1. Çevre

Cenâb-ı Hak, çevremizdeki her şeyi insanoğlunun istifadesine arzettiğini haber vermektedir. Bunların şükrünü hakkıyla edâ edebilmek için çevremize emanet ve mes’ûliyet şuuru ile yaklaşmamız gerekir. Çevrenin hor kullanılması, tahrip ve israf edilmesi; zararı yine kendimize dönecek olan bir nankörlüktür. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların yaptığı hatalar yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönsünler diye Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır.” (Rûm, 41)

Hâlbuki Cenâb-ı Hak daha önce: “Göğü Allah yükseltti ve mizanı O koydu, sakın dengeyi bozmayınız!”[1] diye emretmişti. Ancak insanlar bunu dinlemediler ve şimdi zararını kendileri çekiyor.

Müslüman, gönlündeki huzuru ve güzelliği tabiata da yansıtarak insanlara, hayvanlara, bitkilere ve hatta cansız varlıklara bile iyi davranır. Hiçbir varlığı incitmemeye dikkat eder. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanından bir cenâze geçmişti. Efendimiz (s.a.v):

“Rahata ermiş ya da kendisinden kurtulunmuş” buyurdu. Sahâbîler:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, «Rahata ermiş ya da kendisinden kurtulunmuş» ifadesinden kasdınız nedir?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.v):

“–Mü’min bir kul vefât ettiğinde dünyanın yorgunluğundan ve sıkıntılarından rahatlayıp Allah’ın rahmetine kavuşur. Günahkâr ve kötü biri öldüğünde ise insanlar, beldeler, ağaçlar ve hayvanlar onun şerrinden kurtulup rahata ererler” buyurdu. (Buhârî, Rikâk, 42; Müslim, Cenâiz, 61; Nesâî, Cenaiz, 48; Ahmed, V, 296, 302, 304)

Demek ki cansız zannettiğimiz varlıklarda bile bir şuur vardır. Bunun delillerinden biri de şu rivâyettir:

Abdullâh bin Mes‘ûd (r.a) şöyle der:

“Bir dağ diğerine ismiyle nidâ ederek:

«–Ey filan, bugün sana Allâh Teala Hazretleri’ni zikreden bir kişi uğradı mı?» diye sorar. Eğer:

«–Evet, uğradı.» derse buna çok sevinir.

Bu hâdiseyi İbn-i Mes‘ûd’dan rivâyet eden Avn bin Abdullâh şunu ilâve eder:

“–Dağlar yalan yanlış sözleri duyarlar da hayırlı sözleri duymazlar mı?! Onlar hayırlı ve güzel sözleri daha iyi ve daha büyük bir iştiyakla dinlerler. Âyet-i kerimede dağların kötü sözleri işittikleri şöyle haber verilir:

«“Rahmân çocuk edindi” dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp dağılacak ve yerlere geçecekti! Rahmân’a çocuk isnad ettiler diye… Hâlbuki çocuk edinmek Rahmân’ın şanına yakışmaz. Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahmân’a gelecektir.” (Meryem, 88-93) (Beyhakî, Şuab, I, 453; Taberânî, Kebîr, IX, 103)

O hâlde insan, her yerde ve her hâlukârda rahatsız edici söz ve davranışlardan şiddetle kaçınmalıdır. Yaşadığımız şehir, kasaba ve köylerin kırlarını, sularını, havasını ve manzarasını kirletmek, çöp ve pislik atmak insanlık şeref ve haysiyetine yakışmayan bir davranıştır. Hem kendimizi hem de başkalarını düşünmemektir. Hâlbuki müslümanlar, kirlettiği yerlerden başkalarının huzursuz olacağını ve tabiatın güzelliğinin bozulacağını düşünür; yenilen çekirdek, fındık, fıstık kabuklarını, şişe, konserve kutularını, kâğıt, paket artığı gibi kirletici şeyleri caddelere, sokaklara, piknik yerlerine atmamayı, insanları ve hatta hayvanları rahatsız edici davranışlarda bulunmamayı, mü’min olma ve kemâle ermenin bir şartı kabul eder. Zira Peygamber Efendimiz, insanlara eziyet verecek, gelip geçerken rahatsız edecek bir dalın, bir dikenin bile kaldırılmasını, imanın bir şubesi olarak kabul etmiş[2], insanlara eziyet edenleri Allah’ın sevmediğini haber vermiştir. Muâz bin Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Ben Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte bir gazveye çıkmıştım. Askerler konak yerlerini daralttılar ve yolu kestiler. Bunun üzerine Nebî (s.a.v) bir münâdî göndererek askerler arasında şöyle nidâ ettirdi:

«–Kim bir yeri daraltır veya bir yolu keser (veya bir mü’mine ezâ verirse) onun cihâdı yoktur.»” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 88/2629; Ahmed, III, 441)

Rasûl-i Zîşân Efendimiz burada, lüzumsuz yere yerleri ve yolları daraltmanın, herhangi bir şekilde Allah’ın kullarına eziyet etmenin ne büyük bir hatâ olduğunu îlân etmiş ve böyle davrananların sevaplarını kaybedeceğini bildirmiştir. Bu bakımdan rastgele yerlere çöp atmak, tükürmek, araba park etmek, insanların gelip geçmesini zorlaştıracak malzemeler koymak gibi her türlü eziyet verici davranıştan sakınmak gerekir. Rasûlullah (s.a.v) diğer hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

“…Yol üzerinde namaz kılmaktan ve oralara konaklamaktan sakının! Çünkü oralar yılanların ve yırtıcı hayvanların geçtiği yerlerdir. Yol üstüne abdest bozmaktan da sakının! Zira bu tür davranışlar kişiyi lânete mâruz bırakacak kabalıklardır.” (Ahmed, III, 305, 381. Krş. İbn-i Mâce, Tahâret, 21)

“Lânete mâruz kalacağınız üç şeyi yapmaktan sakının: Pınar başlarına, yol ortasına ve insanların gölgelendiği yerlere abdest bozmayın!” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 14/26; İbn-i Mâce, Tahâret, 21; Ahmed, I, 299)

Peygamber Efendimiz’in bu muhteşem tâlimâtında sadece insanın değil tabiattaki bütünlüğün görülüp büyük bir âhenkle muhafaza edildiği, çevre ve yabânî hayatın dahi derin bir incelik ve dikkatle korunduğu görülmektedir.

Müslümanlar, insanlardan başka hayvanları da rahatsız etmedikleri gibi üstelik bir de onlara Allah’ın mahlûku diye hizmet etmişlerdir. Ünlü Fransız yazar Montaigne: “Müslüman Türklerin hayvanlar için bile vakıf ve hastaneler’’ kurduğunu ifade etmiştir. 17. asırda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız avukat Guer, Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine ait bir hastanenin varlığından söz etmektedir. Bu tür vakıflarla ilgili olarak Prof. Dr. Sibai de şu bilgileri verir:

“Eski vakıf geleneğinde hasta hayvanları tedavi ve otlatma yerleri mevcuttur. Yeşil Mera (şu anda Şam’ın şehir stadı olarak kullanılan saha), çalışma gücünü yitirdiğinden sahiplerinin yem ve bakımından mahrum kalan âciz hayvanların otlanması için zamanında vakfedilmiş bir yerdi. Bu hayvanlar ölünceye kadar orada otlanırdı. Şam Vakıfları arasında, kedilerin yiyip uyuyacağı ve gezineceği yerler de vardı. Öyle ki, her gün yiyeceklerini bulmakta hiçbir güçlük çekmeyen yüzlerce kedi, buranın demirbaşı mesabesinde idi.”

Canlılara bu kadar değer veren İslâm, tabiatıyla ağaca ve yeşil çevreye de çok önem verir. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet kopuyor olsa ve birinizin elinde bir fide bulunsa, kıyamet kopmadan onu dikebilirse bunu hemen yapsın!” (Ahmed, III, 191, 183)

Asbâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Ebu’d-Derdâ (r.a) Şam’da ağaç dikmekteydi. Yanına birisi yaklaştı ve:

“–Sen, Hz. Peygamber’in dostu olduğun halde, ağaç dikmekle mi meşgul oluyorsun?” diyerek gördüğü hâl karşısındaki şaşkınlığını ifâde etti. Ebu’d-Derdâ Hazretleri de o kimseye şu cevâbı verdi:

“–Dur bakalım, hakkımda böyle rastgele çarçabuk hüküm verme! Ben Rasûlullah (s.a.v)’i şöyle buyururken işittim:

