Başkasının Dünyası İçin Kendi Âhiretini Mahvetme!

Emevî halîfelerinden Süleyman bin Abdülmelik Mekke’ye giderken Medine’ye uğradı ve orda birkaç gün kaldı. Etrâfındakilere:

“–Medine’de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ashabından herhangi bir kimseye yetişmiş (tâbiînden) bir kişi var mıdır?” diye sordu. Ona:

“–Ebû Hâzim isminde sâlih bir zât var” dediler. Hemen ona bir haberci gönderdi. Yanına geldiğinde ona:

“–Ebû Hâzim, bu ne ilgisizlik ve uzaklık böyle?!” dedi. Ebû Hâzim:

“–Ey mü’minlerin emîri, benden ne gibi bir ilgisizlik gördün ki?” dedi. Süleyman:

“–Medinelilerin ileri gelenleri yanıma geldiği hâlde sen gelmedin!” dedi. Ebû Hâzim:

“–Mü’minlerin emiri, olmadık bir şeyi söylemekten Allah’a sığın! Bugüne kadar ne sen beni tanıdın, ne de ben seni gördüm. (Tanışmadığımız hâlde seni karşılamamı mı bekliyorsun?!)” dedi.

Süleyman, büyük hadîs âlimi Muhammed bin Şihâb ez-Zührî’ye dönerek:

“–Bu yaşlı zât isabet etti, ben hatâ ettim” dedi ve devamla:

“–Ebû Hâzim, bize ne oluyor ki ölümden hoşlanmıyoruz?” diye sordu. Ebû Hâzim:

“–Sizler âhiretinizi harâb edip dünyanızı îmâr ettiniz. Bu sebeple mâmur bir beldeden harâbe bir yere geçmek hoşunuza gitmiyor!” dedi.

Süleyman:

“–Doğru söyledin Ebû Hâzim! Peki yarın yüce Allah’ın huzuruna nasıl çıkılacak?” dedi. Ebû Hâzim:

“–Sâlih mü’minler (muhsinler), gurbetten âile efrâdının yanına dönen kimseler gibi olacaktır. Kötü insanlar da, efendisinden kaçarken yakalanıp geri getirilen köleler gibi olacaktır” deyince Süleyman ağladı ve:

“–Ah, bir bilseydim, Allah katında ne ile karşılaşacağımızı?” dedi. Ebû Hâzim (r.aleyh):

“–Öyleyse amellerini Allah’ın kitabına göre değerlendir.” buyurdu.

“–Onu değerlendirmek için nereye bakmalıyım?”

“–«Ebrâr (iyiler) hiç şüphesiz Naîm cennetlerinde nîmetler içindedirler, kötüler ise hiç şüphesiz cehennemdedirler.» (İnfitar, 13-14)”

“–Ebû Hâzim, Allah’ın rahmeti nerede kaldı?!”

“–Allah’ın rahmeti muhsinlere yakındır.” (Bkz. A‘râf, 56)

“–Ebû Hâzim, Allah’ın kulları arasında en kıymetli ve şereflileri kimlerdir?”

“–Mürüvvet sâhipleri ve ibret almasını bilen akıllı kişilerdir.”

“–Hangi amel daha faziletlidir?”

“–Haramlardan uzak kalmakla birlikte farzları edâ etmek.”

“–Hangi dua kabule şâyândır?”

“–Kendisine ihsânda bulunulan kişinin ihsân sâhibine yaptığı dua!”

“–Hangi sadaka daha faziletlidir?”

“–Son derece yoksul olan muhtaca verilen, az maldan zorlanılarak imkân nisbetinde verilen, başa kakma ve eziyetin tâkip etmediği sadaka!”

“–Hangi söz daha âdildir?”

“–Kendisinden korktuğun yahut bir şeyler umduğun kişi karşısında hakkı söylemendir.”

“–En akıllı mü’min kimdir?”

“–Allah’a itaat husûsunda gayret eden ve insanlara da bu yolu gösteren kişidir.”

“–En ahmak mü’min kimdir?”

“–Kardeşi haksız olduğu hâlde, onun hevâsı istikâmetinde koşarak, başkasının dünyası uğruna kendi âhiretini fedâ eden kimsedir.”

“–Çok doğru söyledin! Peki bizim içinde bulunduğumuz bu durum hakkında ne dersin?”

“–Ey Mü’minlerin Emîri, müsâade ederseniz bu soruya cevap vermeyeyim!”

“–Hayır. Sen bu sözlerini bana vereceğin bir nasihat olarak değerlendir.”

“–Ey Mü’minlerin Emîri, senin babaların insanları kılıç zoruyla baskı altına aldılar. Bu yönetimi zorla, müslümanlarla istişare etmeksizin ve onların rızâsı dışında ele geçirdiler. Bu esnâda pek çok insanı öldürdüler. Sonunda saltanatlarını bırakıp öbür dünyaya irtihâl ettiler. Keşke onların neler söylediğini ve kendilerine neler söylendiğini bilebilseydin!”

Süleyman ile birlikte oturanlardan biri:

“–Ne kötü söyledin Ebû Hâzim?” dedi. Ebû Hâzim:

“–Sen hatâ ediyorsun! Çünkü Allah, ilim adamlarından insanlara hakkı mutlaka açıklayacaklarına ve onu hiçbir şekilde gizlemeyeceklerine dair söz almıştır.” dedi. Süleyman:

“–Peki biz nasıl ıslah oluruz?” dedi. Ebû Hâzim g şöyle cevap verdi:

“–Hayırsızlığı ve zulmü bırakırsınız, mürüvvete sarılıp insanlar arasında eşit taksimatta bulunursunuz.”

“–Böyle bir şeyi nasıl yapabiliriz?”

“–Malı helâl yoldan alırsınız ve ehil olan kimselere verirsiniz.”

“–Ebû Hâzim, bize arkadaşlık etmeye ne dersin? Sen bizden istifade edersin, biz de senden istifade ederiz.”

“–Bundan Allah’a sığınırım.”

“–Nedenmiş o?”

“–Az dahi olsa size meyletmekten korkarım. O vakit yüce Allah bana hayatın da ölümün de azabını kat kat tattırır.”

“–Bir ihtiyacın varsa bize arzet!”

“–Beni cehennemden kurtarıp cennete koyabilir misin?”

“–Bu benim yapabileceğim bir iş değil!”

“–Benim de bundan başka bir ihtiyacım yok.”

“–Bana dua ediver!”

“–Allah’ım, eğer Süleyman senin râzı olduğun bir mü’min ise ona dünya ve âhiretin hayırlarını kolaylaştır. Eğer hoşlanmadığın biri ise onu perçeminden yakala, sevdiğin ve râzı olduğun amellere muvaffak kılarak sırât-ı müstakîme sevkeyle!”

“–Bu kadar mı?”

“–Eğer sen bu işe ehil isen ben gerçekten çok veciz fakat senin için çok şeyler ihtivâ eden bir dua yaptım. Ehil değilsen, kirişi olmayan bir yay ile ok atmamın bir faydası yok.”

“–Bana tavsiyede bulun!”

“–Sana özlü tavsiyede bulunacağım: Rabbimizin azamet ve yüceliğini hiçbir zaman aklından çıkarma, O’na karşı tâzim ve hürmette kusûr etme! Yasakladığı bir yerde seni görmesinden ve emrettiği bir yerde seni görmemesinden şiddetle sakın!

Ebû Hâzim Süleyman’ın yanından çıkıp gidince, Süleyman ona yüz dinar gönderdi ve:

“–Bunları harca! Sana bunun gibi daha pek çok dinar verebilirim” diye bir yazı yazdı.

Ancak Ebû Hâzim bu yüz dinarı ona geri gönderdi ve Süleyman’a şunları yazdı:

“–Ey mü’minlerin emiri, senin bana sorduğun soruların boş sözler olmasından veya benim sana cevap vermemin senden bağış beklemek umuduyla olmasından Allah’a sığınırım. Senin için uygun görmediğim şeyleri kendim için nasıl uygun görebilirim?!

