Bazı insanlar vardır, pekçok şey bilirler, kılı kırk yararlar, kendilerini ilgilendirmeyen şeyleri gâyet iyi bilirler, ancak kendilerine lâzım olacak esas mes’elelerden uzak kalırlar. Asıl maksadı kavrayamamışlardır. Bunu anlatan güzel bir hikâye vardır:
Pâdişâhın biri oğlunu ehl-i hünerden bir tâifeye emânet etmişti. Onlar da padişahın oğluna astronomi, astroloji, tıb ve sâire öğrettiler. Çocuk bütün ahmaklığı ve akılsızlığına rağmen tamâmen üstâd olmuştu. Birgün pâdişâh yüzüğünü avucunun içine sakladı ve oğlunu imtihân etti:
“–Gel bakalım, avcumun içinde ne olduğunu söyle!” dedi.
Çocuk şöyle cevap verdi:
“–Elinde tuttuğun yuvarlaktır, sarıdır, içi boştur ve madenîdir.”
Padişâh şaşırdı:
“–Mâdemki doğru nişanlar verdin, böyle bir şeyin ne olabileceğine de hükmet!” dedi.
Çocuk:
“–Kalbur olması lâzım” cevâbını verdi.
Pâdişâh büsbütün şaşırdı:
“–Akılları hayrette bırakacak derecede isabetli alâmetler saydın. Bu kadar tahsîl ve bilgi kuvveti nereye gitti? Kalburun avuç içine sığamıyacağını takdîr edemedin?!” dedi. (Mevlânâ, Fihi Mâ Fih, trc. Ahmed Avni Konuk, İstanbul 1994, s. 19-20)
Allah’ın verdiği kâbiliyetleri şöhret, menfaat gibi geçici arzular peşinde hebâ edip de hayattaki esas gâyeyi yakalayamayan kimseler işte böyledirler. Onların belki dünyada şan ve şerefleri olabilir, ancak ebedî hayat açısından bakıldığında sıralamada geri kalmışlardır. Bunu bilgisayar diliyle şöyle anlatabiliriz:
Bu dünyada sağ tıklayıp “Simgeleri Yerleştir” dedikten sonra “Ad” butonu seçilmiştir. Bu durumda insanlar isimlerine göre sıralanırlar. Fakat âhirette simgeler “Boyut”a göre sıralanacaktır. İşte o zaman ismi “Z” harfiyle başlayan bir kişinin en başta olması bile mümkündür. Dünyadaki sıralama altüst olur ve mânevî boyutu fazla olan öne geçer.
Bunun bir misâli de şöyledir:
Hicretin 9. senesinde Rasûlullah (s.a.v) ashabıyla oturduğu esnâda, Yemenli Sa’d-ı Hüzeym kabilesinin temsilcileri Medine-i Münevvere’ye geldiler.
“–Yâ Rasûlallah! Allah bizi meşhur şâir İmriü’l-Kays’ın iki beyti ile diriltti!” dediler.
Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Nedir onlar?” diye sordu.
Temsilciler:
“–Seninle buluşmak üzere geliyorduk. Şöyle şöyle olan yerde bulunduğumuz sırada, su bizi yanılttı. Onu bulamadık. Gide gide, mugaylan ve dikenli ağaçlarla dolu bir yere vardık. Herbirimiz, susuzluktan ölümü bekleyerek bir ağacın gölgesine gittik.
Ölmek üzere olduğumuz bir esnâda bir süvari çıkageldi. Süvâri bir kısmımızı görünce iki beyit okudu ki, okuduğu beyitlerde suyun Dâric yanında bulunduğu bildiriliyordu.
Süvari:
“–İşte, vallahi Dâric önünüzdedir!” dedi.
Hemen dönüp onun yanına vardık. Onunla aramızdaki yakınlık elli zira kadardı. İmriü’l-Kays’ın tarif ettiği gibi, yosunlar o suyun üzerini gölgelemekte idi” dediler.
Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz:
“–Dünyada meşhur olan ve îtibar gören bu kişi, âhirette nâmsız ve önemsizdir! Orada unutulur ve kimse yüzüne bakmaz. Kıyâmet gününde cehenneme giden şâirlerin bayrağı elinde olduğu hâlde gelir ve onları ateşe sevkeder.” buyurdu. (İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi-ahvâli’l-Mustafâ, Kâhire 1966, II, 751-752)
Dünya için iyi çalışan ve büyük bir şöhret yakalayan bu şâir, âhireti hiç düşünmemiş, hâliyle orada fakir kalmıştır.