«Bir kimse ağaç diker de o ağacın meyvesinden bir insan veya Allah’ın mahlûkâtından herhangi bir varlık yerse bu, o ağacı diken kimse için sadaka olur.» (Ahmed, VI, 444. Bkz. Müslim, Müsâkât, 7)

Yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kim bir sidre ağacını (lüzumsuz yere) keserse, Allah onun başını cehenneme uzatır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 158-159/5239)

“Yerde bitmiş olan hiçbir nebat yoktur ki, onu, nezaretçi bir melek kanatlarıyla korumuş olmasın. Bu durum bitkinin hasad edilmesine kadar devam eder. Kim bu bitkiyi basıp ezerse o melek kendisine lânet eder.” (Ali el-Müttakî, Kenz, III, 905/9122)

Peygamber Efendimiz, Mekke’nin yanında Medine ve Tâif bölgelerini de harem ilan ederek oralarda ağaç kesmeyi, bitki örtüsünü tahrip etmeyi, avlanmayı yasaklamış[3] ve şöyle buyurmuştur:

“Allâh Rasûlü’nün korusu içinde bulunan ağaçlara sopa ile vurulamaz ve onlar kesilemez. Fakat zaruret hâlinde hayvanların yemesi için hafif ve yumuşak bir şekilde rıfk ile sallanarak yaprakları silkelenebilir.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 95-96/2039)

Yine Hârise Oğulları kabilesinin otlak yeri için:

“Kim buradan bir ağaç keserse mutlaka onun yerine bir ağaç diksin!” buyurmuştur.[4]

Ebû Duʻşum el-Cühenî dedesinden şöyle nakleder:

“Rasûlullâh (s.a.v), hayvanlarına yedirmek için elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dökmeye çalışan bir bedevîyi görmüştü. Yanındakilere:

«–O bedevîyi bana getirin, ancak yumuşak davranın, adamı korkutmayın!» buyurdu. Bedevî yanına geldiğinde:

«–Ey bedevî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dök, vurup kırarak değil!» buyurdu.

Bedevînin başının üzerine düşmüş olan yaprakları hâlâ görür gibiyim.” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, Beyrut 1417, VI, 378)

Görüldüğü gibi Allah Rasûlü (s.a.v), her fırsatta çevreyi korumayı ve güzelleştirmeyi tavsiye ederek, bütün varlıklara karşı hürmetkâr ve edepli bir toplum yetiştirmiştir.

İlk halife Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın, sefere çıkmaya hazırlanan ordusuna hitaben yaptığı şu konuşma, bunun şahitlerinden biridir:

“Hâinlik yapmayınız, ganimet malına ihanet etmeyiniz, zulmetmeyiniz, müsle yapmayınız (kulak, burun gibi âzâları keserek işkence etmeyiniz); çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyiniz! Hurma ağaçlarını kökünden kesmeyiniz ve yakmayınız, meyveli ağaçları kesmeyiniz; koyun, sığır ve develeri -yiyeceğiniz hâriç- kesmeyiniz! Manastırlara kapanıp kendilerini ibadete vermiş kimselerle karşılaşacaksınız, onları ibadetleriyle baş başa bırakınız…”[5]

Müslümanlardaki bu hassasiyeti müşahede eden Comte de Bonneval, şaşkınlık içinde:

“Osmanlı ülkesinde, sıcaktan kurumasınlar diye verimsiz ağaçların dahî her gün sulanması için işçilere para vakfedecek kadar aşırılığa giden (!) Türkler bile görmek mümkündür” demiştir.



[1] Rahmân, 7-8.

[2] Müslim, Îmân, 58.

[3] Ebû Dâvûd, Menasık, 96; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul 2003, I, 500; a.mlf., el-Vesâik, Beyrut 1969, s. 236-238, 240; Ali Rıza Temel, “İslam’a Göre İnsan Çevre İlişkisi”, İnsan ve Çevre, s. 77.

[4] Belazurî, Fütûhu’l-büldân, Beyrut 1987, s. 17; İbrahim Canan, İslam ve Çevre Sağlığı, İstanbul 1987, s. 59-60.

[5] Taberî, Târih, Beyrut 1387, III, 226-227; Ali el-Müttakî, Kenz, no: 30268. Krş. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 85; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1987, II, 200.

%d bloggers like this: