Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de îmanına sahip çıkan gençleri medheder. Ashâb-ı Kehf’in başından geçenleri anlatır ve:
“Onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık” buyurur. (Kehf, 13)
Bu gençler, delikanlılık duygularını ve gençlik enerjilerini Hak yolunda kullanmışlardı. Zâlim hükümdâra karşı hakkı açıkça söylemiş, bu uğurda başlarına gelecek her türlü belâyı göze almışlardı. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (hükümdarın karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz. Şu bizim kavmimiz, Allah’tan başka tanrılar edindiler. Bâri bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler! (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zâlimi var mı?” (Kehf, 14-15)
Cenâb-ı Hak, bu fedâkâr gençlerin, îmanlarını muhâfaza edebilmek için katlandığı zorlukları anlatır:
“O (yiğit) gençler mağaraya sığınmış ve: «Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl!» demişlerdi.” (Kehf, 10)
Yüce Rabbimiz, kendisine ilticâ eden bu gençler üzerinde bir mucize gerçekleştirdi ve onları kıyamete kadar gelecek bütün insanların ibretle yâd edeceği bir örnek kıldı. Onları, hayranlıkla bahsedilecek ilâhî alâmetler arasına kattı. Kahramanlıklarını son kitabı Kur’an-ı Kerim’de zikrederek şân ve şereflerini ebedîleştirdi.
Mağarada uyuyan gençler, değişen şartlardan habersiz bir hâlde asırlar süren uykularından uyandıklarında, tek kaygıları; helâl rızık yemek ve îmanlarını muhafaza etmekti:
“…Şöyle dediler: «Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, hangi yiyecek daha temiz ve helâl ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nâzik davransın (gizli ve tedbirli hareket etsin) ve sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflah olmazsınız».” (Kehf, 19-20)
Allah Teâlâ, vaadinin hak olduğunu ve kıyametin gerçekleşeceğinden şüphe etmemek gerektiğini tam olarak idrak ettirmek için, mağaradaki gençlerin hâlini açığa çıkardı ve insanlara gösterdi.
Gençler için en mühim mes’ele Allah’a ve âhirete îman dâvâsı olmalı ki, İbrahim (a.s) ile Yakub (a.s) da oğullarına yaptıkları vasiyetlerinde bu husûsa vurgu yapıyorlardı:
“Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. O hâlde sadece müslümanlar olarak can veriniz.” (Bakara, 132)
Aynı şekilde Lokman (a.s) da, oğluna öğüt verirken:
“Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür” demiştir. (Lokman, 13)
Lokman Hakîm, öğütlerinin devamında genç dimağlara âhiret şuurunu yerleştiriyordu:
“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman, 16)
Allah ve âhiret inancı sağlamlaştırıldıktan sonra, sıra ibadetlere ve dînî hizmetlere ağırlık vermeye gelir. Bu sebeple Lokman (a.s) şöyle devam eder:
“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman, 17)
Üçüncü merhalede ise ahlâkî kemâle doğru yol almak vardır. Önce Allah’ın kullarına karşı güzel ahlâk ile muâmele etmelidir:
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 18)
Sonra da, şahsî olgunluğa ağırlık vermeli, mütevâzı, edepli, sükûnet ve vakâr sahibi olmalıdır:
“Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19)
İşte gençlerin elde etmesi gereken vasıflar kısaca bunlardır: İman, helâl rızık, ibadet, ahlâk, hizmet…
Burada şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an’daki hitaplar her ne kadar erkekler için kullanılan kalıplarda gelse de, umûmî kâide olarak kadınları da içine almaktadır. Arapça’daki “Tağlîb Kâidesi”nce, ilâhî hitaplar erkek, kadın bütün insanlara yöneliktir.
Buna rağmen, mü’min kadınlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine husûsî olarak hitâb etmesini arzu ediyorlardı. Nitekim, kocası Câfer bin Ebî Tâlib ile birlikte hicret ettikleri Habeşistan’dan dönen Esmâ bint-i Umeys (r.anhâ), hemen Rasûlullah (s.a.v)’in hanımlarına gelmiş ve:
“–Kur’ân’dan bizim hakkımızda herhangi bir şey nazil oldu mu?” diye sormuştu. Onlar da “Hayır” dediler.
Bunun üzerine Esmâ (r.anhâ), Allah Rasûlü (s.a.v)’e geldi ve:
“–Ey Allah’ın Rasulü, kadınlar büyük bir kayıp ve hüsran içindedir” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Niçin hüsrâna uğramışlar?” diye sordu.
Esmâ (r.anhâ):
“–Kadınlar, erkekler gibi hayırla zikredilmiyorlar” dedi.
Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, itaate devam eden erkekler ve itaate devam eden kadınlar, sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşû sahibi erkekler ve huşû sahibi kadınlar, tasadduk eden erkekler ve tasadduk eden kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini muhafaza eden erkekler ve (iffetlerini) muhafaza eden kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve (Allah’ı çok) zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb, 35) (Vâhıdî, Esbâbu Nüzûl, s. 370)
Kur’an-ı Kerim’de bu şekilde kadınlara yönelik husûsî bir takım hitaplar olmakla birlikte, umûmî olarak tek hitapla hem erkeklere hem de kadınlara seslenilmiştir.