Allah Teâlâ’yı insanlara tanıtan, zihinlerin O’nu anlamasını kolaylaştıran pek çok isim ve sıfat mevcuttur. Bunların 99 tanesi meşhur olmakla birlikte sayı bununla sınırlı değildir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“…En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hep O’nu tenzih ederler. O, gâliptir, hikmet sahibidir.” (Haşr, 24)
İslâm dininin telkin ettiği Yüce Yaratıcı’nın öz adı, Allah’tır. Bunun dışında O’nu hatırlatmak için seçilen kelimeler hem Zât-ı İlâhiyye’yi niteleyen kavramlara uygun düşmeli, hem de tâzim ve hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu şartların gerçekleşebilmesi için isimlerin naslardan seçilmesi, naslarda yer almayan kelimelerin O’na nisbet edilmemesi gerekir.
Esmâ-i Hüsnâ/en güzel isimlerin tavsifine göre Allah Teâlâ, varlığının başlangıcı olmadığı gibi (Evvel) sonu da olmayandır (Âhir, Bâkî, Vâris). Varlığını ve birliğini gösteren birçok delilin bulunması açısından aşikâr (Zâhir), zâtının görülmesi ve mâhiyetinin bilinmesi açısından gizlidir (Bâtın). Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tektir (Vâhid). Allah, arzu ve ihtiyaçları sebebiyle herkesin yöneldiği yüceler yücesi bir müstağnî (Samed); her eksiklikten münezzeh (Kuddûs); azamet sahibi (Celîl); izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın (Alî, Müteâlî); zâtının ve sıfatlarının mâhiyeti anlaşılamayacak kadar uludur (Azîm, Kebîr). Yine O, azamet ve yüceliğini izhar eden (Mütekebbir); şanlı, şerefli (Mâcid, Mecîd); azamet ve kerem sahibi olandır (Zü’l-celâli ve’l-ikrâm).
Ebedî hayatla diri (Hayy); mağlûb olmayan yegâne gâlip (Azîz, Kahhâr); her şeye gücü yeten, kudretli (Kâdir, Muktedir, Kavî, Metîn); iradesini her durumda yürüten veya yaratılmışların halini iyileştiren (Cebbâr); hakkıyla bilen (Alîm); her şeyin iç yüzünden haberdar olan (Habîr); her şeyi gözlemiş olarak bilen (Şehîd); her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen (Muhsî); işiten (Semî‘); gören (Basîr); bütün emirleri ve işleri hikmetli, yerli yerinde ve sağlam olan (Hakîm); bütün işleri isabetli ve hedefine ulaşıcı, irşad edici (Reşîd); dilediğini dilediği zaman bulan bir müstağnî (Vâcid); iyilik eden, vaadini yerine getiren (Berr); fazilet türlerinin hepsine sahip (Kerîm); övülmeye lâyık (Hamîd); bağışlayan, merhamet eden (Rahmân, Rahîm); şefkatli (Raûf); ilmi ve merhameti her şeyi kuşatan (Vâsi‘); esenlik ve selâmet veren (Selâm); nurlandıran, nur kaynağıdır (Nûr).
Takdirine uygun bir şekilde yaratan (Hâlık), modeli olmaksızın canlıları yaratan (Bâri’), şekil ve özellik veren (Musavvir), eşi ve örneği olmayan ve sanatkârane yaratan (Bedî‘), ilkin yaratan (Mübdi’), tekrar yaratan (Muîd), ölümden sonra dirilten (Bâis), can veren (Muhyî), öldüren (Mümît), öne alan (Mukaddim), geriye bırakan (Muahhir), toplayıp düzenleyen, kıyamet günü hesap görmek için mahlûkatı bir araya getirendir (Câmi‘).
Mülkün sahibi (Mâlikü’l-mülk), görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi (Melik), her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden (Kayyûm), kâinata hâkim olup onu yöneten (Vâlî), kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten (Müheymin), koruyup gözeten ve dengede tutan (Hafîz), bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren (Rezzâk, Mukît; ikinci isim “Bilip gücü yeten ve koruyan” anlamına da gelir), rızkı genişleten veya ruhları bedenlerine yayan (Bâsit), rızkı tutan, daraltan veya canlıların rûhunu alan (Kâbıd), zengin kılan, tatmin eden (Muğnî), dilemediği şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyen veya kötü şeylere engel olan (Mâni‘), zarar veren (Dârr), fayda verendir (Nâfi‘).
Mutlak adâlet sahibi, aşırılığa meyletmeyen (Adl), adâletle hükmeden (Muksıt), son hükmü veren (Hakem), yücelten, izzet ve şeref veren (Râfi‘, Muiz), alçaltan, zillet veren (Hâfıd, Müzill), gözetleyip kontrol eden (Rakîb), suçluları cezalandıran (Müntakım), iyilik kapılarını açan veya hakemlik yapan (Fettâh), hiçbir sorumluluğu kalmayacak şekilde günahları silip yok eden (Afüvv), bütün günahları bağışlayan (Ğafûr), dâimâ affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan (Ğaffâr), kullarını tevbe etmeye muvaffak kılan ve tevbelerini kabul eden (Tevvâb), merhamet ve lütuf sahibi, yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan (Latîf), yol gösteren, murada erdiren (Hâdî), acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen (Halîm), dileklere karşılık veren (Mücîb), kullarına yeten veya onları hesaba çeken (Hasîb), karşılık beklemeden bol bol veren (Vehhâb), güven veren, vaadine güvenilen (Mü’min), az iyiliğe çok mükâfat veren (Şekûr), çok sabırlı (Sabûr), güvenilip dayanılan (Vekîl), yardımcı ve dost (Velî), çok seven ve çok sevilendir (Vedûd).[1]
Cenâb-ı Hakk’ın bu güzel isimleri incelendiğinde görülecektir ki sadece iki üç tanesi gazab-ı ilâhîye işaret etmekte, diğerleri ise doğrudan doğruya ilâhî rahmeti, muhabbeti, mağfireti, lütufkârlığı, az iyiliğe pek çok mükâfatı müjdelemektedir.
Allah inancını belirleyen ve “selbî” terimiyle de anılan bazı sıfatlar daha vardır ki bunlar acz, eksiklik ve yaratılmışlık gibi ulûhiyete nisbet edilmesi mümkün olmayan kavramlardır. Bu tür kavramların Zât-ı İlâhiyye’den uzaklaştırılması (tenzîh, selb) sûretiyle O vasıflandırılmış olur. Buna göre tenzîhî sıfatlar Allah’ın ne olmadığını anlatan sıfatlardır.
Bunlardan Vücûd “yokluğu düşünülmemek”, Kıdem “varlığının başlangıcı olmamak”, Bekâ “varlığının sonu olmamak”, Muhâlefetün li’l-havâdis “yaratılmışlara benzememek”, Kıyâm bi-nefsihî “varlığı için başkasına muhtaç olmamak”, Vahdâniyyet “şerîki, ortağı bulunmamak” mânâlarına gelir.
“Haberî sıfatlar” diye de bilinen ve naslarla sabit olmakla birlikte zâhirî mânâlarıyla müteâl olan Allah’a nisbet edilmeleri mümkün olmayan bazı kavramlar vardır. Bu türden olmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de yüz (vech), göz (ayn, aʻyün), el (yed); hadislerde parmak (ısba‘), ayak (kadem) gibi uzuvlar, ayrıca bazı âyet ve hadislerde Arş’ın üzerinde oturmak (istivâ), yukarıdan aşağıya inmek (nüzul), gelmek (mecî’) gibi beşerî fiiller Allah’a nisbet edilmiştir.
Semavî dinlerin, bilhassa İslâm’ın, tevhid akidesini ısrarla telkin ettikleri şüphesizdir. O hâlde, Müteşâbih (birkaç anlama gelebilen) terimiyle de ifade edilen bu tür beyanlar, acaba bir yandan mü’minin samimiyetini ölçen, diğer yandan da onu kayıtsız şartsız teslim olma yolunda terbiye eden ilâhî imtihan ve îkâz vasıtaları mıdır? Kur’ân’da bu meseleyi konu edinen âyette doğrusu bu ihtimallerin ikisine de açık işaretler vardır.[2]
İslâm âlimleri Zât-ı İlâhiye’ye hiçbir zaman beşerî sıfatlar nisbet etmemişlerdir. Yine onlar zât ve sıfatlarıyla birlikte ulûhiyetin, mâhiyet ve keyfiyeti bilinmeyecek müteâl/aşkın bir âlem olduğundan şüphe etmemişlerdir. Naslar içinde bu tür sıfatları teşkil eden bütün kelime veya kelime grupları mecâzî mânâlara sahiptirler. Bu tür kavramlar Allah’a nisbet edildiğinde beşerî mânâdan uzaklaşır ve O’nun için yön ve mekânın bahis mevzuu olamayacağı hakikatine işaret ederler.[3]
İsim veya sıfat olarak Allah’a nisbet edilen bütün kavramlar tek bir zâtı tavsif ettiğinden tevhidi zedeleyici bir çokluğa sebep teşkil etmezler. Ayrıca bu isim ve sıfatlardan bir kısmının insanlara da verilmesi, onlarla Yüce Yaratıcı arasında benzerlik meydana getirmez. Çünkü bu kavramların her iki nisbette ifade ettiği mânâ ve taşıdığı mâhiyet birbirinden farklıdır. Ayrıca Mâtürîdî’nin de güzel bir tahlil ile ifade ettiği gibi insanlar, müteâl varlık hakkında, tecrübe alanının kelime ve kavramları dışında kullanılabilecek bir idrak ve tanıma vasıtasına sahip değildirler. Şu halde O’nu nitelendirmek maksadıyla kullanılan kelimeler gerçekte O’nun isimleri olmayıp anlayışımıza yaklaştırıcı ifadelerden ibarettir. Bu ibarelerden bazen ulûhiyete yakışmayacak mânâlar zihne gelebileceğinden, Allah’ı isimlendirirken “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir”[4] âyet-i kerimesi bir an bile hatırdan çıkarılmamıştır.[5]