnsanlara merhamet etmeyene Allah U de merhamet etmez.” (Müslim, Fedâil, 66; Buhârî, Edeb, 18)
Enes bin Mâlik t şöyle anlatır:
Rasûlullah r çok merhametli bir insandı. Yanına gelip ihtiyaç arzeden herkese mutlaka müsbet cevap verir, vaadde bulunur, istenilen şey yanında varsa hemen verirdi. Birgün namaz için kâmet getirilmişti, o esnâda bir bedevî gelerek elbisesinden tuttu ve:
“–Az bir ihtiyâcım kaldı, onu unutmaktan korktuğum için hemen halletmek istiyorum” dedi. Allah Rasûlü r ihtiyacını karşılayıncaya kadar onunla birlikte ayakta bekledi. Sonra da dönüp namazı kıldırdı. (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 278)
Rasûlullah r:
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin şerefini tanımayan bizden değildir.” buyururdu. (Tirmizî, Birr, 15/1920; Heysemî, VIII, 15)
Enes t şöyle der:
“Âilesine ve çocuklarına, Rasûlullah r Efendimiz’den daha merhametli olan başka bir kimse görmedim.” (Müslim, Fedâil, 63)
Rasûlullah r, üç yetim yavrunun ihtiyaçlarını karşılayan kişinin, gecelerini ibadet, gündüzlerini oruçla geçiren ve her şeyini fedâ ederek gece gündüz Allah yolunda koşan kişi gibi sevap kazanacağını beyan etmiştir. (İbn-i Mâce, Edeb, 6)
Tâbiîn neslinin ileri gelen âlimlerinden Abdullah bin Mübârek Hazretleri (v. 181/797), varlıklı bir hadis âlimi idi. Dostlarıyla birlikte hac yolculuğuna çıkmıştı. Yol üzerinde bir kulübede yaşayan iki kız çocuğu gördü. Kimsesi olmayan bu çocuklar, açlıktan dolayı kulübe yakınlarındaki ölü bir kuş etini alıp yemek istediler. Bu duruma şahit olan İbnü’l-Mübârek Hazretleri, yolculuğa devam etmekten vazgeçti. Yanında bulunan bin dinar paranın yirmi dinarını Merv’e geri dönmek için ayırdıktan sonra, paranın geri kalan kısmını kız çocuklarına verdi. Dostlarının:
“–Neden böyle yaptın?” diye sormaları üzerine şöyle dedi:
“–Bu yaptığımız, bu seneki haccımızdan daha sevaptır.”[4]
Umûmî Merhamet
Hangi dinden olursa olsun, bütün insanlara iyilik ve merhametle muamele etmek, insanî bir vazifedir. Bu sebeple, İslam’ın hâkim olduğu topraklarda farklı din mensuplarına hoşgörü ile bakılmış, onlara aslâ zulmedilmemiştir. Nitekim İslâm’a karşı cephe alan ve Peygamber Efendimiz’e olmadık işkenceler yapan Kureyşliler, bir sene kıtlığa mâruz kalmışlardı. Öyle ki o yıl neredeyse helâk oluyorlardı. Açlıktan hayvan leşlerini yediler, kemikleri kemirdiler. Liderleri Ebû Süfyan, Hz. Peygamber’in yanına gelerek:
“–Yâ Muhammed, senin getirdiğin esaslar arasında sıla-i rahim (akrabayla ilgilenmek) de var. Hâlbuki senin kavmin helak olmuş vaziyettedir. Artık Yüce Allah’a dua et!” dedi.
Rasûlullah r dua edince Cenâb-ı Hak onlara yağmur ihsan etti. Yedi gün yedi gece bol miktarda yağmura nâil oldular. Bu kez insanlar yağmurun çokluğundan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah r:
“Allah’ım etrafımıza yağdır; üzerimize değil!” diye dua buyurdu. Gökyüzündeki bulutlar derhal açılıverdi ve civâr bölgelere yağmaya başladı. (Buhârî, İstiskâ, 13)
Bedir’de müslümanlar ile müşrikler karşı karşıya gelmiş, savaş için son hazırlıkları yapıyorlardı. Bir grup müşrik, müslümanların havuzundan su içmek için geldiler. Müslümanlar onlara mânî olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü r:
“–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Onlar da gelip içtiler ve saflarına geri döndüler. (İbn-i Hişâm, II, 261)
İslâm’ın getirdiği merhamet, insanlarla sınırlı değildir. Onun merhametinden diğer varlıklar da nasiplerini almışlardır. Birgün Rasûlullah r:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlallah! Hepimiz merhametliyiz” dediler. Allah Rasûlü r ise şu îzâhı yaptı:
“–Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, evet bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” (Hâkim, IV, 185/7310)
Rasûlullah r birgün yolda giderken bazı insana rastlamıştı. Bunlar, binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş muhabbet ediyorlardı. Onlara şöyle buyurdu:
“–Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve kullanmadığınız zaman da bırakıp güzelce istirahat ettirin! Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin (sırtlarında durarak muhabbet etmeyin)! Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)
Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, bir defasında Mekke’den gelirken Hemedan’a uğramıştı. Oradan çörek otu satın aldı. Memleketi Bistam’a vardığında, aldığı çörek otunun içinde birkaç karınca gördü.
“–Bu karıncaları yerlerinden ayırmışım” diyerek kalktı ve onları tekrar Hemedan’a götürüp aldığı yere bıraktı. (Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 176)
Mevlânâ Hazretleri birgün talebesine bol miktarda yiyecek almasını ricâ etmişti. Talebesi yiyecekleri alıp Hz. Mevlânâ’ya getirdi. Üstad tek bir kelime dahî söylemeden onları aldı, bir peşkirle üzerlerini örttü ve yürüdü. Bu farklı durumu merak eden talebesi onu uzaktan takip ediyordu. Hz. Mevlânâ bir harâbeye girdi. Orada yeni yavrulamış bir köpek vardı. Üstad, bütün erzakı bu dişi köpeğin önüne bıraktı. Talebesi bu engin şefkat ve merhamet karşısında donakaldı. Talebesini farkeden Mevlânâ Hazretleri ona şöyle dedi:
“–Bu zavallı hayvan yedi gündür hiçbir şey yemedi. Yavruları sebebiyle buradan uzaklaşamıyordu. Allah, onun iniltilerini benim kulağıma duyurdu ve çektiği acıları dindirmemi bana emretti.” (Eva de Vitray-Meyerovitch, İslâm’ın Güleryüzü, s. 91-92)
İslâmî merhamet ve diğergâmlığın müesseseleşmiş hâli olan vakıflar da târih boyunca insanlığa ve diğer mahlûkâta sayısız hizmetlerde bulunmuştur. Müslümanlar; fakirler, muhtaçlar, hastalar, yaşlılar, yolcular, ilim talebeleri ve hayvanlar için on binlerce vakıf tesis etmişlerdir. Buralarda yaşanan şefkat ve merhamet tezahürleri toplansa ciltlerce eser ortaya çıkar.[5]