Murat Kaya
Şuurlu müslümanların zihnini meşgul eden mühim sorulardan biri budur. Ne yapmalı da müslümanları güçlendirmeli ve ileri millet hâline getirmeli? İçine düştüğü sıkıntı ve zulümlerden kurtarmalı? Esaretten hürriyete kavuşturmalı? Tüm bunları kim yapacak ve nasıl yapacak?
Uzun zamandır bu sorulara cevaplar aranmış, muhtelif teklifler sunulmuştur. Son devirde yetişen büyük Hak dostlarından Esʻad Efendi Hazretleri de bu meseleye temas etmiş, bazı tekliflerde bulunmuştur. O şöyle buyurur:
“Târih sayfalarına göz atanlar açıkça görürler ki, Arap kavmi çok çeşitli aşiret ve kabilelerden müteşekkil idi. Îman şerefiyle müşerref ve Kur’ân nûruyla münevver olmadan önce aralarında buğz, düşmanlık ve kin yaygın, câhiliye döneminin kanlı yağma ve savaşları devam etmekteydi. Bütün bunlara ilâveten fakr u zaruret ve ihtiyaç içinde kıvranmakta ve ciğerleri kan ağlamaktaydı. Ne zaman ki Kâinâtın Efendisi r karanlık ufukları nübüvvetin parlak nûruyla aydınlattı, işte o zaman onların zulüm ve cehâletlerini berrak mârifet suyu ile arındırdı. Bu derece yıpranmış ve dağınık bir toplum, ilâhî âyetleri rehber, hadîs-i şerifleri düstûr edinince, kin ve düşmanlıkları sevgi ve bağlılığa, bedevîlikleri medenîliğe, fakr u zaruretleri refah ve huzûra inkılâb etti. Bu şekilde adâletin temelini tesis ederek medeniyet nurlarını bütün âleme ulaştırdılar.
Öyle ki azamet ve kudreti herkes tarafından bilinen İran ve Rûm devletlerini bütün kudret ve şevketlerine rağmen kısa bir müddet içerisinde yerle bir edip titrettiler. Fetihlerinin sınırları çok kısa zamanda Asya uçlarına ve Avrupa’nın güneyine kadar uzandı. Doğu ve Batı âlemini kendi emirlerine boyun eğdirip, adâlet ve ihsan sofralarının hayrânı eylediler. Böylelikle Cenâb-ı Hakk’ın mübârek ismini yücelttiler. Beşerî saâdeti ve toplum huzûrunu en aşağı seviyeden en yüksek kemâl derecesine ulaştırdılar.
Çoğunluğu ticâret, bir kısmı sanat, bir bölümü ziraat, bir grubu da kâtiplik ve doktorluk mesleğine intisâb ederek her biri bir sanat dalında insanlığa en büyük hizmet ve yardımı yaptılar. Kardeşliğin binâsını teyid ve medeniyetin esasını tesis ettiler. Sadâkat ve adâletleri sebebiyle öyle terakkî ettiler ki, bütün toplumları geçerek hakîkî saâdet ve selâmete nâil oldular. Cenâb-ı Hak gayretlerini meşkûr, ecirlerini de kat kat eylesin! Âmîn!
Şimdi akıl almaz bir hızla gelen düşüş ve gerileme neticesinde gönüllerde kan denizinin dalgalandığı bir zamandır. Pazarları iflâsa sürüklenmiştir. Ne yazık! O şimşek gibi sürʻatli terakkî hızı nereye ve nasıl gitti de yerine bu yıldırım hızındaki düşüş geldi. Yazık, pek yazık ki, o müthiş yükselişe ne oldu ve bu düşüşün sonu ne olacak?! İnceleme ve araştırmalar gösteriyor ki, bu iki zirve noktanın arasında çok büyük farklar vardır. Bu sınırsız hüsranı araştıranların ayaklarının topal, mütehassıslarının sahalarının da oldukça dar olduğunu görüyorum.
Cenâb-ı Hak, “Siz Allah’ın dînine yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” buyuruyor. (Muhammed, 7)
Tekrâren arzediyorum ki; eğer İslâm milletinin yükselmesi ve Muhammed ümmetinin yücelmesi isteniyorsa bu husus ancak Alîm ve Allâm olan Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğip, Şanlı Rasûlü’nün Sünnet-i Seniyye’sine sımsıkı sarılmakla müyesser olacaktır. Tertemiz İslâm şeriatını farklı iklimlerde hâkim kılan, münevver tarikatı da akıl ve düşüncelerinin muhâfızı yapan bir topluluk, hacıların «Lebbeyk» diyerek Kâʻbe’ye kavuştukları gibi hedeflerine ulaşırlar. Tertemiz duygularıyla Beytü’l-Harâm’da en büyük saâdete erenler gibi sonsuz saâdete nâil olurlar. Böylece birleşme ve yardımlaşmayı emreden âyetlerden nasîblerini almış olurlar. «Devlet ittifaktan, devletsizlik ve anarşi de nifaktan doğar!» sözü de bunu tasdik etmektedir…
Şimdi Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak’tan ve büyük-küçük her şeyi ilâhî tedbîri ile yöneten Müdebbir-i Zülcelâl’den niyaz ederim ki, bu fakirin arzularını, dindar dostlarımın nazarlarına ve basiret sahibi kardeşlerimin ibret kulaklarına ulaştırıp da feyz ve bereketini ihsân buyursun! Müslümanlar arasındaki birleşme ve dayanışma tesis edilsin! Dostlar arasında ittihad temeli sağlamca atılsın! Böylece mü’minler arasında tesiri ve sağlamlığı uzun müddet devam edecek olan yakınlık ve yardımlaşma artsın!” (M. Esʻad Efendi, Mektûbât, s. 176-178, no: 142)
Esʻad Efendi Hazretleri’ne göre çare insanın Rabbine dönmesi ve O’nun emirlerine sarılmasıdır. Ancak, Kur’ân’a sarılıyorum diye Sünnet-i Seniyye’yi ihmâl eden yanlış cereyanlara kapılmamalıdır. Zira Sünnet’i güzelce öğrenmeden İslâm’ı tam olarak yaşamak mümkün değildir. Bu iki esası kuvvetlendiren bir yol daha vardır ki o da tasavvuftur. Tasavvuf, Kur’ân ve Sünnet’i büyük bir tâzim, hürmet ve hassâsiyetle yaşamayı temin eder, akıl ve düşüncenin muhâfızı olur.
İslâm’ı bu bütünlük içerisinde yaşayabilmek için ilim ve basirete ihtiyaç vardır. Onun için Müslümanlar bunlara ehemmiyet vermeli, dînî eğitimi her şeyin önünde tutmalıdır. Herkes dînini sağlam kaynaklardan öğrenip şuurluca yaşamalıdır.
Esʻad Efendi Hazretleri’nin bu hususta daha mühim ve daha öncelikli bir teklifi daha var. Onu da şöyle ifâde ediyor:
“Âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere baktığımızda, haramları terketmenin, sevap kazandıracak amel-i sâlihleri işlemekten önce zikredildiğini görüyoruz. Bunda iki nükte vardır:
1. «Def-i mefsedet celb-i maslahattan öncedir.» (Yani zararlı şeyleri uzaklaştırmak, faydalı şeyleri elde etmekten daha mühim ve daha öncedir.)
2. İbâdet ve taatların tamamını yerine getirmek, insan gücünün üzerindedir. Yasaklardan sakınmak ise -az olmaları sebebiyle- her ferdin imkânı dâhilindedir ve bunun faydası daha şümullüdür.
Hattâ diyebilirim ki, İslâm âlemi için tasavvur edilen yükselme ve ilerlemenin en mühim sebebi, günahları terketmektir. Fıtraten günahlardan uzak ve mâsiyeti terk etme sevabından mahrum olan meleklerin, tabiî makamlarından terakkî edemiyor olmaları da bu ifâdemizin delili mâhiyetindedir. Velhâsıl, haramlardan sakınmanın mânevî terakkîye hizmet etmesi kadar maddî menfaat ve cismânî faydaları da gözden uzak tutulmamalıdır. Yasakların, insanların malına, canına, şeref ve şânına verdiği zararın telâfisi mümkün değildir. Bu, basiret sahiplerince bilinip kabul edilen bir hakîkattir.” (M. Esʻad Efendi, Mektûbât, s. 37, no: 12)
Demek ki yapılması gereken ilk iş faiz, rüşvet, zina, haksızlık, çalışmadan kazanmak, malzemeden çalmak, tesettüre riâyet etmemek, para kazanmak için cinselliği kullanmak, müstehcen reklamlar yapmak, ahlâksızlığı yaymak gibi haramları terketmek ve bunların önünü kapatmaktır. Önce ferd ferd herkes bu nevi günâhlardan uzaklaşacak, daha sonra da arkadaşını, komşusunu, mahallesini, toplumunu ve dünyasını bu zehirlerden korumaya gayret edecektir. İşte müslümanların hakîkaten ilerlemeye başlayacağı gün o gün olacaktır.