Târih boyunca bazı gayr-i müslim yazarlar, İslâm’ın kılıçla yayıldığını ve insanları din değiştirmeye zorladığını iddia etmişlerdir. Hâlbuki bu tamamen yanlış ve iftirâdır. O insanların kafasındaki bu maksatlı fikri silmek mümkün değildir. Zira İslâm’ın, doğuşundan günümüze kadarki yayılışı, daha çok hristiyanlığın aleyhine olmuştur. Târih açısından çok kısa sürede hristiyanlığın birkaç büyük merkezinden üçü (Kudüs, İskenderiye, Antakya) müslümanların eline geçmiştir. Bu sebeple onlardaki önyargıyı silerek İslâm’ın evvelâ gönülleri fethetmek sûretiyle yayıldığını anlatmak bir hayli zordur. Ancak biz yine de bazı misaller vererek, İslâm’ın insanlığa sulh ve selâmet getirdiğini ve tamamen hür bir ortamda yayıldığını anlatmaya çalışacağız.
İslâmî bakış açısına göre Cenâb-ı Hak, insanları imtihan için yaratmıştır. Bunun için de onlara akıl ve irâde vermiştir. Îmân da bu iki kâbiliyetin bir meyvesidir. İnsan bu dünyada aklıyla araştırıp irâdesiyle karar verecek ve âhirette de bu tercihi sebebiyle hesâba çekilecektir. Dolayısıyla îman ve imtihanın tahakkuku için insana hiçbir baskı ve zorlama olmamalıdır. Bu zorlamayı beşeriyet yapamayacağı gibi ilâhî kudret de insanları îmana mecbûr etmediğini, onları imtihan için serbest bıraktığını beyân eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “(Rasûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette îman ederlerdi. O hâlde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yûnus, 99) “İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi?” (er-Ra’d, 31)
Peygamber Efendimiz’in ve biz müslümanların vazîfesi, sadece Allah’ın dinini anlatmak ve yaşayarak göstermektir. Bunu yaptıktan sonra insanları îman etmeye zorlamaları yasaklanmıştır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Rasûle düşen (vazife), ancak tebliğ etmektir. Allâh açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir.” (el-Mâide, 99) “Sana ancak (Allah’ın emirlerini) tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız Biz’e aittir.” (er-Ra’d, 40)
Zâten zorla dine girenlerin müslümanlığından ne kendilerine ne de İslâm ümmetine bir hayır gelmez. İnsanları tehdit ederek müslüman yapmak, toplumdaki münafıkların sayısını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Münafıklar ise İslam için, alenî din düşmanlarından daha tehlikelidir. Nitekim Medîne devrinde, kimse kendilerini zorlamadığı hâlde, bazı menfaatleri îcâbı müslüman görünen münafıklar, pek çok entrikalar çevirmişlerdir.
Cenâb-ı Hak, Medîne devrinin 4. senesinde, İslâm’ın da 17. senesinde, “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O hâlde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” (el-Bakara, 256) âyetini indirdi. İbn Abbâs şöyle der: “Câhiliye devrinde bazı Medîneli kadınlarının çocukları yaşamadığı takdirde «Eğer çocuğum yaşarsa onu yahudî yapacağım» diye adakta bulunurlardı. Bu şekilde yahudîlere verilen ve onların yanında terbiye ve eğitim gören çocuklar vardı. (Hicrî 4. senede müslümanlarla aralarındaki anlaşmaya ihânet eden) Nadîroğulları sürgün edilirken, bu çocukların âileleri: «Çocuklarımızı onlara bırakmayalım» dediler. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.” (Ebu Davud, Cihad, 116/2682; Vâhidî, s. 85)
Yâni İslâm’ın bu hükmü, müslümanlar devletlerini kurup bazı mühim zaferler kazandıktan sonra inmiştir. Kuvvetten mahrum oldukları ve tehdit altında bulundukları ilk devirlerde değil…
Târih boyunca tebliğ vazîfesiyle gelen her peygamberin önüne düşmanlar çıkmış ve menfaatlerini muhafaza için o peygambere mâni olmak istemişlerdir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Böylece her peygambere, cin ve insan şeytanlarını düşman kıldık. Onlar, insanları aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık onları ve iftiralarını kâle alma!” (el-En’âm, 112)
