a. Nüzûlü ve Kaydedilmesi

Kur’ân-ı Kerîm en son indirilen ilâhî kitaptır. Allah Teâlâ onu toplu olarak değil, pek çok hikmete binaen kısım kısım indirmiştir. Bu durum insanlara pek çok faydalar ve pek büyük kolaylıklar sağlamıştır.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, vahiy nâzil oldukça âyetleri unutmamak arzûsuyla acele ederek Cibrîl-i Emîn ile beraber okumak isterdi. Bu hâl üzerine şu âyetler nâzil oldu:

“Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’ân’ı okumakta acele etme! «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (Tâhâ, 114)

(Rasûlüm!) vahyi çarçabuk almak için dilini kımıldatma! Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O hâlde, biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et!” (Kıyâme, 16-18)

Artık bun­dan sonra Cibrîl-i Emîn geldikçe Rasûl-i Ekrem susar; Cibril, vahy-i îlâhî’yi tamâmen tebliğ edip bitirince Hz. Peygamber r gelen âyetleri tam olarak ezberlemiş bulunur ve öylece tilâvet buyururdu.

Peygamber Efendimiz’in pek çok vahiy kâtibi vardı. Bunların sayısı 65’e kadar çıkıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’den bir kısım geldiğinde Peygamber Efendimiz, kâtiplerden müsait olanları çağırır ve vahyi yazdırırdı.[1] Onlar da, inen âyetleri o zamanın yazı malzemelerine yazarlardı. Yazma işlemi bittikten sonra Rasûlullah r, kâtiplere yazdıklarını okutturur ve eksikleri varsa düzelttirirdi. Daha sonra kâtip çıkar vahyi insanlara arzederdi.[2] Akabinde Rasûlullah r de inen âyetleri önce erkek sonra da kadın sahâbîlere okurdu.[3] Müslümanlar da gelen vahyi ezberler, bir kısmı da yazarak yanında muhafaza ederdi.

Kısım kısım inen âyet ve sûrelerin Kur’ân’ın neresine yerleştirileceği Cenâb-ı Hak tarafından bildiriliyor, Cebrail u bunları Allah Rasûlü’ne tarif ediyor, Efendimiz de kâtiplerine yazdırıyordu.[4]

Şurasını hatırdan çıkarmayalım ki, ilk inen âyetler, “kalem”in ve “yazdığı satırlar”ın medh ü senâsına hasredilmiş, yazılmış olan bilgiler mânâsına gelen “Kitâb” kelimesi üzerinde ısrarla durulmuştur.[5] İşte Allah Rasûlü’nü, Kur’ân’ı yazıyla tesbit etmeye sevkeden âmillerden biri de budur.

Nâzil olan Kur’ân âyetlerini yazmak ashâb-ı kirâm arasında çok yaygındı. Herkes bu işe dört elle sarılmıştı. Yazmayı bilmeyenler de ellerinde yazı malzemeleriyle Efendimiz’in yanına gelirler, orada bulunan bir sahâbî Allah’ın rızâsını kazanmak için kalkar ve onun için Mushaf’ın bir kısmını yazar, daha sonra başka biri devam eder, nihâyet yazı bilmeyen sahâbî için bir Mushaf yazıverirlerdi.[6] Bu sebeple Peygamber Efendimiz, karışıklığa meydan vermemek için ilk günlerde Kur’ân ile hadislerin aynı yere yazılmasını yasaklamıştı.[7]

Yani âyetler İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren hatta müslümanlar Kureyş’in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirilmiştir. Abese sûresinin 11-16. âyetlerinde, Kur’ân’ın ilk senelerde mevcut çok sayıdaki yazılı metinlerinden (nüshalarından) bahsedilmektedir. İbn-i Abbâs v da Mekke’de inen âyetlerin hemen orada kaydedildiğini söylemiştir.[8] Nitekim ilk senelerde Hz. Ömer t, Kur’ân yazılı bir sahifeyi okuduktan sonra iman etmiştir.[9] Râfi bin Mâlik t Akabe Bey‘atı’na katıldığında, Rasûlullah r o zamana kadar vahyedilmiş tüm âyet ve sûrelerden oluşan bir Kur’ân metnini ona teslim etmişti. Râfi, Medine’ye döndüğünde kendi mahallesinde inşâ ettirdiği ve İslâm âleminde ilk câmi diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara bu âyet ve sûreleri tilâvet ederdi. Yûsuf Sûresi’ni de Medîne’ye ilk defâ Râfî getirmiştir.[10]

Nâzil olan Kur’ân âyet ve sûreleri; ilk günden beri, namazlarda ve bilhassa uzun uzun kılınan teheccüdlerde sesli ve sessiz olarak gece gündüz okunuyordu. Ashâb-ı kiram arasında büyük bir okuma-yazma ve Kur’ân’ı öğrenip ezberleme faaliyeti başlamıştı. Efendimiz’in teşvik ve gayretleri neticesinde pek çok insan Kur’ân’ı baştan sona ezberlemiş ve yazmıştır. Bu güzel gayretler günümüze kadar artarak devam etmiştir.

Ramazan aylarında Allah Rasûlü r ile Cebrail u Kur’ân’ı birbirlerine karşılıklı olarak okurlardı. Son sene bunu iki defa yapmışlardı.[11] İbn-i Mes’ûd t şöyle der:

“Rasûlullah r ve Cebrâil u birbirlerine Kur’ân okumayı bitirdiklerinde ben de Allah Rasûlü’ne okuyordum ve Efendimiz bana güzel okuduğumu söylüyordu.” (Taberî, Tefsîr, I, 28; Ahmed, I, 405; Taberânî, Kebîr, X, 97; Beyhakî, Şuab, III, 404, 535)

Cebrail u ile yapılan son mukabelenin ardından; Allah Rasûlü r, Zeyd bin Sâbit ve Übey bin Ka‘b v Kur’ân’ı birbirlerine okudular. Hatta Allah Rasûlü r Übey bin Ka‘b’a iki kez okudu.[12]

Bu mukâbele âdeti de günümüze kadar gelmiş ve hâlâ canlılığını muhafaza etmektedir.

Rasûlullah r kendisine vahyedilen âyet ve sûreleri zaman zaman Cuma hutbelerinde okuyordu. Bir kısım sahâbîler, bazı sûreleri bu hutbelerde dinleyerek ezberlediklerini ifade ederler.[13] Hz. Ömer t de hutbelerde Nahl sûresini okurdu.[14]

Efendimiz’in hayatına baktığımızda onun Kur’ân’ı her vesileyle okuduğunu görürüz. İnsanlara İslâm’ı anlatırken, ashabına sohbet ederken, bir meseleyi izah ederken, gece ibadetlerinde Kur’ân’dan bir kısım okurdu. Kendisi ve ashâbı, her gün düzenli olarak Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okumayı âdet edinmişlerdi.[15]

Efendimiz r şöyle buyurmuştur:

“Kim geceleyin hizbini veya hizbinden bir kısmı okumadan uyursa bunu sabah namazı ile öğle namazı arsında tamamlasın! Bu takdirde, sanki gece okumuş gibi aynı sevâba nâil olur.” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 142)

Allah Rasûlü r bir meclise vardığında, oradakileri Allah’a dâvet eder, onlara Kur’ân okur ve onları, geçmiş inkârcı ümmetlerin başına gelenlerden sakındırırdı. (İbn-i Hi‏‏‏şâm, I, 381)

Ebû Talha t birgün Efendimiz’in yanına vardığında, onun ayakta Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü r, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının meşgûliyeti, Allah’ın kitâbını anlamak ve öğrenmek, arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Rasûlullah r, ashâbından zaman zaman kendisine Kur’ân okumalarını ister, hürmetsizlik olur düşüncesiyle bundan çekinenlere:

“–Ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim” buyururdu. (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)

Müslümanların Kur’ân ile olan bu sıkı ülfetleri daha sonraki zamanlarda da devam etmiş, günümüze kadar gelmiştir. Sâib bin Yezid t şöyle der:

“Hz. Ömer t, Übey bin Kâ‘b ile Temîm ed-Dârî’ye v, (Ramazan geceleri) cemaate imam olarak 11 rekât namaz kıldırmalarını emretti. İmam namazda âyet sayısı yüz civârında olan (Yûsuf, İsrâ, Kehf gibi) sûrelerden okuyordu. Öyle ki, namaz çok uzun olduğu için bastonlara dayanıyorduk. Namazdan ancak şafak yükselmeye başlayınca dönüyorduk.” (Muvatta’, es-Salâtü fi’r-Ramadân, 4)

Ashâb-ı kiramdan ve daha sonra gelen sâlihlerden bazıları Kur’ân-ı Kerîm’i her gece baştan sona okuyup hatmederlerdi.[16] Osman bin Abdurrahman babasından şöyle naklediyor:

“Bir gün: «Bugün geceyi Makâm-ı İbrahim’de namaz kılarak geçireceğim» diye niyet ettim. Yatsıdan sonra Makâm’da namaza durdum. Ben namaz kılarken birisi elini omzuma koydu. Selâm verdikten sonra baktım ki Hz. Osman imiş. Osman t Fatiha’dan başlayarak Kur’ân’ı sonuna kadar okuyarak namazını tamamladı. Selâm verdi ve ayakkabılarını alıp gitti.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 56)

Aynı şekilde tâbiîn ve etbau’t-tâbiîn de Kur’ân-ı Kerîmi çok okurlardı. Bunlardan her gün bir hatim indiren pek çok sâlih zât mevcuttur. Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Ebî Leylâ’nın, sadece Mushaflardan müteşekkil bir kütüphanesi vardı. Kur’ân kıraatıyla meşgul olan insanlar orada toplanırlardı. Zarûrî ihtiyaçları hâricinde oradan fazla ayrılmazlardı.[17] Selef-i sâlihînin pek çoğu üç günde, ekseriyeti de yedi günde Kur’ân-ı Kerîm’i hatmederdi.[18]



[1] Prof. Dr. M. M. el-A‘zami, Kur’ân Tarihi, s. 106-107; a.mlf., Küttâbü’n-Nebî r, Beyrut 1398, el-Mektebü’l-İslâmî.

[2] Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 4; Tirmizî, Menâkıb, 74/3954; Ahmed, V, 184; Heysemî, I, 152.

[3] İbn-i İshâk, Sîret, s. 128.

[4] Buhârî, Tefsîr, 2/45; Ebû Dâvûd, Salât, 120-121/786; Tirmizi, Tefsir, 9/3086; Ahmed, IV, 218; Ali el-Müttakî, II, 16/2960.

[5] Alâk, 1-5; Kalem, 1; Bakara, 2; Zuhruf, 2; Duhân, 2.

[6] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye 1424, VI, 27.

[7] Prof. Dr. M. M. el-A‘zami, Kur’ân Tarihi, s. 107-108. Rasûlullah r Kur’ân vahyi ile kendi sözleri olan hadisleri birbirinden ayırmaya çok dikkat ediyor, “Bu Allah’tan gelen vahiydir”, “Bu benim kendi düşüncemdir” diye açıklıyordu. Bazen de ashâb-ı kiram “Bu düşünce size mi ait, yoksa ilâhî bir vahiy mi?” diye soruyorlardı. (Bkz. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 15-18)

[8] İbn-i Dureys, Fedâilü’l-Kur’ân, Dımeşk 1408, s. 33.

[9] İbn-i Hişâm, I, 369-371.

[10] Bkz. İbn- Hacer, İsâbe, no: 2546 [Râfîʻ bin Mâlik mad.]; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 152; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 157; Kettânî, Terâtib, Beyrut, ts., I, 44; A‘zami, a.g.e., s. 106; Hamidullah, a.g.e., s. 44.

[11] Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6; Fedâilü’l-Kur’ân, 7; Savm, 7.

[12] Mukaddimetân, nşr. A. Jeffery, Kâhire 1954, s. 74, 227; Tâhir el-Cezâirî, et-Tibyân, Beyrut 1412, s. 26.

[13] Müslim, Cuma, 34, 49-52.

[14] Buhârî, Sücûdü’l-Kur’ân, 10.

[15] Müslim, Müsâfirîn, 142; Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178.

[16] Tirmizî, Kırâât, 11/2946; Heysemî, IX, 94; İbn Sa’d, III, 76; Ebû Nuaym, Hilye, I, 57; Ahmed, ez-Zühd, s. 127; Ali el-Müttakî, XIII, 31/36168-70; Sem‘ânî, Ensâb, V, 282; Leknevî, İkâmetü’l-hucce, Haleb 1386, s. 64.

[17] İbn-i Sa‘d, VI, 110; İbn-i Ebî Dâvûd, Mesâhif, s. 151.

[18] Bu hususta İmâm Abdülhayy el-Leknevî’nin İkâmetü’l-hucce alâ enne’l-iksâra fi’t-teabbüd leyse bi-bid‘a, (Haleb 1386) isimli eserinde çok sayıda misâl bulmak mümkündür.

%d bloggers like this: