Cenâb-ı Hak, bütün kullarını şu dünyada muhtelif vesilelerle imtihan etmektedir. Bu sebeple insanlara birtakım imkânlar ve nîmetler verdiği gibi bazı mahrûmiyetler ve külfetler de yüklemiştir. Belâ, musibet ve hastalıkları da, kullarını günahlardan uzaklaştırmak, önceki günah kirlerinden arındırmak, muhtelif ders ve ibretler vermek gibi sebeplerle gönderir. Yani hepsi de insanların faydası içindir. Bu imtihanlardaki hikmet ve sırları çözemeyerek isyân edenler hüsrâna uğrarken, sabır, rızâ, tevekkül ve teslîmiyetle Allah’a ilticâ edenler büyük ecirlere nâil olurlar. Âyet-i kerîmelerde bu husus şöyle beyân buyrulur:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «İman ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, sâdıkları da yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebût, 2-3)
“Biz mutlaka sizi biraz korku, biraz açlık yahut mala, cana veya mahsullere gelecek noksanlıkla imtihan ederiz. Sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)
Cenâb-ı Hak, başına gelen belâ, musîbet ve sıkıntıdan ibret almayan kişilerden râzı olmaz. Şu âyet bunu göstermektedir:
“Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.” (Tevbe, 126)
Bununla birlikte Yüce Rabbimiz, imtihâna tâbî tuttuğu kullarını yardımsız bırakmayarak onlara şu tavsiyede bulunmaktadır:
“Ey îman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyiniz! Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)
Sabırla namaz çok mühim iki sığınaktır. Allah Rasûlü r ve diğer peygamberler, zor durumda kaldıklarında Allah’tan yardım ve sabır istemek için hemen namaza koşmuşlardır. Ashâb-ı kirâm da bir yakınlarını kaybettiklerinde veya herhangi bir sıkıntıya düştüklerinde namazda tesellî bulmuş ve namazla Allah’tan sabır istemişlerdir.[1]
Musibetleri kolay atlatabilmek için dünyaya gereğinden fazla değer vermemek de tavsiye edilmiştir.[2]
Varlıklar zıtlık esâsı üzere yaratılmışlardır. “Eşyâ zıddı ile bilinir” kâidesini düşündüğümüzde, zıtlığın insanoğlu için zaruri bir kavram olduğunu daha iyi idrak ederiz. Kendisi sağlam olan kişi, umûmiyetle herkesin aynı şekilde olduğunu zanneder. Noksansız bir vücudun veya sıhhatli bir hayatın büyük bir lütuf olduğunu farkedebilmek, ancak hasta ve sakat kişileri görmekle mümkün hâle gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde böylesine büyük bir hizmetleri de vardır. Sabrettikleri takdirde kendilerine dünya ve âhirette çok büyük mükâfâtlar verilecektir.
Diğer taraftan bütün her şey, Allah’ın lutfuyla yokluktan varlık âlemine çıkmıştır. Lütufta ise eşitlik gerekli ve zaruri değildir. Eşitlik, ancak hak etmeye bağlı olan “adâlet”te mevzubahistir. Dolayısıyla, herhangi bir varlık Allah’tan adâlet talep edecek olsa, onun hakkı yok olmaktır. Zira o, ezelde zaten yoktu, Allah Teâlâ ona lütufta bulunarak varlık sâhasına çıkarmıştı.
Bu sebeple bir müslüman, belâ ve musîbete uğramamak için elinden gelen tedbirleri alır, ancak buna rağmen başına herhangi bir musîbet gelirse, bu hakikati hatırlayarak; “Veren de Allah, alan da Allah” deyip Cenâb-ı Hakk’a teslim olur ve sabreder. Kâsım bin Muhammed t şöyle anlatır:
“Hanımım ölmüştü. Muhammed bin Kâ‘b[3] taziyeye geldi. Bana şunu anlattı:
İsrâiloğulları’ndan âlim, âbid ve gayretli bir kişinin çok sevdiği sâliha bir hanımı vardı. Derken bu hanımı vefat etti. O âlim buna çok üzüldü ve evine kapanarak insanlardan alâkasını kesti, kimseyle konuşmaz oldu. İsrailoğulları’ndan bir kadın bunu duyunca kapısına gelerek:
«−Ona soracak bir mes’elem var, fetva istiyorum, onunla husûsî görüşmem gerekiyor» diye ısrar etti. Âlim, «İzin verin gelsin!» deyince kadın içeri girdi. Âlime:
«−Komşu hanımdan ödünç bilezik aldım. Onu bir müddet takındım. Şimdi onu benden geri istiyorlar. Ne dersin, onlara bileziklerini iâde etmem gerekir mi?» diye sordu. Âlim:
«−Evet, vallahi vermen lâzım» dedi. Kadın:
«−Ama o bilezik bende bir müddet kaldı» deyince âlim:
«−Olsun, sen onu emânet olarak aldığın için onların bunu geri istemeye hakları vardır» cevabını verdi. Bunun üzerine kadın:
«−Allah sana rahmet etsin! Allah, sana emânet olarak verdiği şeyi geri istediğinde neden üzülüyorsun! Üzülmeye hakkın var mıdır? Sana hanımını emâneten vermişti, sonra da geri aldı. Allah’ın, onu yanında bulundurmaya senden daha çok hakkı vardır» diye âlimi teselli etti. Âlim bu sözlerden ibret aldı, hakikati gördü ve kendine geldi. Allah âlimi kadının sözlerinden istifade ettirdi.” (Muvatta’, Cenâiz, 43)
Bu idrak hâline ulaşan bir insan, ne elinden kaçırdığı nîmet ve imkânlar için çok üzülür, ne de nâil olduğu dünyalıklar sebebiyle çok sevinip şımarır. İkisinin de imtihan maksadıyla verildiğini bilir. Sıkıntılara tebessümle yaklaşmaya başlar. Mevlânâ Hazretleri’nin oğlu Sultan Bahâeddin Veled, şu hâtırasını nakleder:
“Birgün bana büyük bir ruh bezginliği ve iç sıkıntısı gelmişti. Beni bu hâlde gören babam:
«–Birinden mi incindin de böyle sıkıldın?» dedi. Ben de:
«–Bilmiyorum ki bu ne hâldir?» dedim. Babam kalkıp eve gitti, bir müddet sonra baktım ki kurt postunu çevirip başına geçirmiş, çocukları korkuttukları gibi «Bu! Bu! Bu!» diyerek yanıma geliyor. Babamın bu hoş hareketi sebebiyle beni bir gülme tuttu ki anlatamam. Hemen yere kapanarak ayaklarını öptüm. Babam:
«–Bahaddin! Eğer bir güzel ve latif sevgili sana sıkı sıkıya bağlansa, dâima seninle şaka, şenlik etse ve birdenbire yüzünü değiştirip “Bu! Bu! Bu!” diye sana gelse ondan hiç korkar mısın?» buyurdu. Ben de:
«–Hayır, korkmam» dedim. Bunun üzerine babam:
«–Seni sevindiren ve neşe içinde tutan ile seni üzen ve bazı sıkıntılara uğratan aynı sevgilidir. Hep O’dur, hep O’ndandır ve hep O’ndan feyizlenirsin. O hâlde niçin boş yere üzgün duruyor, sıkıntının elinde âciz kalıyorsun?» buyurdu.
Babamın bu hareketi ve sözleri üzerine derhal hâlim değişti, taze gül gibi açılıp ferahladım. Ömrüm boyunca da başka üzülmedim, dünyanın gamı kederi yanıma yaklaşmadı.”[4]
Allah Her Kuluna Farklı Nimetler Lutfetmiştir
Allah Teâlâ, kullarına farklı farklı ihsanlarda bulunmuştur. Nimet olarak sadece mal, makam, beden güzelliği gibi şeyleri düşünmemek gerekir. İnsan, üzerindeki diğer nimetlerin de farkında olmalı ve kimseye haset etmemelidir. Başkalarına bir nimet verilmişse sana da daha farklı nimetler lutfedilmiştir. Hangisinin daha hayırlı olduğu bilinemez. Bu hususta Rasûlullah r şu tavsiyede bulunur:
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olan birini görünce, nazarını hemen kendisinden madden daha aşağıda olana çevirsin!” (Buhârî, Rikâk, 30)
“Hayat şartları sizinkinden iyi olanlara değil de, daha aşağıda olanlara bakınız! Zira bu Allah’ın üzerinizdeki nîmetini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksîm ediyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz taksîm ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 32)
Ancak bu ilâhî taksîmât, “nîmet nisbetinde mesuliyet” esâsı üzerine binâ edilmiştir. Yâni bir insan ilâhî nimetlerden ne kadar nasîb almışsa infak, hizmet ve tebliğ gibi husûslardaki mesuliyeti de o nisbettedir. Cenâb-ı Hak tâkat fazlasını istemez, lâkin tâkat nisbetinden de mesul tutar. Her nimetin hesabı mutlaka verilecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten hesâba çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8)
Ancak insanoğlu umumiyetle içinde bulunduğu imtihanı ve âhirette vereceği hesabı unutarak hâdiseleri kendi zâviyesinden tahlil eder. Cenâb-ı Hak, insanın bu husustaki hâlet-i rûhiyesini şöyle tasvir ediyor:
“Rabbi, imtihan için insana ikrâm edip bol nîmet verdiğinde, «Rabbim bana ikrâm etti!» der. İmtihan edip rızkını daralttığında ise, «Rabbim bana değer vermedi!» der.” (Fecr, 15-16)
Buna göre; mal, evlât, sıhhat gibi nimetlerin çok olması da az olması da hep imtihan içindir. Her iki hâldeki insan için de kârda veya zararda diye bir hüküm vermek mümkün değildir. Zira Peygamber Efendimiz:
“İşlerin asıl kıymeti neticelerine göre ölçülür” buyurmuştur.[5] Netice ise âhirette belli olacaktır. Üzerindeki nimetlerin şükrünü ve mesuliyetini îfâ eden zengin ile yokluğa sabredip isyankâr söz ve davranışlardan uzak duran fakir, o gün kazançlı çıkacaktır. Üzerindeki nimetlere aldanarak şımaranlar ile yokluk sebebiyle isyan edenler ise kaybedecektir.
Diğer bir ifadeyle, hiçbir şeye bizâtihi nîmet veya musîbet olarak bakılmamalıdır. Nasıl ki elektrik, alıcının husûsiyetine göre bazen ısıtmaya, bazen de soğutmaya yarıyorsa, alıcı cihaz mevkiindeki insan idrâki de karşılaştığı hâdiseleri lütuf veya kahıra kendisi çevirmektedir. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmemiş bir insan âdeta bozuk bir cihâz gibi Allah’ın lütuflarını göz ardı ederek onları zarara dönüştürmekte, kendisine bahşedilen nîmetleri âhiret vebâli hâline getirmektedir. Bunun aksine kalb-i selîm ve ahlâk-ı hamîde sahibi bir insan da sabır, şükür, tevekkül ve teslîmiyeti sebebiyle zarar gibi görünen hâdiselerden bile kazançlı çıkarak onları kendisi için âhiret sermâyesi yapabilmektedir.
Allah Rasûlü r şöyle buyurur:
“Mü’minin hâli gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir husûsiyet sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
Şunu da ifade edelim ki, insanın başına gelen her hâl imtihan olmakla birlikte umûmiyetle nîmetlerin imtihanı, mahrûmiyetlerin imtihanından daha ağırdır.
Sevdiğiniz Şeyde Şer, Sevmediğiniz Şeyde Hayır Olabilir
İnsan, başına gelen hâdiseleri zâhirî cephesine bakarak değerlendirir. Onların arka planındaki sebep ve hikmetleri bilemez. Dolayısıyla elden gelen tedbirleri mutlaka almak, ancak buna rağmen başa gelen musibetlere de sabretmek gerekir. Cenâb-ı Hakk’ın şu buyruğunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıdır:
“…Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 216)
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da anlattığı Hz. Musa u ile Hızır u’ın kıssası, bu hakîkatin en canlı ve net bir misâlidir. İkisi birlikte yolculuk yapıyorlardı. Hızır u, kendilerini nehrin karşısına ücretsiz geçiren fakîre teşekkür edeceği yerde gemisini deldi. Bu, zâhirde nankörlük gibi görünürken, kısa bir müddet sonra ne büyük hayır olduğu ortaya çıktı. Zira zâlim kral sağlam gemilere el koyuyordu. Hızır u gemiyi kusurlu göstermek sûretiyle onu kralın gaspından kurtarmıştı. Fakir ve garip olan gemi sahipleri de daha sonra bu basit hasarı tâmir ederek maîşetlerini temine devam ettiler.
Yine yolculuklarının devamında bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır u onu hemen öldürdü. Hz. Musa u:
“…Bir cana karşılık olmaksızın mâsum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek fenâ bir iş yaptın!” dedi. (Kehf, 74)
Buradaki hikmeti Hızır u şöyle ifade etti:
Bu çocuk büyüdüğünde âsî biri olacaktı. Anne babası ise, sâlih kişilerdi. Bunun için çocuğun onları azgınlık ve nankörlüğe sürüklemesinden, onlara eziyet etmesinden endişe ettik. Yüce Rabbimiz’in onun yerine kendilerine, daha temiz ve daha merhametli bir evlât vermesini istedik. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin hâdiselerin hakikati budur. (Kehf, 80-82)
Sabrın Mükâfâtı
Belâ ve musîbetler karşısındaki diğer bir tesellî yolu da, Cenâb-ı Hakk’ın sabreden kullarına vaad ettiği mükâfâtlardır. Bir sıfatı da «es-Sabûr» olan[6] Cenâb-ı Hak, sabreden kullarını sevdiğini, onlarla berâber olduğunu bildirerek, kendilerine hesapsız ecir verileceğini vaad etmektedir.[7]
Allah Rasûlü r kadınlara yaptığı bir vaaz u nasihatte:
“−Sizden (henüz ergenlik çağına gelmemiş) üç çocuğu kendisinden önce vefat eden her kadın için bu çocuklar cehenneme karşı mutlaka siper olur” buyurmuştu. İçlerinden biri:
“−İki çocuk için de aynı durum geçerli midir?” diye sordu. Rasûlullah r:
“−Evet, iki çocuğu vefat eden için de durum aynıdır” cevabını verdi. (Buhârî, İlim, 36; Müslim, Birr, 152)
Yine Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurur
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kulumu, iki gözünü âmâ etmek sûretiyle imtihan ettiğimde buna sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.” (Buhârî, Merdâ, 7)
“Herhangi bir müslümana bir diken veya ondan daha küçük bir şey batarsa, bu sebeple ona mutlaka bir derece yazılır ve bir hatası da silinir.” (Müslim, Birr, 46)
Âhiret nimetleri dünyanın en büyük sıkıntılarını bile unutturacak kadar güzeldir. Azabı da aynı şekilde dünyanın en güzel nimetlerini unutturacak derecede şiddetlidir. Rasûlullah r şöyle buyurur:
“Cehennemliklerden olup, dünyada pek müreffeh hayat yaşayan bir kişi kıyamet gününde getirilip cehenneme bir kere daldırılır. Sonra:
«–Ey âdemoğlu! Sen dünyada hayırlı bir gün gördün mü? Herhangi bir nimete nâil oldun mu?» denilir. O kişi:
«–Hayır, vallahi Rabbim! Öyle bir şey görmedim.» der. Cennetliklerden olup, dünyada insanların en yoksul olanı getirilir cennete bir kere daldırılır. Ona da:
«–Ey âdemoğlu! Sen herhangi bir yoksulluk ve sıkıntı gördün mü? Hiç zorluk ve darlık çektin mi?» denilir. O kişi de:
«–Hayır, vallahi Rabbim! Hiçbir yoksulluk ve sıkıntı görmedim, zorluk ve darlık çekmedim» der.” (Müslim, Münâfikîn, 55)
İslâm, sabırla karşılanan ıztırapların mânevî dereceleri yükselttiği gibi günahlara da keffâret olduğunu bildirir. Peygamber r Efendimiz şöyle buyurur:
“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi Allah, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)
“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günahlarına keffâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münâfık hastalanır, sonra da âfiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1/3089)
“Allah, hayrını dilediği kulunun cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği kulunun cezasını da, kıyamet günü günahını yüklenip gelsin diye, dünyada vermez.” (Tirmizî, Zühd, 57/2396; İbn-i Mâce, Fiten, 23)
“Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından belâ eksik olmaz.” (Tirmizi, Zühd, 57/2399; Ahmed, II, 287, 450; Muvatta, Cenâiz, 40)
Bu yönleriyle bakıldığında hastalık ve musibetler, mü’minler için âdeta birer nimet olarak görülmelidir.
Belâ ve musîbetlerin en şiddetlisi peygamberlere, daha sonra derece derece sâlih kullara verilir. Peygamberler içinde en fazla iptilâlara mâruz kalan ise Allah’ın Habîbi Hz. Muhammed Mustafâ r Efendimiz’dir. (Buhârî, Merdâ, 3, 13, 16; Müslim, Birr, 45)
Hz. Âişe vâlidemiz:
“Rasûlullah Efendimiz’den daha şiddetli ağrı çeken başka birini görmedim” demiştir. (Müslim, Birr, 44; Tirmizî, Zühd, 57/2397)
Allah’tan Hep Âfiyet İstemelidir
Sıkıntı ve meşakkatlere sabretmek güzel ve faziletli bir haslet olmakla birlikte, Allah’tan bunları istemek doğru değildir. Allah’tan hep iyilik, sıhhat ve âfiyet istenmelidir. Cenâb-ı Hak bize:
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!”[8] duasını öğrettiği gibi Peygamber Efendimiz de Allah’tan âfiyet[9] istememizi tavsiye etmiştir. (Buhârî, Cihâd, 112; Müslim, Zikir, 36)
Amcası Abbas t:
“–Yâ Rasûlallah! Bana Allah Teâlâ’dan isteyeceğim bir şey öğret!” dediğinde:
“–Ey Abbas! Ey Rasûlullah’ın amcası! Allah’tan dünya ve âhirette âfiyet dileyin!” buyurmuştur. (Tirmizî, Deavât, 84/3514; Ahmed, I, 209)
Hz. Ebû Bekir t:
“Allah’tan af ve âfiyet isteyiniz! Hiç kimseye kuvvetli bir îmândan sonra âfiyetten daha faziletli bir şey verilmemiştir” demiştir. (Tirmizî, Deavât, 105/3558)
Bunun yanında, Peygamber Efendimiz, belâlardan korunmak için ne yapmamız gerektiğini de öğretmiştir. Hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur:
“Sadaka vermekte acele edin! Çünkü belâ sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, III, 110)
“Küçük iyilikler, sahibini (kazâ, belâ gibi) kötü hâllerden muhafaza eder.” (Taberânî, Kebîr, VIII, 261/8014)
“Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları açılmış demektir. Kendisinden taleb edilen şeyler arasında Allah’ın en çok sevdiği şey âfiyettir. Dua, inen ve henüz inmemiş her çeşit musibet için faydalıdır. Öyleyse ey Allah’ın kulları duaya iyi sarılın!” (Tirmizî, Deavât, 101/3548)
Hâsılı İslâm, hayatın cilve ve çilelerini olduğu gibi kabûl etmeyi, meşakkat ve iptilâlarını sabır ve rızâ ile bertarâf etmeyi, nîmetlerinden minnet ve şükrân duyguları içinde müstefid olmayı ve ıslâhı için gayret göstermeyi emreder.
[1] Ebû Dâvûd, Tatavvû, 22; Cihâd, 162; Ahmed, IV, 333; Hâkim, II, 296/3066.
[2] Beyhâkî, Şuab, VII, 370-371; Ebû Nuaym, Hilye, V, 10.
[3] Tâbiînden olan bu zâtın anne ve babası yahûdi kabilelerine mensuptu. Dolayısıyla, İsrailoğulları’na dâir bu tür bilgileri diğer insanlardan daha iyi bilirdi.
[4] Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1973, I, 265-266.
[5] Buhârî, Kader 5; Rikâk 33.
[6] Rasûlullah r, Rabbimiz’in bu güzel ismini bir hadis-i şerifinde çok vecîz bir üslupla şöyle açıklamıştır:
“İşittiği bir sözün eziyetine karşı, Allah Teâlâ’dan daha çok sabreden hiç kimse yoktur. Zira müşrikler O’na çocuk nisbet ediyorlar da O yine onlara âfiyet ve rızık vermeye devam ediyor.” (Buharî, Edeb, 71)
[7] Âli İmrân, 146; Bakara, 153; Zümer, 10. Krş. Beyhakî, Şuab, VI, 314; a.mlf., Delâilü’n-Nübüvve, VI, 291-292; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 197.
[8] Bakara, 201.
[9] Çok geniş mânâlara sahip olan “Âfiyet”, bütün hayırları içine alan bir hâldir. Vücûda ait bütün hastalıklardan, din, dünya ve âhirete dâir tüm kötülüklerden ve arzu edilmeyen şeylerden uzak olmayı ifade eder.