Peygamberler de Allah Teâlâ’nın verdiği tebliğ vazîfesini yapabilmek için zaman zaman düşmanlarıyla savaşmak zorunda kalmışlardır. Peygamberler hep sulh yolunu tercih etmiş, savaşa en son çare olarak mecburen mürâcaat etmişlerdir. Dolayısıyla bu savaşlar, saltanat, mal mülk ve menfaat için yapılan savaşlara nisbetle çok azdır.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v), 23 senelik tebliğ hayatının 13 senesinde kesinlikle savaş düşünmemiştir. Hâlbuki o devirde görmediği eziyet ve işkence kalmamıştı. Bütün alay, hakaret, işkence, zulüm, mallarına el koyma karşısında sabır ve tahammülle mukâbele etmişlerdir. İslâmî tebliğlerini sadece Kur’ân ile yapmışlardır. (el-Furkân, 52) Zâten âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde ifâde buyrulan mal ve can ile cihâddan maksat, sadece silâhla savaşmak değildir. Zîrâ silâh, zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir vâsıtadır. Asıl fetih ise gönüllerin fethidir ki, o, başta sözlü ve yazılı teblîğ olmak üzere pek çok vâsıta ile îfâ edilebilir. Nitekim cihâd âyetlerinin çokça indiği Mekke döneminde mü’minlerin henüz ciddî bir harp gücü yoktu. Onlar, câhiliye insanlarının terörüne karşı İslâm’ı, yâni insanlığı, hakkı, adâleti tevzî ve teblîğ adına sâdece bir mü’min şahsiyeti sergileyebiliyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm, onların bu hâlini “büyük cihâd” diye isimlendirmiştir: “Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı büyük bir mücâhede örneği sergile!” (el-Furkân, 52)
Demek ki İslâm’a göre en büyük cihâd Kur’ân’la yapılandır. Yâni güzel konuşma ve doğru akıl yürütme istîdâdıyla gerçekleştirilendir. Rasûlullâh (s.a.v) de ömrü boyunca bunu yapmıştır. Zâten O’nun getirdiği Kur’ân ve söylediği hadîs-i şerîfleri, belâğat ve fesâhatın zirvesindedir. Bunu insaf ehli bütün âlimler îtiraf etmiş ve bu hususta kütüphaneler dolusu kitap kaleme almışlardır.
Söz ve yaşayışla tebliğin yapıldığı ve müslüman olan kişilerin çok ağır ve şiddetli işkencelere tâbî tutulduğu bu Mekke döneminde, bütün zorluklara rağmen pek çok insan müslüman olmuştur. Bu insanlar İslâm’ın hakkı, adâleti ve insanlık için bütün hayırları getirdiğini görmüş olmalılar ki, mâruz kaldıkları bütün işkencelere rağmen sayıları hızla artmış ve bu uğurda evlerini, işlerini, bütün mal varlıklarını terk ederek iki defa Habeşistan’a, bir defâ da Medîne-i Münevvere’ye hicreti göze alabilmişlerdir. Bu fedâkârlıkları yapan insanları İslâm’a zorlayan hiçbir kuvvet yoktu. Aksine İslâm’dan döndürmek için zorlayan çok zâlim ve gaddâr bir yönetim vardı. Dünyada zevk ü safâ sürmeyi emreden nefis ve şeytan vardı. Buna rağmen İslâm’ın temeli Mekke-i Mükerreme’de atıldı. Hem de hiç kılıca ihtiyaç kalmadan…
Mekke’de bu minvâl üzere 10 sene geçtikten sonra Medîne’li altı kişi Mekke’ye gelmişti. Peygamber Efendimiz onlara Kur’ân âyetlerini okudu ve İslâm’ı anlattı. Onlar da “Arkadaşlar! Vallâhi bu, yahûdîlerin geleceğinden bahsettikleri peygamberdir! Sakın, yahûdîler O’na îmân etmekte bizi geçmesinler.” diyerek müslüman oldular.[1] Bir sene sonra 12 kişi olarak geldiler ve bir muallim istediler. Efendimiz Mus’ab b. Umeyr’i ve ilk îmân edenlerden Abdullâh b. Ümmi Mektûm’u Medîne’ye Kur’ân öğretmesi için gönderdi.[2] Bu muallimlerin tatlı dilleri ve akla mantığa uygun konuşmaları sayesinde kısa sürede Medîne’de, müslüman olmayan ev kalmadı. Îcâbında bir gün akşama kadar bir kabîle topluca müslüman oluveriyordu.[3] Bu sebeple Allah Rasûlü:
“(Bugüne kadar) ülkeler kılıçla fethedilirdi, lâkin Medîne Kur’ân’la fethedilmiştir”[4] buyurdu.
Bir sene sonra ise Medîneliler 75 kişiyle gelip Allah Rasûlü’ne bey’at ettiler ve O’nu Medîne-i Münevvere’ye dâvet ettiler. Peygamber Efendimiz ve çilekeş müslümanlar, bütün hâtıralarını, yakınlarını, mallarını ve mülklerini bırakarak hasretleriyle birlikte Medîne’ye hicret ettiler. Onlar gidince evlerine barklarına varıncaya kadar her şeylerine el konuldu.[5] Müşrikler, Allah Rasûlü’nün annesinden ve hanımından kalan iki evine bile el koyup sattılar. Nitekim Mekke’yi fethettiğinde çadırda kaldığını görenler, “Yâ Rasûlallâh! Evinize gitmeyecek misiniz?” diye sorunca: “Akîl b. Ebû Tâlib bize ev bark mı bıraktı ki!” buyurmuştu.[6] Gâlip ve hâkim bir kumandan olduğu hâlde, gasbedilerek satılan evini tekrar almaya tenezzül etmemişti…
Yâni tam 14 sene sonra müslümanlara kendilerini müdâfaa için savaş izni verildi. Ancak şuna dikkat etmek lâzımdır: Kur’ân-ı Kerîm’de insanları hidâyete kavuşturma gâyesiyle “Allâh yolunda cihâd etme”ye dâir yer alan pek çok ifâdenin ancak mahdud bir kısmında sıcak savaş demek olan kıtâlden bahsedilir. O da ancak zarûret durumunda söz konusu olabilir.
Allah Rasûlü’nün gazveleri, umûmiyetle müdâfaa harbidir. Bedir’e giden Peygamberimiz’in niyeti harp değildi. Müslümanların gasbedilen mallarıyla zenginleşen ve kazancıyla yine onların aleyhine ordu kurulacak olan bir kervanı durdurmaktı. Kervan yol değiştirerek kurtuldu. Ancak Mekke’den çıkıp 400 kilometre yol gelerek tâ Medîne yakınlarına konan müşrik ordusu, sulh teklifini kabul etmeyince mecbûren harbe girildi ve zaferle çıkıldı. Efendimiz, harp öncesi Hz. Ömer’i göndererek, “Geri dönüp gidiniz!” buyurdu, savaşmak istemediğini bildirdi. Ancak Ebû Cehil, “Öcümüzü almadıkça geri dönmeyeceğiz! Onlara hadlerini bildireceğiz” diyerek müşrikleri harbe teşvîk etti. (Vâkıdî, I, 61-65)
Uhud ve Hendek, Medîne bahçelerinde yapılmıştı. Müşrikler saldırgan bir tavır içindeydi. Müslümanların kökünü kazımak için Medîne’nin üzerine sağdan soldan ordular yığıyorlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) ise Medîne’de müdâfaa harbi yapıyordu. Efendimiz, şehrin çevresine hendek kazdırarak can kaybını sıfıra indirdi.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, Umre için yola çıktı. Müşrikler Kâ’be’ye gelen kimseye mâni olmadıkları hâlde müslümanları Mekke’ye almadılar. Allah Rasûlü (s.a.v) elçiler vâsıtasıyla şöyle buyurdu:
“Biz kimseyle harp etmek için gelmedik. Maksadımız Beytullâh’ı ziyârettir. Harp Kureyş’i yıpratmış ve onlara çok zarar vermiştir. İsterlerse belli bir müddet antlaşma yapalım. Bu durumda onlar benimle insanların arasından çekilsinler…” (Buhârî, Şurût, 15)
Buna rağmen Mekkeliler Kâbe’yi tavâf etmelerine izin vermeyince müslümanlar kızdı, savaşmayı istediler. Ancak Allâh Rasûlü (s.a.v), onlara sabredip gelecek seneyi beklemelerini söyledi. O günlerde Rasûlullâh (s.a.v) bin bir meşakkatle Hudeybiye sulhünü kabul ettirebildi. Neredeyse bütün maddeleri müslümanların aleyhine görünüyordu. Ashâb-ı kirâm bu maddelere îtiraz ediyorlardı. Ancak Allah ve Rasûlü sulhün dâimâ hayırlı[7] ve büyük bir fetih olduğunu bildirdiler. (el-Feth, 1; Halebî, II, 715)
Peygamber Efendimiz, insanların Allah’ın davetine en çok barış ortamında kulak vereceğini biliyordu. Evet, hakîkaten de sulh devresinde önyargıları azalan insanlar İslâm’ın ulvîliğini ve müntesiplerine kazandırdığı güzel ahlâkı görerek gruplar hâlinde müslüman olmuşlardır. Hudeybiye’den sonra iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senede müslüman olanların sayısından kat kat fazladır. Rasûlullâh (s.a.v) Hudeybiye’ye giderken 1400 kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde, yolda katılanlarla birlikte 12.000 müslüman bulunmaktaydı. (Heysemî, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372)
Bu sulh devresinde Allah Rasûlü (s.a.v), çevresindeki devlet başkanlarına mektuplar göndererek onları İslâm’a dâvet etti. Onlardan, Habeş Necâşîsi, Bahreyn Kralı Münzir b. Savâ, Yemen Hâkimi Hâris el-Himyerî ve Uman Kralı Cülendî müslüman oldu. Cülendî, Peygamber Efendimiz’in hayatı ve ahlâkını öğrendikten sonra:
“Allâh bana bu Ümmî Peygamber’i tanımayı nasîb etti. O, hiçbir iyiliği ilk defâ kendisi tatbik etmeden kimseye emretmiyor; her kötülükten uzak kalıyor ve insanlara örnek olarak o kötülüklerden nehyediyor… O, ahde vefâ gösterir, va’dini yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki O, bir peygamberdir.” dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 262)
Evet, İslâm asıl bu sulh devresinde yayıldı. Gönülleri fethettiği için girdiği yerlerde asırlarca yaşadı ve hâlâ daha yaşamaktadır. Kılıç zoruyla yayılsaydı bu kadar kalıcı ve tesirli olabilir miydi?
Hudeybiye Musâlahası’nın üzerinden iki sene geçmeden müşrikler anlaşmayı fecî bir ihânetle bozdular. Pek çok müslümanı namaz kılarken şehîd ettiler. Müslümanlar kaçarak Harem’e sığındıkları hâlde, Kureyş ve Benî Bekirliler oranın haramlığını ihlâl ederek katliâma devâm ettiler.[8] Hz. Peygamber, sefer hazırlığına başladı. Ancak kan dökülmesini hiç istemediği ve Mekke’ye sulh yoluyla girebilmek için pek çok tedbirler aldı. Evvelâ niyetini son derece gizli tuttu, hedef şaşırtmak için Sûriye taraflarına bir müfreze gönderdi, yolları tutturarak Mekke’ye hiçbir haber ve câsusun gitmesine imkân vermedi. Medîne’den hareket ettiğinde yine Kureyşlileri şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğradı, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırdı. Mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü husûsundaki gizliliği devâm ettirdi. Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak sayının çok zannedilmesini temin etti. “Size karşı herhangi bir saldırı vâkî olmadıkça, hiç kimseye kılıç çekmeyiniz!” buyurarak evinde duran herkese emân verdi. [9]
Fahr-i Kâinât Efendimiz sadece Mekke fethinde değil diğer seferlerinde de aynı hissiyâtla hareket etmiştir. Bütün bunlar O’nun, savaş ve anlaşmazlıktan ne kadar nefret ettiğini, sulh ve sükûnetin temini için ne büyük gayretler sarfettiğini açıkça göstermektedir. (Bkz. Vâkıdî, I, 9-10; II, 573; İbn-i Sa’d, II, 6)
Mekke’ye girince ne yağma yapıldı, ne de ganîmet alındı. Hatta ordunun ihtiyaçları için Mekke zenginlerinden borç alınarak daha sonra ödendi. Bütün Mekkeliler de İslâm’a zorlanmadan kayıtsız şartsız serbest bırakıldı.[10] Onlar da yapılan bunca iyilik ve fazîlet karşısında bir müddet sonra kendiliklerinden müslüman oldular.
Mûte ve Tebük, şehîd edilen elçinin hakkını almak ve muhtemel bir saldırıyı bertarâf etmek için yapılan bir müdâfaadır. Yâni “Rahmet Peygamberi” olan Allâh Rasûlü’nün bütün harplerinin temelinde engin bir merhamet ve adâlet düşüncesi yer almış ve insanlık için birer rahmet olmuştur. Zîrâ İslâm’da savaşın asıl hedefi; insanları öldürmek, ganîmet elde etmek, yeryüzünü tahrip etmek, şahsî çıkar sağlamak, maddî menfaat elde etmek veya intikam almak değil; bunların aksine, zulmü ortadan kaldırmak, inanç hürriyetini temin etmek, insanları hidâyete kavuşturmak ve her türlü haksızlığı gidermektir. İslâm’da müdâfaa ve tebliğ gâyeleri dışında yapılabilecek bir harp yoktur. Sırf toprak elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası bir zulümdür.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.v), 29’u gazve ve 91’i seriyye olmak üzere düzenlediği toplam 120 askerî harekâtta öyle bir merhamet siyâseti izlemiştir ki, bütün Arap Yarımadası’nı idâresi altına aldığı hâlde, iki taraftan da fazla kan dökülmesine meydan vermemiştir. Bu hareketlerde, müslümanlardan yaklaşık 340 küsur şehîd verilmiştir. Düşman kayıpları ise yaklaşık 800 küsur kişidir. Peygamber Efendimiz’in bizzat katıldığı gazveleri esas alacak olursak, yapılan 29 gazvenin 16 tanesinde fiilî olarak hiçbir çatışma çıkmamış, diğerlerinde müslümanlardan yaklaşık 140 kişi şehîd olmuş, düşmandan ise yaklaşık 335 kişi öldürülmüştür.
Allâh Rasûlü (s.a.v) askerlerine sözlerinde durmalarını, aşırıya gitmemelerini, ahitleri bozup zulmetmemelerini, boş yere insanları öldürmemelerini, bilhassa kölelere, çocuklara, kadınlara, yaşlılara ve manastırlara çekilmiş münzevîlere dokunmamalarını, hurmalıklara zarar vermemelerini, ağaçları kesmemelerini ve binâları yıkmamalarını tembih etmiştir.[11] Zira müslüman, kâfire yaptığı zulümden bile hesâba çekileceğini düşünerek dâimâ adâlet üzere hareket eder.
İslâm’ın harp hukûku, sonraki devirlerde de hassasiyetle tatbik edilmiştir. Hemen her yerdeki fetihleri kitleler halinde İslâm’a katılmalar takip etmiş ve bu katılmalar, mühtedîlerin İslâm’ın en doğru din olduğu yolundaki inanç ve tercihleriyle gerçekleşmiştir. (Mustafa Fayda, DİA, “Fetih” md.)
Mısır’ın fethine iştirak etmiş olan Ziyâd bin Cez’ şöyle der:
“…Elimizdeki Mısırlı savaş esirlerini bir araya topladık; hristiyan olan karşı taraf da geldiler. Biz her esiri, İslâm’ı veya hristiyanlığı tercih etmesi hususunda serbest bıraktık. Birisi İslâm’ı seçtiğinde biz fetih esnâsında getirdiğimizden daha kuvvetli bir sesle tekbir getiriyor ve onu yanımıza alıyorduk. (Artık o bizimle aynı seviyede oluyordu.) Hıristiyanlığı seçenler olunca da hristiyanlar bağırarak onu yanlarına alıyorlardı; biz de cizyesini bağlıyor, ancak buna sanki içimizden biri onlara katılmış gibi çok üzülüyorduk…” (Taberî, Târih, Beyrut 1407, I, 512, [20. Sene])
Osmanlı, fethettiği yerlere Anadolu’nun temiz insanını yerleştirerek, oradaki gayr-i müslimlerin yaşayan İslâm’ı görmelerini sağlamıştır. Tatbik ettiği “İskân politikası” ile Anadolu’nun temiz âilelerini Kosova’ya, Bosna’ya ve diğer mıntıkalara yerleştirmiş, bu insanların güzel ahlâkını, iyiliğini, yardımseverliğini, merhamet ve şefkatini gören bölge halkı, kendi istekleriyle müslüman olmuşlardır. Yani müslümanlar İslâm’ı yaşayarak tebliğ etmişlerdir. Bunun netîcesinde çevrelerindeki insanlar gruplar hâlinde İslâm’a girmiştir. İslâm’ı kabul etmeyenlere ise hiçbir baskı yapılmamıştır. Onlar müslümanlar arasında rahatça yaşamış, 500 sene kendi din ve kültürlerini muhafaza edebilmişlerdir. Nitekim 1920’lerde İstanbul nüfûsunun yaklaşık %40’ı gayr-i müslim idi. Baskı ve kılıç olsaydı bu sayı kaç olurdu acaba? Müslümanlar, fakir gayr-i müslimlere yardım etmiş, hatta evi olmayanlara ev dahî vermişlerdir. Yâni onlara büyük bir şefkat ve merhametle komşuluk yapmışlardır. Nitekim Hz. Ömer’in yaşlı yahudiye maaş bağlaması meşhur bir hâdisedir. (Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, Dâru’s-Salâh, ts., s. 259-260)
[1] İbn-i Hişâm, II, 38; İbn-i Sa’d, I, 219; Heysemî, VI, 40.
[2] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46.
[3] İbn-i Hişâm, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 112-113.
[4] Bezzâr, Müsned, no: 1180; Heysemî, 5776; Belâzürî, I, 6.
[5] İbn Hişâm, II, 79; Ezrakî, Ahbâru Mekke, II, 244, 245.
[6] Vâkıdî, II, 829, İbn Sa’d, II, 136; Ezrakî, II, 161, Belâzurî, I, 356; Mâverdî, Ahkâmu’s-sultâniye, s. 171.
[7] en-Nisâ, 128. Bkz. el-Enfâl, 61; eş-Şûrâ, 40; el-Mâide, 32; Buhari, Cihad, 112.
[8] İbn-i Hişâm, IV, 4, 11; Vâkıdî, II, 783; Beyhakî, Delâil, V, 6.
[9] İbn-i Hişâm, IV, 14, 22, 28; İbn-i Sa’d, II, 134; Hamîdullâh, İslâm Peygamberi, I, 264-265; Nebî Bozkurt, DİA, “Mekke” md. XXVIII, 557.
[10] Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25; Büyû’, 88; Muvatta’, Nikâh, 44 İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835.
[11] Müslim, Cihâd, 3; Tirmizî, Siyer, 48; Vâkıdî, II, 561, 757-758, 778; Elşad Mahmudov, Sebep ve Sonuçları İtibâriyle Hazret-i Peygamber’in Savaşları, 2005, M.Ü.S.B.E. (Basılmamış Doktora Tezi)