Ecdâdımız, târihî süreç içerisine bir Ramazan Mediniyeti tesis etmişlerdir. Ramazan’a hazırlık, onu karşılama, sahura kalkış, iftarı bekleyiş, misâfirlikler, Terâvih namazları, Kadir gecesi ve bayramların herbiri ayrı bir heyecan unsuru olmuştur. Camiler mahyâlarla ve güzel sesli müezzinlerle süslenmiştir. O mübârek günler öyle bir muhabbet ve huzur havasıyla yaşanmıştır ki daha Ramazan biterken “Gelecek senenin Ramazan’ına on bir ay kaldı” diye sevinç duyulmuş ve tesellî bulunmuştur. Vefâtı yaklaşanlar bile “Şu Ramazan’ı da göreyim de öyle…” diye o mübârek günlere olan hasretlerini dile getirmişlerdir.
Hz. Ömer’in halifeliği zamanında yine böyle bir Ramazan heyecânı başlamıştı. İnsanlar, hilâli görmek için bir dağın tepesine çıktılar. Oruç ayının hilâlini görüp sevinmek, onu diğer insanlara duyurmak istiyorlardı. İçlerinden biri “Ya Ömer, işte hilal, şuracıkta!” dedi. Hz. Ömer (r.a) hilâli görmek için ne kadar baktıysa da bir türlü göremedi. Diğer insanlar da görememişlerdi. Hz. Ömer (r.a) adama dönerek:
“–O, bahsettiğin hilâl senin hayâlinin mahsûlü olmasın! Sen elini ıslat da başına bir sür, ondan sonra hilâle tekrar bak” dedi.
Adam elini ıslatıp başına sürdü, saçını başını düzeltti ve semâya baktı. Ancak hilâli göremiyordu.
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Hilâl yok oldu, görünmüyor” dedi. Hz. Ömer:
“–Evet, kaşındaki beyaz kıllardan biri kıvrılmış, gözünün önüne gelmişti; o kıl seni vehme düşürmüştü” dedi.
Bu Ramazan hâtırasını nakleden Mevlânâ Hazretleri şöyle der:
“Kıvrılmış basit bir kıl gökyüzüne perde olursa, senin her uzvun, her cüz’ün eğri olunca hâlin nice olur? Doğrulara uy da, vücudunun eğriliklerini düzelt. Ey doğru gidişli kişi, bu hususta azimli ol, ihmalkâr davranma!”
Ramazan’ın ilk günleri bazı intibak zorlukları yaşanır. Bazı insanlar alışmakta zorlanır, hatta unutarak birşeyler yemeye bile kalkışırlar. Ancak çevreden gelen îkazlarla kendilerine gelirler. Bazılarının kafasına açlık, susuzluk ve sıcak vurur.
Yaklaşık bir asır öncesinin meşhur Borazan Tevfik’i, Erenköy’de trene biner. Tevfik, dini bütün bir müslümandır. Oruç başına vurmuş, bîtâb düşmüş bir vaziyette, sıcağın ve şişmanlığın da tesiriyle bir köşeye ilişiverir. Meğer karşısında öteden beri tanıdığı Sâim ve Âbid isimlerinde iki kardeş oturuyormuş. Bunlardan biri Tevfik’e:
“–Tevfik Bey, gâliba oruç fenâ sarsıyor” diye takılır. O da hiç düşünmeden cevap verir:
“–Ne yapayım, siz iki kardeş vazifeyi aranızda taksim etmişsiniz. Biriniz Sâim (Oruçlu), biriniz de Âbid (ibadet eden, müttakî). Bana gelince, hem sâim hem de âbid olmak mecburiyetindeyim. Bu sıcakta kolay iş değil” der.
Eski insanlar mahyâya pek düşkünmüş. Mahyâ ancak iki minâre arasına çekilebileceği hâlde, Edirne’de Murâdiye Camii’nin tek minaresine bir sırık çekilerek saraydan görülecek şekilde mahya kurulmuş. Çünkü mahyâ her gece farklı bir süpriz imiş. Oradan insanlara dinî mesajlar verilirmiş. Üsküdarlılar mahyâ isteriz diye iskele önündeki Mihrimâh Sultan Camii’ne bir minare ilave ettirmişler. Eyüplüler de kezâ mahyâ kurabilmek için kısa minârelerini uzattırmışlar. Bu güzelliği temâşâ eden bir ecnebî seyyah, hayranlığını ızhar ederek şöyle demiştir:
“Dünya yüzünde sevilmeye ve sayılmaya lâyık Türklerin hiçbir medenî eserleri olmasa bile, yalnız şu gökten yıldızları toplayıp minâreler arasında yazı yazmayı akıl etmeleri ve bunda muvaffak olmaları, onların medeniyette ne kadar ilerde olduklarını göstermeye kâfîdir.”[1]
Ramazan, cömertlik ve merhamet duygularının coştuğu, fakir fukarânın sevindirildiği bir rahmet iklîmidir. Paşaların ve zenginlerin konaklarında geniş iftar sofraları açılır ve ziyâfetler verilir, misâfirler diş kirâları ve hediyelerle sevindirilirdi. Fakir evlere yemekler gönderilir, ihtiyaçları karşılanmaya çalışılırdı.
Sultan III. Mustafa bir Ramazan’da Şeyhülislam Mehmed Emin Efendi konağına iftara gitmişti. Söz esnâsında:
“–Efendi, arada size gelmek isterim amma konağınız pek uzak yerde” dedi. Efendi de:
“–Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur” cevâbını verdi. Bu söz Padişah’ın tuhafına gitti:
“–Acâib, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sordu. Efendi:
“–Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Ânın içün buradan ayrılmak istemem” dedi.[2]
Ramazan’ın neş’eli ve muzip yönleri de vardır. Bir kalem âmirinin maiyyetinde bulunanlar:
“Bizim şefe bir akşam habersiz iftara gidelim” diye karar almışlar. Ezana beş dakika kala evine varmışlar. Adamcağız şaşırmış, buyrun demiş. Ama belli etmemiş. Doğru hanımına koşup:
“–Hanım hâl-i keyfiyet böyle böyle” demiş. Hanımı:
“–A efendi sen üzülme! Ezan okununca, «Âdetimiz böyledir, evvelâ namaz kılarız» dersin. Birinci rekâtta Yâsîn sûresini, ikinci rekâtta da Fetih sûresini okursun. Yalnız kapıyı aralık bırak ki, pilavın yağını koyunca sesinden anlar, namazı bitirirsin, sonra da misafirleri buyur edersin” demiş.
Filhakika kadının dediği gibi yapılmış ve dâvetsiz misafirler kendilerini doyuracak kadar yemeği görünce hayret etmişler.
Ramazan’daki heyecanlardan biri de iftar dâvetleridir. Bazen dâvetlere 30 Ramazan bile dar gelir. Biri arkadaşına dert yanıyormuş:
“–Ne çabuk şu Ramazan’ın sonuna geldik.” Öbürü şaşırarak:
“–Otuz Ramazan’ı bitirdik ya!” demiş. Beriki üzüntüyle karşılık vermiş:
“–Sen ne diyorsun? Benim daha kırk evlik iftar proğramım vardı.”
Bektâşîye:
“–Ramazan gelip gidiyor, acaba onu memnun edebiliyor muyuz?” diye sormuşlar. O da:
“–Mübârek, memnun olmasa her sene on gün evel gelir mi?” demiş.
Eskiden sadece müslümanlar değil, diğer din sâlikleri bile Ramazan’da müslümanların şahsiyetine ve izzet-i nefsine riâyet eder, rûhî bir incelik göstererek aslâ laubâli hareketler etmezlermiş. Ne alenî sigara içerler, ne de yemek yerlermiş. Bu da kibarlığın ve insanlara hürmet etmenin bir göstergesidir.