7. Kader İnancı

Allah Teâlâ, varlıkları bir kaderle yaratır ve o kaderle yürütür. Yani çok hassas bir ölçüyle yaratır ve muhteşem bir nizâm ile ayakta tutar. Kader programının umûmî muhtevası dâhilinde tabi­atın yaratılması ve idare edilmesi ile ta­biat içinde husûsî bir mevkîye sahip olan insanın yaratılması ve müstesna kabiliyetlere sahip kılınması da yer almak­tadır.[1] Dalından düşen bir yaprak dahî bu programın hâricinde değildir. Bugün biliyoruz ki bir yaprağın içinde de aslında kocaman bir kâinat vardır. Şâyet varlıklar kader programına tâbî olmasaydı, kâinatta büyük bir anarşi meydana gelirdi. Bu hakîkati Cenâb-ı Hak şöyle ifade buyurur:

“Biz her şeyi bir ölçüye göre (kader ile) yarattık!” (Kamer, 49)

“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın! Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd, 22)

Allah Teâlâ’nın, henüz olmamış hâdiseleri evvelden bilip tertiplemesi ve levh-i mahfuzda tesbît etmesi “kader”; tesbit ettiği şekilde sırası geldikçe tahakkuk ettirmesi de “kazâ”dır.

Ancak Cenâb-ı Hak insanoğluna irâde-i cüz’iyye vermiş, sorumlu tutulduğu fiiller hususunda ona hürriyet tanımıştır. Dolayısıyla kaderin önceden tesbit edilmiş olması kişiyi mesuliyetten kurtarmadığı gibi tembellik ve ihmalkârlık için bir bahane de teşkil etmez.

İnsanın fiilleri ikiye ayrılır:

1. Gayr-i ihtiyârî (kendi isteği dışında) gerçekleşen fiiller: İnsanın doğması, doğduğu muhit, acıkması, vücudundaki kanın dolaşımı, saçlarının uzaması gibi elinde olmadan gerçekleşen fiiller böyledir. İnsanlar bunlardan ne sevap kazanır, ne de günaha girerler. Bu tür fiillerinden sorumlu değildirler. Cenâb-ı Hak onlara nasıl bir kader yazdıysa ona göre devam ederler.

2. İhtiyârî (isteği ile yaptığı) fiiller: İnsanın yapıp yapmaması kendine kalmış fiillerdir. Burada insanın nasıl bir harekette bulunacağını tercih imkânı vardır. Sâlih ameller işlerse sevab kazanır; kötü ameller işlerse günaha girer.

İnsanların fiilleri husûsunda Kur’ân’da dileyenin iman, dileyenin inkâr edebileceği, itaat ve isyanın insanın ira­desine bırakıldığı, kişilerin işledikleri ameller karşılığında cennete veya cehen­neme girecekleri, iyi işlerinin lehlerine, kötü işlerinin aleyhlerine olduğu ve Al­lah’ın, kullarına asla zulmetmediği ifade edilmiştir.[2]

Kader, Hak Teâlâ’nın “İlim” ve “İrâde” sıfatlarına, Kazâ da “Kudret” ve “Tekvin” sıfatlarına dayanır. Yani bu sıfatlara iman etmek kadere iman etmek demektir. Allah Teâlâ “İlim” sıfatıyla gaybı bilir, O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır, göklerde ve yerde olanlara, gizli açık her şeye vâkıftır; insanların açıkladığı ve kalplerin­de sakladığı şeylerden haberdardır.[3] Allah Teâlâ “İrâde” sıfatıyla da dilediğini yapar ve dilediği şekilde yara­tır. Ancak O, dileyenin iman, dileyenin inkâr ede­bileceğini bildirmiş, iman edeceklere hi­dayet yolunu açmış, inkâr edenlerin de sapık­lıklarını sürdürmesine imkân vermiştir. Eğer isteseydi herkes iman ederdi, lâkin insanların kendi irade ve tercihleri ol­madan iman etmelerini dilememiş, onları serbest bırakmıştır.[4]

Kur’ân’da insanın, irade ve gücünü iman ve itaat yahut inkâr ve isyan istikâmetinde kullanmasına bağlı olarak mü’min­lerle kâfirler hakkında farklı ilâhî fiille­rin gerçekleşeceği haber verilmiştir. Allah iman edip sâlih ameller işleyenlerin iman­larını ve hidayetlerini arttırır, kalplerini huzûra kavuşturup onları takvâ merte­besine çıkarır, kendilerine imanı sevdirir, inkâr ve günahı çirkin gösterir, dolayısıy­la onları kimse saptıramaz.[5] Buna mukabil, inkâr edip emirlerine karşı gelenlerden yardımını çeker. Onlar da yanlış yollar arasında bocalayıp dururlar.

Allah Teâlâ, kullarının yaptığı ve yapacağı bütün işleri ve diğer mahlûkâtın hepsi ile ilgili şeyleri, ileride olacağı şekilde ezelde bilir. Ve her şey zamanı geldiğinde Allah’ın daha önceden bildiği şekilde meydana gelir. Burada bazılarının zannettiği gibi cebir, yani insanları bir işe zorlama yoktur. Zira Allah Teâlâ, ulûhiyetinin gereği kullarının ileride yapacağı işleri ve mülkünde meydana gelecek şeyleri bilmelidir. Aksi takdirde O’nun için bir noksanlık söz konusu olurdu. Ancak bu bilgi insanları belli şeyleri yapmaya zorlamaz. Allah ezelî ilmiyle geçmişi ve geleceği bildiği için olacakları önceden yazmıştır. Bilmek yapmak değildir. Güneş’in tutulacağı saat ve dakika hesaplanabiliyor. Ancak Güneş, ilim adamları önceden bildiği için tutulmuyor. Güneş zaten tutulacaktır, ancak ilim adamları bunu araştırıp önceden biliyorlar. Bir şeyin olacağını önceden bilip yazmak ve zamanı geldiğinde onu yaratmak farklıdır, o şeyi yapmayı isteyip harekete geçmek farklıdır. İnsan hür iradesiyle bir şeyi yapmak ister, Allah da imtihan gereği onu serbest bıraktığı için istediği fiili yaratır. Ancak iyi ve doğru fiillerden râzı olurken, kötü fillerden râzı olmaz. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez…” (Nisâ, 40)

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder.” (Şûrâ, 30)

Bu yüzden bir kişinin kötü bir yola düşüp de: “Ne yapayım, kaderim böyle imiş!” demesi, ancak gafletinin eseridir. Namaz kılmak isteyen kişiye Cenab-ı Hak, kılma sebeplerini ihsân eder; günah işlemek isteyenlere de mâni olmaz, istedikleri fiili yaratır. Ancak bunun yasak olduğunu önceden bildirdiği için onları sorumlu tutar. Allah’ın, günah işlemek isteyenlere bazen fırsat vermediği de olur. Bu Allah’ın onlara bir lutfudur. Cenâb-ı Hakk’ın, iyilik yapmak isteyenlere bazı hikmetlere binaen fırsat vermediği de olur. Cenâb-ı Hak o zaman merhamet ve kereminden o kulunu niyeti mukabilinde mukâfatlandırır. Yani kader, hiç bir zaman tembelliğin, günahların ve mes’ûliyetten kaçmanın sebebi yapılamaz. Mü’min, kaderi bahane ederek gayreti terk edemez. Aksine fakirliğe karşı çalışma ile, cehalete karşı ilim ile, hastalığa karşı ilaç ve tedavi ile karşı koymasını bilir.

Kaza ve kadere inanmak, insanın körü körüne kendini hâdiselerin akışına bırakması ve kurtuluş çaresi aramaması değildir. İnsan her şeyin bir sebebe bağlı olduğuna inanarak, sebepleri tatbik etmelidir. Hz. Ömer t Şam’a doğru giderken Şam’da vebâ salgını olduğunu öğrenmiş, Peygamber Efendimiz’in:

«Bir yerde vebâ olduğunu işittiğinizde oraya girmeyiniz. Bir yerde vebâ ortaya çıkar, siz de orada bulunursanız, hastalıktan kaçarak oradan dışarı çıkmayınız!» buyurduğunu işitince hemen geri dönmüştür.[6]

Cenâb-ı Hak kaderi gizlemiştir. Bunda pek çok hikmet ve faydalar vardır. Meselâ şifâsı bilinmeyen bir hastalığa dûçâr olup can verecek bir şahsın, öleceği âna kadar endişeden uzak kalabilmesi, kaderin bu meçhûliyeti sâyesindedir. Kişi öleceği zamanı bilseydi, ölümün kendisine yaklaştığı yıllarda, kederden eli ayağı tutulur, iş yapamaz hâle gelir, defalarca ölüp ölüp dirilirdi. Yavrusunun kendisinden evvel öleceğini bilen bir anne de, seneler öncesinden o hâlin mâtemine girerdi. Netîcede bu durum, hayattaki âhenk ve muvâzeneyi bozardı.

Kader’e İmanın Faydaları

Kadere iman, insana kâinatta her şeyin yüce bir hikmete göre cereyan ettiğini gösterir. Neticede mü’min, kendisine bir zarar dokunduğunda hemen feryad etmez. Başarı ve iyiliğe kavuştuğu zaman da her şeyi unutarak aşırı sevinip şımarmaz.[7] Böylece mü’min, hâdiseler karşısında itidal ve kemâl üzere hareket etme kâbiliyeti kazanır. İki dünyada da huzur ve muvaffakiyetin zirvesine ulaşır.

Fransız seyyah A. L. Castellan, Osmanlı insanını şu sözleriyle tasvîr eder:

“Kazâ ve kader akîdesi, Osmanlı’nın zihninde kökleşmiştir. Bu akîde, onlarda şecaat yerine geçer; sebat ve metânetlerini artırır. Ölümü bile tevekkülle göze almalarına vesîle olur. İşte bundan dolayı, gözle görülecek kadar muhakkak olan tehlikeler bile onları yıldırmaz. Nice ateşlerin içine ve düşman süngülerinin üstüne atılıp bütün vücutları delik deşik olduktan sonra bile, eğer henüz ecelleri geldiğine kânî değillerse hayatlarından ümit kesmezler.”

Kadere iman, her şeyin Allah tarafından tanzim ve tertip edildiğine îtikad etme mânâsına geldiğinden, her şeyden evvel insanın zihnine bir nizam fikrini yerleştirir. Hâdiseleri sebepleriyle izah etme alışkanlığını kazandırarak tesadüfîliği ve keyfîliği ortadan kaldırır. Hâdiseler arasında bir münasebet görme şuurunu hâkim kılar. Ölçü ve nisbet konusu üzerinde dikkatle durmayı temin eder. Zira kader, her şeyin bir ölçüye, nisbete ve sebebe bağlanması mânâsına gelir. Kadere iman, insana metanet, cesaret, istikrar, sabır, azim gibi güzel hasletler kazandırır. Kadere inanan kişi, hiçbir şeyden yılmaz, gevşeklik, acziyet, zaaf ve tembellik ona yol bulamaz. Tehlike ve musibet zamanlarında hep kadere imandan bahsedilmesi, kaderin bu husûsiyetleri sebebiyledir. Kadere iman, insanlara müsamaha gösterebilmeyi öğretir. Kader inancı insanı kanaatkâr, hak ve hukûka riâyetkâr bir şahsiyet hâline getirir. İhtiras, tamahkârlık, hased gibi son derece zararlı hastalıklardan kurtarır. Kadere itikâdı olan kişi Allah’tan râzı olur, O’nun rızâsını kazanır, tevekkül ve teslîmiyet gibi güzel hasletler kazanır. Kendine güveni gelir, vehim ve vesveselerden kurtulur, lüzumsuz kaygılardan, boş kuruntulardan ve fuzûlî endişelerden âzâd olur. Hâsılı İslâm dinindeki kader inancı insanı tembel, âtıl, zelil, miskin ve çekingen değil, faal, cevval, hamleci, müteşebbis ve atik hâle getirir.[8]



[1] Bu husustaki âyet-i kerîmeler için bkz. Özsoy-Güler, Kur’ân Fihristi, s. 3-48. Kader’e iman etmenin zarûreti husûsunda bkz. Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1, 5; Tirmizî, Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Ahmed, I, 97.

[2] Kehf, 29; Secde, 19-20; Sebe’, 37-38; Yâsîn, 54, 63-64.

[3] Bakara, 77; Tevbe, 78; Nahl, 19, 23; Hucurât, 16, 18; Talâk, 12.

[4] M. F. Abdülbaki, el-Mu‘cem, “rvd, “şy’e” maddeleri.

[5] İbrâhîm, 27; Kehf, 13-14, 17; Zümer, 22-23, 37; Hucurât, 7; Mücâdele, 22.

[6] Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 98; Ahmed, III, 416.

[7] Hadid, 22-23.

[8] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 70-71. Akâid mevzûlarında tafsîlât için bkz. http://islamimanibadet.darulerkam.altinoluk.com/, http://www.islamicpublishing.net/

%d bloggers like this: