Peygamber Efendimiz (s.a.v) yirmi yaşını geçmişti. Ticâretle meşgul oluyordu. Bir gün hastalığı sebebiyle sefere çıkamayan bir tüccarın mallarını teslim aldı ve yalnız başına gitti. Bu başarısı bundan sonra da aynı tür teklifler almasını sağladı. O artık Mekke’de el-Emîn olarak tanınıyordu. Bu şöhreti ise kendisine emânet edilen ticâret kervanlarının sâhiplerinden yayılıyordu. Mekke-i Mükerreme’nin en asil, şerefli ve zekî hanımı Hatice bint-i Hüveylid de bu dürüst, emîn ve sağlam karakterli genç hakkında çok şeyler duymuştu. Bir gün Sûriye’ye gidecek ticâret kervanını idare etmesi için ona haber gönderdi. Ücret olarak, şimdiye kadar bir Kureyşli’ye ödediği en yüksek fiyatın iki katını teklif etti.
Kervan başarılı ve kârlı bir alış-verişle döndüğünde Hz. Hatice’nin hizmetçisi Meysere, heyecân ve şaşkınlık içerisindeydi. Gerçekleştirmiş oldukları hârikulâde ticâret bir yana, yolculukları boyunca görüp yaşadıkları, onu tesiri altında bırakmıştı. Güvenilir ve sâdık insan Muhammedü’l-Emîn’in Allâh tarafından husûsî bir koruma ve terbiye altında olduğunu yakından görmüş; birçok mucizelere şâhid olmuştu. (İbn-i Sa‘d, I, 156) Meysere, Peygamber Efendimiz’de gördüğü bu fevkalade halleri anlattığı zaman Hz. Hatîce hemen giderek bu duyduklarını amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e anlattı. O şöyle dedi:
“–Ey Hatice! Şayet dediklerin doğru ise hiç şüphesiz Muhammed (s.a.v) bu ümmetin peygamberi olacaktır. Ben zâten gelmesi beklenen peygamberin bu toplumdan çıkacağını biliyordum. Onun geleceği zaman da tam bu zamandır.”
Bu hâdiseler üzerine derin düşüncelere dalan Hatîce (r.anhâ), daha evvel başından geçen bir hâdiseyi de hatırladı:
Kureyş kadınları ile berâber bir merâsim için Mescid-i Haram’da toplanmış otururlarken birden ortaya çıkan bir adam yanlarına gelerek yüksek sesle şöyle demişti:
“–Ey Kureyş kadınları! Çok sürmez! Aranızdan Ahmed ismiyle anılan peygamber Allah’ın risâleti ile gönderilecektir. Hanginiz ona zevce olabilirse hemen olsun!”
Bu sözleri duyunca bütün kadınlar ona taş atmışlar, hakaret etmişler ve ağır sözler söylemişlerdi. Hatice (r.anhâ) ise onun sözüne karşı başını önüne eğmiş, hiç itirazda bulunmamış, hatta bundan ümide bile kapılmıştı. (bkz. İbn-i Sa’d, VIII, 15)
Hz. Hatice, işini bilen ve sıkı tutan, sağlam karakterli bir hanımdı. İleri görüşlülüğü ve basîreti ile, bu nâdîde insanın alnında taşıdığı parlak nûru, o günün karanlıkları içinde görebilmişti. Yüce Allâh bu meziyetleri ile birlikte onu daha da şereflendirmeyi ve hayra erdirmeyi diledi. Kavminin bütün erkekleri onunla evlenebilmek için can attığı, servetini saçtığı halde onun gözleri hiç kimseyi görmüyor, sadece bu asil delikanlı ile evlenmenin yollarını arıyordu. Arkadaşı Nefîse bint-i Ümeyye’yi, hayrân olduğu bu temiz insanın düşüncelerini öğrenmek için gönderdi.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in evliliği kabul edeceğini anlayan Nefise, koşarak bu güzel müjdeyi Hz. Hatice’ye vermeye gitti. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) ile nesebi Kusay’da birleşen Hz. Hatice, Peygamber Efendimiz’e:
“–Ey Amcamın oğlu! Akrabam olan kavminin arasında şerefli, emniyetli, güzel huylu ve doğru sözlü olduğun için seninle evlenmeyi arzu etmiş bulunuyorum. Amcam Amr bin Esed’e gidip beni iste!” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 131)
Yirmi genç deve mehir ile nikâh kıyıldı, düğün yemeği “velîme” ikrâm edildi ve tarihin seyrini değiştirecek olan huzurlu bir âile yuvası kurulmuş oldu. Hatice (r.anhâ), muhterem kocası için bir eş olduğu kadar, aynı zamanda onun en yakın arkadaşı, ideallerini ve isteklerini paylaşan bir dostu idi.
Yıllar geçtikçe, diğer akrabaları gibi sütannesi Halîme Hâtun da ara sıra onları ziyârete gelmeye başladı. Hatice (r.anhâ) ona her zaman gereken saygıyı gösterirdi. Bu ziyaretlerden biri, Halîme’nin sürülerinin uzun süren sert kuraklık nedeniyle helâk olduğu bir zamana rastladı. Hz. Hatîce muhterem kocasının sütannesine kırk koyun ve üstünde tahtı ile birlikte bir deve hediye etti. (İbn-i Sa’d, I, 1, 71)
Bu kıtlık yıllarında amcası Ebû Tâlib’in zor durumda olduğunu gören Rasûl-i Ekrem Efendimiz, amcası Abbas ile konuşarak Ebû Tâlib’in birer evlâdını bakmak üzere yanlarına aldılar. Abbâs (r.a) Câfer’i, Sevgili Peygamberimizle Hatîce vâlidemiz de Ali’yi almıştı.
Rasûlullâh (s.a.v) ile Hz. Hatîce’nin bu nezih, insâniyet-peyver ve yardımsever hayatları, kendilerini bütün akraba, tanıdık ve Mekke halkına sevdirmişti. Şüphesiz ki bu güzel insanlar Allah tarafından çok mühim ve bir o kadar da zor olan bir vazîfeye hazırlanıyorlardı.
Şartlar kemâle erip Cebrâil (a.s) ilâhî vahyi getirdiğinde Allâh Rasûlü (s.a.v) çok korkmuştu. Gördükleri ve işittiklerinin kendisini endişelendirdiğini söylediğinde Hz. Hatîce (r.anhâ) büyük bir dirâyet göstererek Efendimiz’i teselli etmiş:
“Öyle deme! Yemin ederim ki Allâh hiçbir zaman seni utandırıp üzmez. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, doğru konuşursun, işini görmekten âciz kimselerin elinden tutarsın, yoksulara yardım edersin, misâfirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimseleri korursun.” diyerek onun en büyük yardımcısı olmuştu. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 3)
Herkes şüphelenirken Hz. Hatice, hiç tereddüt etmeden ona imân etti. Malını mülkünü emrine verdi ve Allah’ın Rasûlü’nü bütün varlığıyla destekledi.
Hz. Hatice (r.anhâ), yeryüzünde sâdece üç müslümanın bulunduğu İslâm’ın ilk günlerinde Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz ve Hz. Ali ile birlikte Kâ‘be civârında ve evinde ibâdet etti. (Ahmed, I, 209-210)
Abdullâh bin Mes’ûd (r.a), Mekke’ye ticâret için gittiğinde onların üçünü bir arada Kâbe’yi tavâf ederken gördüğünü ve bu esnâda Hz. Hatîce’nin örtünmeye çok dikkat ettiğini söylemektedir. (Zehebî, Siyerü A’lâmü’n-nübelâ, I, 463)
Rasûlullah (s.a.v), hür veya köle herkes tarafından yalanlanıp eziyetlere mâruz kalarak, üzüntü içinde evine döndüğünde, Cenâb-ı Hak O’nu Hz. Hatice’nin basiretli sözleriyle tesellî ediyor, sebâtını sağlıyor ve vazîfesini kolaylaştırıyordu. (İbn-i Hişâm, I, 259)
Hz. Hatice (r.anhâ) Peygamber Efendimiz için İslâm davasında sâdık bir müşâvir, dert ortağı ve sükûnet kaynağı idi. Onun vefâtı Peygamber Efendimiz’e, “Şu ümmet üzerine gelen iki büyük belâdan hangisine daha çok yanacağımı bilemiyorum.” (Taberî, Târih, II, 229) dedirtecek kadar ağır gelmişti ve o yıla “Hüzün Senesi” ismini verdirmişti.
Hatice annemizin fedakârlığına Cebrâil (a.s) bile hayrandı. Vahiy meleği bir gün Rasûl-i Ekrem Efendimiz ile sohbet ediyordu. Hz. Hatice’nin elinde bir kap yemekle gelmekte olduğunu haber verdi. Sonra da şunları söyledi:
“–Hatice yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Onu, cennette inciden yapılmış bir sarayla müjdele! Orada ne gürültü vardır ne de yorgunluk.” (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20)
Allah Teâla Hazretleri’nin Cebrail (a.s) ile gönderilen hususî selâmına mazhar olmak, bir kul için şereflerin en yücesidir. Hatice validemiz’in Allah’ın hususî selamına mazhar olmakla ulaştığı şeref, yaratılıştan beri acaba kaç kula nasib oluştur? Hz. Hatice (r.anhâ) bu ilahî selâma şöyle mukabele etmiştir:
“O (şanı yüce Allah Teâlâ) Selâm’ın kendisidir, selâm O’ndandır, Cebrâil’e de selam olsun, Ey Allah’ın Rasûlü, sana da Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi olsun!” (İbn-i Hişâm, I, 259-260; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, c. 70, s. 118)
Âlimler bu cevaptan hareketle Hz. Hatice’nin derin bir anlayış sahibi olduğunu belirtirler. Çünkü Allah’tan gelen selama mukabele ederken “Selam Allah’a olsun” dememiş, aksine “Allah selâmın kendisidir” demiştir.
Pîr-i Rûmî ne güzel söyler:
İnsanın aslı basîrettir gerisi posttur,
Basîretse ancak dîdâr-ı dosttur.
Yirmi beş yıl süren beraberlikleri sırasında Rasûlullah (s.a.v) başka bir kadınla evlenmemiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in 38 yıl süren evlilik hayatının üçte ikisi Hz. Hatice ile geçmiştir.
Allah Rasûlü’nün peygamberliğine ilk iman etmiş olmasını, Hz. Hatice’nin ulaşılmayacak bir fazileti olarak gören İbn-i Hacer der ki:
“Böylece kendisinden sonra İslam’a girecek kadınlar için çığır açmış oldu ve bu yolla Kıyamete kadar imana girenlerin sevabına iştirak etti.”
Hz. Hatice Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatında cereyan eden hâdiselerde hiçbir zaman sarsılmayarak büyük bir sebat, azim ve imanda yakîn örneği sergilemiştir. Sıkıntılı anlarda Rasûlullah’a sağladığı teselli, ondaki akıl ve firasetin derecesini göstermeye kâfîdir.
Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle anlatıyor: Peygamber Efendimiz’in hanımlarından hiçbirini Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu hiç görmedim. Fakat Rasûl-i Ekrem onu sık sık anardı. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına gönderirdi. Bazen (dayanamayıp):
“–Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!” derdim. Rasûlullah (s.a.v):
“–O şöyle şöyleydi” diye güzel vasıflarını sayar ve “Çocuklarım ondan oldu” derdi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 74-76)
Rasûlullah (s.a.v) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
“Zamanının en hayırlı kadını Meryem idi. Bu zamanın en hayırlı kadını da Hatice’dir.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20, Enbiyâ, 45; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 69)
Yine Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: Nebî (s.a.v) benim yanımdayken yaşlı bir kadın geldi. Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Siz kimsiniz?” buyurdu.
“–Ben Cessâme el-Müzeniyye’yim” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Hayır, bilâkis sen Hassâne el-Müzeniyye’sin” buyurdu ve:
“–Biz görmeyeli nasılsınız, durumunuz nasıl, şimdiye kadar ne yaptınız ne ettiniz?” diye sordu. O da:
“–Anam babam size fedâ olsun, iyiyiz elhamdülillah yâ Rasûlallâh!” dedi. Kadın çıkıp gidince:
“–Yâ Rasûlallâh! Bu yaşlı kadına ne kadar da iltifat ve îtibâr ediyorsunuz?!” dedim. Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:
“–O kadın, Hatîce hayattayken bize gelip giderdi. Vefâkârlık ise îmandandır.” (Hâkim, I, 62/40)
Vefakârlık Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in en önde gelen husûsiyetlerinden biriydi. Onun bu vasfı, ilk eşi ve çile yoldaşı Hz. Hatice’nin şahsında âdetâ billurlaşmıştır. Zira hayatlarının yirmi beş yılını birlikte yaşadıkları böyle bir hayat arkadaşını, öyle bir vefakâr elbette unutamazdı. İslâm’ın ilk günlerinde yaşadıkları sıkıntılar ve bu sıkıntılara birlikte tahammül göstermeleri, unutulacak gibi değildi. İşte bu sebeple Nebiyy-i Muhterem Efendimiz onu her fırsatta anar, hâtırasını yâd ederdi. Âişe vâlidemizin buyurduğu gibi:
“Rasûlullah (s.a.v) Hatice’yi anınca artık ne onu senâ etmekten, ne de ona istiğfarda bulunmaktan usanırdı.”