1) Fesâhatı, Belâğatı ve Nazmı

Kur’ân-ı Kerîm, ne şiir ne de nesirdir. Bilâkis hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya getiren emsalsiz bir üslûba sahiptir. Şiirde ve mûsikîde bulunmayan bir güzelliği vardır. Onu tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tâzelenen seslerden insan hislerinin her biri aynı derecede nasibini alır.[1]

Kur’ân dâimâ, müterâdif (aynı mânâya gelen) kelimelerden delâleti en hassas, tasvir gücü en fazla ve fesâhati en kuvvetli olanlarını kullanır.[2] Müfessir İbn-i Atiyye (v. 542 h) şöyle der:

“Kur’an öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münasip bir kelime bulmak mümkün değildir.”[3]

Kur’ân-ı Kerîm, mevcut edebî türlerden farklı ve kendine has bir üslûba sahip olmakla birlikte, aynı zamanda bütün bu edebî türleri en mükemmel şekilde ihtivâ eder. Kıssa, mevʻiza, târih, teşrî, cedel, münâzara, âhiret, cennet, cehennem gibi mevzûları, korkutucu ve müjdeleyici âyetleri, mânâlarının şiddetine göre ayrı ayrı bir üslûp bütünlüğü içinde fesâhat ve belâğati en yüksek seviyede tutarak beyân eder.

Kur’ân gönüllere tesir eder. İnsanları Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyan azılı müşriklerden Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik, birbirlerinden habersiz olarak ve gizlice, geceleyin evinde namaz kılarken Kur’ân okuyan Peygamber Efendimiz’i dinlemeye gelmişler, birbirleriyle tesadüfen karşılaşınca da kendilerini ayıplamışlardır. Bu hâdise üç gece böyle devam etmiş, nihayetinde birbirlerine:

“–Aman kimse fark etmesin! Halk bizim bu hâlimizi duyarsa, vallahi son derece rezîl oluruz. Bundan sonra da hiç kimseye bu hususta söz geçiremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınamışlar, sonra da bir daha böyle bir şey yapmamak üzere birbirlerine söz vermişlerdir.[4]

Bir bedevî, Cenâb-ı Hakk’ın:

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ

“Sana emrolunan şeyleri açıkça söyle ve şirk koşanlardan yüz çevir!” (Hicr, 94) âyetini işitince derhal secdeye kapandı. Bu hareketinin sebebi sorulunca da:

“–Sırf fesahati sebebiyle secde ettim!” dedi.[5]

Bu âyette ona tesir eden hususlar, “ilahî tebliği en mükemmel bir şekilde açıklama, hak ile batılın arasını iyice ayırıp onu apaçık bir şekilde dile getirme ve bu yolda cesur davranma mânâlarını ihtivâ eden fe’sdaʻ” kelimesiyle[6]; bunca kısalığına rağmen çok mânâlar ihtivâ eden “bi-mâ tu’mer: Sana emredilen, söylenilen her şeyi” terkibi ve bu cümlenin ihtivâ ettiği emsalsiz mûsikî idi.

Bir başka bedevî:

فَلَمَّا اسْتَيْـَٔسُوا مِنْهُ خَلَصُوا نَجِيًّا

“Ondan umudu kesince aralarında fısıltıyla konuşmak üzere (bir kenara) çekildiler” (Yûsuf, 80) âyetini işitmişti. Bunun üzerine:

–Şehâdet ederim ki, bir kul böyle bir söz söyleyemez! diyerek, hayret ve hayranlığını izhar etti. (İbn-i Aşûr, et-Tahrîr, I, 107; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, I, 82)

O zaman bedevîler, belâğat ve fesâhatta en zirve insanlardı.

Kur’ân-ı Kerîm aynı anda, değişik zamanlarda ve mekânlarda yaşayan, ilmî seviyeleri çok farklı olan bütün insanlara, seviyelerine göre hitâb eder. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti, ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller de ulaştıkları ilmî seviyelere göre anlarlar. Bu hususta büyük Arap edîbi Mustafa Sâdık er-Râfiî şöyle der:

“Kur’ân-ı Kerîm’in mucizelerinden biri de, her zaman bilinemeyen bazı hakikatleri, dâimâ bilinen kelimeler içerisinde saklaması ve bunları vakti geldikçe izhâr edip ortaya koymasıdır.” (Vahyü’l-Kalem, Kuveyt ts., II, 66)



[1] Prof. Dr. M. A. Drâz, en-Nebeü’l-Azîm, Dâru’l-kalem, ts., s. 102.

[2] Bûtî, Ravâi‘, s. 140.

[3] İbn-i Atiyye, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut 1413, I, 52.

[4] İbn-i Hişâm, I, 337-338; Taberî, Târih, II, 218-219, İbn-i Esîr, Kâmil, II, 63-64, İbn-i Seyyid, I, 99; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 160-161; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 47; Halebî, I, 462.

[5] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1976, I, 82.

[6] Zemahşerî, Esâsü’l-belâğa, Dâru’l-Fikr, 1409/1989, s. 351, “صدع” maddesi.

%d bloggers like this: