Âlim olmak başka, sâlih âlim olmak başkadır. Nice âlimler vardır ki nefislerinin ve şeytanın hilelerinden kurtulamamışlardır. İlmiyle şöhrete kavuşmak ve îtibar görmek isterler. Mal, mülk elde edip yüksek mevkilere gelmenin peşindedirler. Nefsinin bu tür arzularından kurtulamayan bir âlim ise insanlığa en zararlı varlık hâline gelir.
Rasûlullah r Efendimiz bu hususta şöyle buyururlar:
“Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu, ağzı laf yapan, (konuşmasıyla insanları aldatan) dilbaz münâfıktır.” (Ahmed, I, 22; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III, 272/1639)
Bu tür insanlar güzel ve tesirli bir üslupla konuşurlar. Hikmetli şeylerden bahsederler. Duygusal ifâdeler kullanarak insanların gönlüne girerler. Ancak amellerine bakıldığında, sözlerini tutmadığı görülür.
Tâbiînin büyük imamlarından Ebu’l-Âliye şöyle der:
“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik; eğer namazını güzel kılarsa, «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılarsa; «Onun diğer işleri de sağlam değildir.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)
Hasan Basrî Hazretleri de şöyle buyurur:
“Kim güzel söz söyler ve sözüne münasip olarak güzel ameller işlerse ondan ilim alınız. Eğer biri güzel sözler söyler ancak kötü ameller işlerse ondan ilim almayınız, (sözünü de dinlemeyiniz!)” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III, 323/1776)
Nefsini ıslah etmemiş olan âlimler bazı kritik noktalarda insanları yanlış yönlendirebilirler. Bu da neticede büyük zararlara yol açar. Ebedî âlemde hüsrana uğramaya sebep olabilir. Bu sebeple dâimâ sâlih âlimleri dinlemek ve onlara îtimâd etmek tavsiye edilmiştir.
Kâdî Şurayh Hazretleri, Hazret-i Ömer t’a mektup yazarak dâvâlarda nasıl hüküm vermesi gerektiğini sormuştu. Hazret-i Ömer t ona şu cevâbı yazdı:
“Halka, Allâh’ın Kitâbı’nda olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allâh Rasûlü’nün Sünneti ile hükmet. Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlü’nün Sünnet’inde de bulamazsan sâlihlerin verdiği hükümlerle hükmet. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa, istersen devam et, hükmünü ver, istersen geri dur. Geri durup hüküm vermemenin senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim, vesselâm.” (Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 11/3)
Bir gün müslümanlar büyük sâhâbî İbn-i Mes’ûd Hazretleri’ne birçok mesele sormuşlardı. İbn-i Mes’ûd t onlara şu açıklamayı yaptı:
“–Herhangi bir meseleyle karşılaşan kimse, Allah’ın kitâbıyla hüküm versin! Allah’ın kitabında çözümü olmayan bir meseleyle karşılaşırsa, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in verdiği hükümlere bakarak halletsin.
Allah’ın kitabında ve Peygamber Efendimiz’in hükümlerinde çözümünü bulamazsa, sâlih âlimlerin verdiği fetvâlara bakarak meseleye cevap versin.
Kur’ân’da, Sünnet’te ve sâlihlerin fetvâlarında cevabı bulunmayan bir mesele ile karşılaşırsa, aklını kullanarak içtihat yapsın! «Ben içtihat yapmaktan korkarım» demesin. Çünkü helâl belli, haram bellidir. Helâlle haramın arasında şüpheli ve kapalı hususlar vardır. O hâlde sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyen şeye bak!” (Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 11)
Ebü’l-Hasan Harakânî Hazretleri şöyle buyurur:
“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz:
1. Dünya hırsına sahip âlim ve
2. İlimden mahrum câhil ham sofu!” (Ferîdüddîn Attâr, Tezkiratü’l-Evliyâ, s. 624)
Bâbürlü sultânı Ekber Şah, önceleri saf inançlı ve dinine sıkı sıkıya bağlı bir müslümandı. Ancak okuma yazma bilmezdi. Zamanla, etrâfındaki menfaat ehli âlimlerin tesiriyle bâtıl fikirlere saplandı. Meclisine girip çıkan ilim adamları, sultana ve vezirlere yaklaşmaya çalışıyor, idarecilere şirin görünmek için ellerinden gelen tâvizi veriyor, İslâm hakkında birçok şüphe ve tereddüt uyandırmaya çalışıyorlardı. İhtilâflı mevzûları gündeme getirmek sûretiyle zenginleri yoldan çıkarıyorlardı.[1]
Neticede dînî sâfiyetini kaybeden Sultân’ın sağlam îtikâdı bozulmaya başladı. Müslüman olmayanlara devlet idâresinde mühim vazifeler verdi, bazı Hindû kadınlarını haremine aldı. Yakınında bulunan insanların tesir ve teşvikiyle İslâm ile Hindûizm’i birleştirmek görüntüsü altında Dîn-i İlâhî adında yeni bir din îcâd etti. Bazı yerlerde müslüman mâbedleri yıkılıp yerine Hindû mâbedleri yapılıyordu. Sultânın gözüne girmek isteyen dünya ehli âlimlerin fetvâsıyla Ekber Şah’a selâmlama secdesi yapılmaya başlandı. Secde etmeyen pek çok müslüman şehîd edildi.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri daha sonra bu âlimler hakkında şu tesbitlerde bulunur:
“Dünyalık âlimlerin tek hedefi dünya metâının peşinden koşmak ve onun döküntülerini toplamaktır. Bunlarla arkadaşlık etmek öldürücü zehirdir. Bunların bozukluğu başkalarına da sirâyet etmektedir. Nitekim geçen asırda ne musibetler geldiyse hep bunların fenâlığından geldi. Zira önceki sultanı doğru yoldan bunlar saptırmışlardı. Sadece sultanı saptırmakla kalmamış, yetmiş üç fırka içinde sapıklığa düşen her fırkanın önderi mutlaka bu kötü âlimler olmuştur. Sapkınlığı seçenler içinden kötü âlimler gibi zararı başkalarına tesir eden başka bir sınıf yok denecek kadar azdır. Günümüzde sûfilere benzeyen çoğu cahiller de kötü âlimler hükmündedir. Zira bunların da bozuk fikirleri başkalarına tesir etmektedir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 243, no: 47)
Yine İmâm-ı Rabbânî -kuddise sirruh-, dünyevî menfaatler peşinde koşan âlimlerin hem kendilerine hem de cemiyete ne büyük zararlar verdiğini şu sözleriyle îzâh eder:
“Âlimlerin dünyaya olan düşkünlüğü güzel yüzleri üzerinde bir lekedir. Bu gibi âlimlerin ilmi halka fayda verse bile kendilerine fayda sağlamaz. Her ne kadar dinin güçlenmesi bunların omuzlarına bırakılmışsa da buna itibar edilmez. Zira dini takviye bazen zâlim ve günahkâr kimselerin eliyle de olabilir. (Buhârî, Cihâd, 182)
Bu tür âlimler Faris taşı gibidir. Bu taşa saydam bir şey sürüldüğünde altına dönüşür, ama taşın kendisi taş olarak kalır. Hatta kötü âlimlerin ilimlerinin kendilerine zarar verdiğini bile söyleyebilirim. Çünkü ilimleri sayesinde aleyhlerine deliller tamamlanmış olacaktır. Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«Kıyamet günü insanların en şiddetli azap göreni, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimlerdir.» (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III, 273/1642)
Nasıl bu âlimlerin ilmi kendilerine zarar vermesin ki! Allah katında en kıymetli şey olan ilim rütbesini, alçak dünyanın mal, mevkî, eş, dost ve makam gibi gelip geçici menfaatlerini elde etme vâsıtası hâline getirmişlerdir. Allah katında alçak olanı üstün görüp, üstün olanı alçaltmak, çok büyük bir hatâdır, hatta gerçekte Allah’a karşı gelmektir.
Ders ve fetvâ vermek, sadece Allah için yapılır ve makam-mevki, mal ve üstünlük şâibesinden uzak olursa fayda verir…
Büyüklerden biri şeytanı, bir kenarda boş boş otururken görür. Ona niçin insanları saptırmak için çalışmadığını sorar. Lanetli şeytan cevaben şöyle der:
«‒Zamanın kötü âlimleri işimde bana çok büyük yardımlarda bulundular. Benim yerime insanları saptırma işini üstlendiler. Bunun için ben de böyle boş ve kayıtsız bir vaziyette oturuyorum!»
Hakikaten İslâmî hususlarda baş gösteren her zaaf ve İslam milletini üstün kılma konusunda gösterilen her kusur; daima kötü âlimlerin bereketsizliği ve niyetlerinin bozukluğu sebebiyle olmaktadır. Hâlbuki âlimler dünyaya düşkünlük göstermez ve makam, riyaset, mal ve üstünlük sevdâsından selamet bulurlarsa, işte onlar âhiret âlimleri ve peygamber vârisi olurlar. Ayrıca onlar mahlûkâtın en üstünüdürler…” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, cild: 1, Mektub: 33)
Âlimlerde makam hırsı olursa, her biri kendi menfaati için çalışır ve en ufak bir menfaati bile kaçırmak istemez. Öte yandan kendisinin en üstün olduğunu göstermeye çalışır. Araya fikir ayrılıkları ve tartışmalar sokar ve bunu bazı güç merkezlerine yaklaşma fırsatı olarak kullanır. Böylece ister istemez din işlerine bereketsizlik bulaşır.[2]
Peygamber Efendimiz, ilim gibi çok mühim meseleler bir tarafa, basit bir şey isterken bile sâlih insanları tercih etmeyi tavsiye buyurmuşlardır. Nitekim Firâsî isimli bir sahâbî:
“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! (Bir ihtiyacım olduğunda insanlardan) isteyeyim mi?” diye sormuştu. Nebiyy-i Ekrem r Efendimiz:
“‒Hayır, isteme! Ancak mutlaka istemen îcâb ederse, bâri sâlihlerden iste!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Zekât, 28; Nesâî, Zekât, 84)
O hâlde insan, dâimâ sâlihlerle beraber olup onlarla münâsebette bulunmaya gayret etmelidir. Bilhassa îtikâd, ibâdet ve ilim gibi son derece mühim meselelerde kimi okuduğunu, kimi dinlediğini ve kimi tâkip ettiğini iyi bilmelidir.