Hz. Mûsâ bin İmrân, Medyen şehrinin su kaynağına varınca[1] orada koyunlarını sulayan çobanlar görmüştü. Onların ilerisinde de koyunlarını başkalarının koyunlara karışmaktan alıkoyan iki kız vardı. Kızlara durumlarını sordu, onlar da:

«–Çobanlar koyunlarını sulayıp gitmedikçe biz koyunlarımızı sulayamayız, babamız da iyice yaşlandı» dediler. Hz. Musa (a.s), onların koyunlarını suladı, sonra da gölgeye çekilip şöyle dua etti: «Rabbim, ben senin indireceğin her hayra muhtacım!» O, bu duayı yaparken aç idi, düşman tehlikesinden korkuyordu, emniyette değildi. Buna rağmen Rabbinden istedi, insanlardan hiçbir şey dilemedi. Çobanlar bu işin farkına varamadılar, ancak o iki kız durumu derhal anladılar. Babalarına döndüklerinde başlarından geçenleri anlattılar. Babaları Şuayb (a.s):

«–Bu zâtın karnı açtır» dedi. Daha sonra kızlarından birisine:

«–Git onu buraya dâvet et!» dedi.

Kız, Hz. Musa’nın yanına varınca ona gereken hürmeti gösterdi, yüzünü örterek:

«–Babam seni çağırıyor, koyunlarımızı sulayıverdiğin için sana ücret verecek» dedi.

Kızcağız «koyunlarımızı sulamanın ücreti» deyince, yaptığı iyiliğin zikredilmesi Hz. Mûsâ’ya ağır geldi, ancak kızı tâkip etmekten başka bir yol bulamadı. Zira o, dağlar arasında aç ve yapayalnız idi. Kızın ardısıra giderken, rüzgâr esince kızın elbisesini vücuduna yapıştırıyor, vücut hatlarını belli ediyordu. Zaten zayıfça idi. Mûsâ (a.s)  ise bazen yüzünü yana çeviriyor, bazen de gözlerini yumuyordu. Artık sabrı tükenince ona:

«–Ey Allah’ın kulu, arkamdan yürü ve sözlerinle hangi tarafa gideceğimi bana göster!» dedi.

Mûsâ (a.s), Hz. Şuayb’ın yanına varınca akşam yemeğinin hazırlanmış olduğunu gördü. Şuayb (a.s)  ona:

«–Delikanlı, otur, yemek ye!» dedi. Musa (a.s):

«–Allah’a sığınırım» dedi. Şuayb (a.s):

«–Neden, aç değil misin?» diye sorunca Musa (a.s):

«–Evet açım fakat bu yemeğin koyunları sulayıvermemin karşılığı olmasından korkuyorum. Zira biz öyle bir âileye mensubuz ki, dinimize âit en ufak bir şeyi bile dünya dolusu altına satmayız!»

Şuayb (a.s) ona:

«–Hayır ey delikanlı, senin düşündüğün gibi değil. Bu benim ve babalarımın âdetidir. Misâfire ikrâm eder, insanlara yemek yediririz» dedi. Bunun üzerine Musa u oturup yemek yedi.

Şimdi, bu yüz dinar, söylediğim sözlerin karşılığı ise leş, kan ve domuz eti zarûret hâlinde bunlardan daha helâldir. Yok eğer o dinarları Beytülmal’deki bir hak olarak düşündüysen, o zaman bu paralarda benim gibi daha nicelerinin hakkı vardır. Bu hususta aramızda eşit bir taksimatta bulunduysan mesele yok, değilse benim bunlara ihtiyacım yok!” (Dârimi, Mukaddime 56/653; Ebû Nuaym, Hilye, III, 234-236)

*

Tâbiînin âlimlerinden Ebû Hâzim (r.aleyh) başka bir sözünde şöyle buyurur:

“Allâh’a yaklaştırmayan her nîmet baş belâsıdır.” (Yahyâ b. Mâîn, et-Târîh, Mekke-i Mükerreme 1979, III, 252)



[1] Bkz. Kasas, 23-26.

%d bloggers like this: