Habeşistan’a Hicret ve İslâm’ın Afrika’ya Yayılışı

Peygamber Efendimiz’den herhangi bir tâviz koparamayan müşrikler, yıldırma hareketlerine başvurdular. Müslümanlara karşı eziyet ve işkencelerini gün geçtikçe artırdılar. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz müslümanlara, Habeşistan’a hicret edebileceklerini, zira orada halkına zulmetmeyen bir hükümdârın bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine bir kısım müslüman oraya hicret etti. Böylece İslâm, Medîne’den önce Afrika’ya ulaşmış oldu.

Müşrikler, hicret eden müslümanları geri getirmek için, kıymetli hediyelerle birlikte elçiler gönderdiler. Müşriklerin iftirâ ve yalanlarını dinleyen Necâşî, sözü müslümanların temsilcisi Câfer bin Ebî Tâlib’e verdi. Cafer (r.a) güzel bir konuşma yaptı. Bunu sükûnet ve dikkatle dinleyen Necâşî:

“–Peygamber olduğunu iddiâ eden o şahsın, Allah’tan aldığı şeylerden ezberinizde olan var mı?” diye sordu. Cafer (r.a), “Evet” deyince biraz okumasını istedi. Cafer (r.a) hûşû içinde Meryem Sûresi’nden okumaya başladı. Zekeriyyâ (a.s), sonra Yahya (a.s), onun ardından Meryem vâlidemizle ilgili âyetler birbirini takip etmeye başlamıştı. Bütün bunlar, Kur’ân dilinden işitildikçe kalpler yumuşamış, gözlerden yaşlar boşanmaya başlamıştı. Câfer (r.a) tilâvetine son verince gözü ve gönlü dolu dolu olan Necâşi başını kaldırıp:

“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile Hz. İsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi. Sonra da Kureyş elçilerine dönerek:

“–Geldiğiniz yere geri dönün! Allah’a yemin olsun ki onları size aslâ vermem” dedi ve onları başından savdı. O günlerde müslüman olan Necâşî, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e muhabbet dolu mektublar yazdı, hürmetlerini arzetti ve karşılıklı hediyeleştiler.[1]

Bir müddet sonra da elçilerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gönderdi. Allah Rasûlü (s.a.v) onlarla yakından ilgilendi ve bizzat hizmet etti. Ashâb-ı kirâm, “Siz yorulmayın, biz hizmet ederiz!” deyince, Efendimiz (s.a.v)’in verdiği cevap çok mânidardır:

“–Bunlar Habeşistan’a hicret eden ashâbıma yer gösterip ikrâmda bulundular. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim!” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 518, VII, 436)

Bir kısım müslümanlarla yaklaşık 15 sene Habeşistan’da kalan Câfer-i Tayyar (r.a) hicretin 7. senesinde Medine’ye döndü. Necâşî, Câfer (r.a) ile birlikte 70 Afrikalı göndermişti. Onların hepsi de, kilise ve din adamlarının en iyileri idi. Rasûlullah (s.a.v), onlara Yâsîn Sûresi’ni okudu. Sûreyi sonuna kadar dinlediler, ağladılar ve hakikati idrak ettiler:

“–Bu, Hz. İsa’ya indirilene çok benziyor!” diyerek müslüman oldular.[2]

Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Hz. Câfer’e, Habeşistan’da gördüğü câlib-i dikkat hâdiseleri anlatmasını isteyince, Câfer-i Tayyar şu hâtırasını nakletti:

“Bir gün oturuyorduk. Yaşlı bir râhibe yanımızdan geçti. Başında da büyükçe bir su testisi vardı. Bir genç bu zavallı kadını arkasından itti. Kadın iki dizinin üstüne düştü ve başındaki testi kırıldı. Rahibe ayağa kalkarak o gence şöyle bir baktı ve:

“–Ey zâlim! Yarın Allah Teâlâ adâlet kürsüsünü ortaya koyduğunda, gelmiş geçmiş bütün insanları bir yere topladığında, eller ve ayaklar yaptıklarını itiraf etmeye başladığında ve Allah mazlumun hakkını zâlimden aldığında, aramızdaki dâvanın nasıl hâlledildiğini göreceksin!” dedi.

Bu sözleri duyunca, Peygamber Efendimiz tebessüm etti ve şöyle buyurdu:

“–Kadın doğru söylemiş. Evet, doğru söylemiş. Zayıfların hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu Allah nasıl temize çıkarır!” (İbn-i Mâce, Fiten, 20; Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 7-8; İbn-i Hibbân, XI, 443-444)

Tebük dönüşü Receb ayı içinde iken, Habeş Necâşîsi vefât etmişti. Allah Rasûlü (s.a.v) Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdi ve:

“–Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılalım!” buyurdu.

“–Yâ Rasûlallâh! Kimdir o?” diye sorduklarında, Fahr-i Kâinât (s.a.v):

“–Necâşî Ashama’dır! Bugün Allah’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdu ve gıyâbî cenâze namazı kıldırdı. (Müslim, Cenâiz 62-68; Ahmed, III 319, IV 7)

Daha sonra, Necâşî’nin tam olarak Allah Rasûlü’nün haber verdiği gün vefât ettiği öğrenildi.

İslâm Hz. Ömer (r.a) zamanında Afrika’nın farklı bölgelerinde yayılmaya devam etti. Hz. Osman (r.a) kumandanlarına, hiç vakit kaybetmeden Afrika üzerinden gidip Cebel-i Târık’ı geçerek Endülüs’e girmeleri emrini vermişti. Bu emir, İstanbul’un batı yönünden sıkıştırılarak fethin kolaylaştırılması düşüncesinden kaynaklanıyordu. Bu sebeple o, Endülüs seferine katılanlara şu mektubu yazmıştı:

“İstanbul ancak Endülüs tarafından fethedilebilir. Eğer orayı fethederseniz, âhir zamanda İstanbul’u fethedenlerin ecrine siz de ortak olursunuz. Ve’s-selâm.”[3]

Böylece Hz. Osman (r.a) devrinde, Kuzey Afrika’daki fetihler tamamlanmış, İslâm’ın karşısındaki en büyük güç olan Bizans’ın batıdan sıkıştırılması planları tatbîkâta konulmuştur.

Bu esnâda Bizans’ın zâlim idaresinden ve kilisenin baskısından iyice bunalmış olan Afrika kabileleri kolayca müslümanların yanında yer alıyor ve sonra da İslâm’a giriyordu.

Muâviye bin Ebî Süfyân zamanında Ukbe bin Nâfi‘ (r.aleyh), Afrika’ya gönderildi ve onun İslâm’ın Afrika’ya yerleşmesinde büyük hizmetleri oldu.[4]

Daha sonraki zamanlarda İslâm’ın Afrika’da yayılmasına ticâret ve tasavvuf erbabının büyük hizmetleri oldu. Müslüman tâcir ve tebliğcilerin gü­nün belli zamanlarında abdest alıp na­maz kılmaları, dua etmeleri, cuma ve bayram namazları, kurban kesme gibi ibadetleri yerlilerin dikkatini çekti. Onlarla kurulan yakın ve samîmî münasebetler, muhtaç ve kimsesizlere yapılan yardımlar güven telkin etti ve müslümanlarla kolayca kaynaşmalarını sağladı. Müslüman tâcir ve muha­cirlerin yerli kadınlarla evlenerek akrabâ olmaları da İslâm’ın tebliğini kolaylaştırdı. Müslüman tebliğciler sınıf far­kı gözetmezdi. Yerliler, müslüman olur olmaz kendilerini tebliğcilerle aynı seviyede bulurlardı. Hristi­yan misyonerler ise kendilerini yerli halk­tan üstün görür, yerli kadınlarla ev­lenmezdi. Bu durum, İslâm’ın siyahların dini, hristiyanlığın da beyazların dini olduğu şeklinde bir yanlış kanaatin doğmasına yol açtı.

Tasavvufî ahlâkın Afrika’ya yerleşmesiyle kabileler arası iç kavgalar sükûnete erdi, tefrikanın önüne geçildi ve insanlar birbiriyle kardeş oldular. Tasavvuf ehli, medrese ve zaviyelere büyük ehemmiyet verdi. Köleleri satın alıp âzâd ederek tasavvufî terbiyeden geçirdikten sonra tebliğde bulunmak üzere kendi memleketlerine gönderdiler. Bu faaliyet, İslâm’ın tebliğinde son derece faydalı oldu.

15. asırda Avrupalı devletler ekonomik maksatlarla Afrika’ya girmeye başladılar. 17. asırda Afrika’yı sömürme husûsunda birbirleriyle rekâbete giriştiler. Kıtadaki altın, fildişi, baharat, palmiye yağı gibi kıymetli eşyâyı götürüyor, insanları köleleştirip gemilerle Avrupa’ya taşıyor ve satıyorlardı. Buna karşı çıkan yerliler şiddetle ve kanlı bir şekilde bastırılıyordu.

18. asrın sonlarına doğru Afrika’nın iç bölgelerini ve zenginliklerini keşfetmek için şirketler kurulmaya başladı. Devletlerin desteğiyle seyyahlar, kıtayı karış karış gezip inceliyordu. Onların ardından kilisenin desteğiyle misyonerler Afrika’nın her tarafına dağıldılar.

19. asırda hızlı sanayileşme neticesinde Avrupa ülkeleri, ucuz ham madde temini ve ürettikleri mallar için yeni pazarlar bulma gâyesiyle Afrika’yı ve uygun buldukları diğer yerleri sömürgeleştirmeye hız verdiler. Afrika’yı hızla ele geçirip fiilen işgal ettiler ve paylaştılar.

Afrika, 1950’den sonra yavaş yavaş hürriyetini kazanmaya başladı. Ancak bu seferde Avrupa devletleri, Afrikalıları iktisâdî açıdan kendilerine bağlamış ve geriye iç çatışmalara sebep olan sûnî sınırlar, azınlıklar, batı kültürüyle yetiştirdikleri insanlar gibi pekçok mesele bırakmışlardı.

Sömürge döneminde Afrika’da pekçok İslâmî cihâd hareketi ve tasavvufî faaliyetler oldu. Bunlar, o bölgede İslâm’ın ayakta kalmasını sağladı. 1950’lere kadar Fransa’nın Afrika’daki sömürge vâliliği vazifesini yürüten hristiyan yazar Hubier Deshan, Siyah Afrika’da Dinler isimli eserinde şöyle der:

“İslâm’ın çoğu yerdeki yayılışı, zorlamaya dayalı değildir. Tam aksine muhtelif vasıflara sahip dâvetçilerin iknâ kabiliyetleriyle gerçekleşmiştir. Bu dâvetçilerin entrikalardan haberleri yoktu, maddî güçleri de bulunmuyordu. İslâm daha çok, kavimden kavime barışçı sızmalar şeklinde yayılıyordu. Aristokratlardan biri müslüman olunca ki dâvetçilerin hedefleri de budur, hemen arkasından tüm kabile onu izliyordu. İslâm’ın yayılışını kolaylaştıran bir diğer unsur da onun fıtrî bir din olmasıdır. Onu kavramak kolaydır. Esaslarında ve kâidelerinde bir giriftlik ve karışıklık söz konusu değildir. Farklı ortamlara uyum sağlaması ve girmesi kolaydır. Bir insanın İslâm’a girmesi çok basittir. Kelime-i şehâdet’i söylemesi yeterlidir. Bunu söyler söylemez artık o müslümandır.” (M. Hüseyin Fadlallah, İslâm ve Kuvvetin Mantığı, s. 217)

Afrika’da misyonerlik faaliyetleri 1860’tan sonra çok genişlemiş ve bugün artık Büyük Sahra’nın güneyindeki sahalarda hristiyan misyonu bulunmayan pek az yer kal­mıştır. Bununla birlikte hristiyanlık, İslâm dininin uzun zamandan beri hâ­kim olduğu bölgelerde fazla sayıda in­sanı dininden döndürmeye muvaffak olamamıştır. Bugün ise İslâm’ın h­ristiyanlık’tan daha hızlı yayıldığı gö­rülmektedir. Umûmî olarak Büyük Sahra’nın güneyin­deki ülkelerde nüfusun % 25’ten biraz fazlası müslümandır. Hristiyanların ora­nı % 25’ten az olup kalan % 50’si gele­neksel kabile dinlerine bağlıdır. Afrika nüfusunun yaklaşık % 50’si müslümandır. Gine körfezinin kuzey kıyıları boyunca sıralanan ülkelerde ise nü­fusun % 80’den fazlası, Kuzey Afrika ülkeleri ile Somali’nin de tamamı müslümandır. Kon­go Halk Cumhuriyeti ile Zambiya’da ise müslüman azdır.

Afrika, müslüman nüfus oranının en yüksek olduğu kıtadır. İslâm, Afrika’da yalnız inançların değişmesine yol açmamış, bunun yanında sosyal, kül­türel ve iktisadî bakımdan da kıtada bir gelişme unsuru olmuştur. Dar âile ve kabile bağları, yerini za­manla daha güçlü sosyal ve siyasî bağ­lara terketmiş, kabileler birleşerek dev­letler kurmuşlardır. Eğitim ve kültür seviye­si yükselmiş, büyük ilim ve kültür mer­kezleri teşekkül etmiştir. Ticaret, sanat ve ziraatta büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. İslâm’ın tesiriyle insan eti ye­me, tanrılara insan kurban etme, ço­cukları diri diri toprağa gömme gibi in­sanlık dışı âdetler kalkmış, çırılçıplak ge­zenler örtünmeye, hiç yıkanmayanlar yıkanmaya başlamıştır. Bilhassa Kuzey ve Batı Afrika’da baştan beri birbirini ta­kip eden İslâm cihad ve ıslah hareketle­ri ile tarikatlar, ger­çek İslâmî inanç ve hayat tarzının yerliler arasında yerleşmesini sağlamışlardır. Hac ibadetinin de bu hususta çok mühim faydaları olmuştur.[5]

İslâm, daha çok şehir merkezlerinde görülmektedir. Bu sebeple İslâm’ı, kırsal bölgelere ve köylere taşıyacak samîmî ve gayretli yerli tebliğcilere çok ihtiyaç vardır.



[1] İbn-i Hişâm, I, 358-360; İbn-i Sa’d, I, 258; Taberî, Tefsir, VII, 4, (el-Mâide, 83); Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 100, 104-105.

[2] Bkz. Taberî, Tefsir, VII, 4 (el-Mâide 82); Kastalânî, Mevâhib, I, 292; Diyarbekrî, II, 31.

[3] İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 144; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 93; Muhammed Hamidullah, “Fethul-Endelüs (İspanya) fi Hilafeti Seyyidina Osman sene 27 li’l-Hicre”, İ.Ü. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1978, VII, 221-225.

[4] Ukbe bin Nafi (r.aleyh) duası müstecâb bir zât idi. Afrika’ya gidince bugünkü Kayravan şehrinin olduğu yere geldi. Burası sık ağaçlık bir ormandı, her taraf taşlar, yılan, çıyan ve yırtıcı hayvanlarla doluydu. Ukbe, Allah’a dua etti ve yüksek sesle üç defâ:

“–Ey vâdî ehli! İnşaallah biz buraya yerleşeceğiz. Buradan ayrılıp gidin!” dedi.

Bütün ağaçların ve taşların altından yılanların ve diğer yırtıcı hayvanların yavrularını sırtlarına ve kucaklarına alarak çıkıp gittiği görüldü. Ukbe yanındakilerle birlikte vâdiye indi ve onlara:

“–Allah’ın ismiyle buraya yerleşin!” buyurdu. Böylece Kayravan şehri kurulmuş oldu.

Bu hâdiseyi müşahede eden yerli halktan (Berberîlerden) pek çoğu müslüman oldu. (Bkz. Zehebî, Târihu’l-İslâm, I, 601; İbn-i Abdilber, İstiab, I, 331; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VIII, 45)

Ukbe g bir yere gelip konaklamıştı. Orada hiç su yoktu. İnsanlar o kadar susadılar ki neredeyse helâkin eşiğine geldiler. Ukbe g iki rekât namaz kıldı ve dua etti. Ukbe’nin atı ön ayaklarıyla yeri kazıyordu. Birden ayaklarının altından su fışkırmaya başladı. Ukbe g insanları çağırdı. Orayı avuçlarıyla kazıp genişlettiler ve su kaynağı hâline getirdiler. Sonra da o sudan içerek ihtiyaçlarını karşıladılar. O suya “Mâü’l-feres: At Suyu” ismi verildi. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, IV, 106)

[5] Diyanet İslâm Ansiklopedisi, “Afrika” maddesi, İstanbul 1988, I, 418-439.

%d bloggers like this: