İnsan, yaratılışı îcâbı içtimâî/sosyal bir varlıktır. Yalnız başına yaşayamaz. Ünsiyet kuracağı başka insanlara muhtaçtır. Bunun yanında, bir de zayıf yaratılmış olup bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılayabilecek güçte değildir. Dolayısıyla insanlar, toplum hâlinde yaşamalı, birbirleriyle yardımlaşmalı ve Allah’a olan kulluklarını beraberce yapmalıdırlar. Cenâb-ı Hak insanları birlik ve beraberliğe teşvik ederek şöyle buyurur:
“Topluca Allah’ın ipine (Kur’ân ve Sünnet’e) sımsıkı sarılın, bölük pörçük olmayın…” (Âl-i İmrân, 103)
Peygamber Efendimiz de hem ibadetlerde hem de içtimâî münasebetlerde bir araya gelmenin ehemmiyetine temas ederek şöyle buyurur:
“Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân, 30; Müslim, Mesâcid, 249)
“Allah’ın eli (yardımı) cemaatle birliktedir. Cemaatten ayrılan, cehennem yoluna ayrılmış olur.” (Tirmizî, Fiten, 7/2167)
“Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır.” (Ahmed, IV, 278)
İslâm’ın emrettiği cemaatle namaz, Cuma namazı, bayram namazları, hac, zekât, infak, kurban gibi ibadetler; cenaze merasimleri, düğünler, hasta ziyaretleri, akrabalarla münasebetleri kuvvetli tutma, ihtiyaç sahipleriyle meşgul olma gibi beşerî muâmeleler, insanları hep içtimâîliğe teşvik etmektedir.
Tabiî, insanlarla birlikte hareket etmenin getirdiği bazı sıkıntılar vardır. Onlara tahammül etmek fedâkârlık gerektirir. İnsanları bu fedâkârlığa teşvik edecek bazı unsurların olması îcâb eder. Bu sebeple İslâm, toplum içinde yaşayıp insanların yükünü sırtlanan müslümanlara büyük mükâfatlar vaad etmektedir. Rasûlullah r bu hususta kendisi en güzel örnekliği sergilediği[1] gibi ümmetini de buna teşvik etmiştir:
“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan müslüman, onlara karışmayıp, ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)
İnsanların Derdiyle Dertlenmek
Müslümanlar, bir taraftan insanların verdiği meşakkatlere katlanırken diğer taraftan da kimseye sıkıntı ve zarar vermemeye gayret ederler. Geçim ehli olup insanlara güzel muâmele ederler. Herkesin derdiyle ilgilenir, yarasına merhem olmaya çalışırlar. Nebî r şöyle buyurmuştur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
“Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan sağlam bir bina gibidir.” Allah Rasûlü r bunu îzâh etmek için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetlemiştir. (Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65)
Rasûlullah r böyle olmayan mü’minleri ikaz etmiştir:
“Mü’min başkalarıyla ülfet eder/hoş geçinir ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400, V, 335)
“Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” (Taberânî, Sağîr, II, 131/907; Beyhakî, Şuab, VII, 361)
“Şeytan insanın kurdudur. Tıpkı sürüden ayrılan koyunu kapan kurt gibi… Sakın gruplara bölünmeyin! Cemaatten, toplumdan ve mescitlerden ayrılmayın!” (Ahmed, V, 232, 233)
Demek ki İslâm’ın içtimâîliği teşvik etmesinden maksat, insanların birbiriyle yardımlaşmaları, kötülerin zararlarına karşı kendilerini korumalarıdır.
Abdullah bin Ömer v anlatıyor:
Şiddetli bir kıtlık olmuştu. O seneye “Kıtlık yılı” ismi verildi. Babam Hz. Ömer develerle, civar beldelerin verimli arazilerinden elde ettiği buğday ve zeytinyağı ile bedevîlere yardım husûsunda büyük bir gayret sarfetmişti. Öyle ki kıtlık sebebiyle bütün verimli araziler kurumuştu. Ömer t duaya durup:
“Allah’ım, bedevîlerin rızkını dağ başlarında ver!” diye niyazda bulundu. Allah Teâlâ, onun ve müslümanların dualarına icâbet etti. Bu dualar sebebiyle yağmur yağınca Hz. Ömer şöyle dedi:
“–Elhamdülillah! Vallahi Cenâb-ı Hak bu sıkıntıyı gidermeseydi imkânı olan bütün mü’minlerin evine, hâne halkı sayısınca fakir verirdim de bir kişinin yiyeceğiyle iki kişi idare ederek helâk olmaktan kurtulurlardı.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 562)
O günlerde insanlar aralarında: “Cenâb-ı Hak, kıtlık senesinin sıkıntısını kaldırmasaydı, Hz. Ömer, müslümanların hâline duyduğu teessür sebebiyle mutlaka ölürdü” diye konuşurlarmış. (İbn-i Sa‘d, III, 315)
Hz. Ali’ye ait olan şu söz, müslümanların içtimâîliğe ne denli ehemmiyet verdiğini göstermesi bakımından hayli ibretlidir:
“Rabbimin lutfettiği iki nîmet var ki hangisinin daha büyük olduğunu ve hangisine daha çok şükredeceğimi bilemiyorum: Birincisi, bir kimsenin, ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samîmiyetiyle benden yardım istemesi, ikincisi de Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi veya kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermem, bana dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaktan daha sevimli gelir.” (Ali el-Müttakî, VI, 598/17049)
Allah Rasûlü r, bir kudsî hadîste bu tür ictimâî hizmetlerin Cenâb-ı Hakk’ı râzı edeceğini, kulu Rabbine yaklaştıracağını ve ilâhî mükâfâtlara nâil edeceğini beyân buyurmuştur.[2] Allah’ın kullarına maldan ve zamandan infak etmek bu kadar fazîletli olursa, acaba insanlara hizmet için canını fedâ edenler ne yüce makâmlara erişirler. İşte bu sebeple, Allah’ın kulları zulme uğramasın diye mücadele ederken canını verenler “şehitlik” gibi en yüce mertebelerden birine nâil olurlar.
El Kârda Gönül Yârda
İslâm, insanları içtimâîleşmeye teşvik ederken, hiçbir zaman onları ferdî ibadet ve tefekkürlerinden uzaklaştırmaz. Bütün içtimâî faaliyetlerini Allah rızâsı için ve ibadet niyetiyle yapmalarını tavsiye eder. “Halvet der encümen” prensibini koyarak “halk içindeyken bile Cenâb-ı Hak ile beraberlik şuurunu devam ettirmelerini” ister. Diğer bir ifade ile “El kârda, gönül Yâr’da” düstûrunca yaşamayı hedef gösterir.
Ancak, toplumun iyice bozulup fitnelerin arttığı ve bir müslümanın tek başına kimseye faydalı olamadığı, aksine kendi mânevî hayatının zarar gördüğü zamanlarda toplumdan ayrılarak inzivaya çekilmesine müsaade edilmiştir.
Nâfile olan ferdî ibadetler ile içtimâî ibadetler çakıştığında, müslüman, topluma faydalı olmayı tercih eder. Meselâ itikâf çok faziletli bir ibadet olmakla birlikte, daha mühim olan ictimâî ibadetlere mânî olmamalıdır. Bu husustaki ibretli hâdiselerden biri şöyledir:
Abdullah bin Abbâs v, birgün Peygamber Efendimiz’in mescidinde itikâfta iken bir kişi yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbâs v:
“–Kardeşim, seni kederli ve mahzûn görüyorum” dedi ve konuşmaları şöyle devam etti:
“–Evet, ey Rasûlullah’ın amcaoğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde hakkı var. Fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki borcumu ödeyemiyorum.”
“–Senin için onunla konuşayım mı?”
“–İstersen konuş.”
İbn-i Abbâs v ayakkabılarını giyerek mescidden çıktı. Adam ona:
“–İtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescidden çıktın?” diye seslendi. İbn-i Abbâs v, Peygamber r Efendimiz’in kabrine işaret ederek:
“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan muhterem zâttan r duydum ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu):
“–Her kim, din kardeşinin bir ihtiyacını karşılamak için gayret eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl itikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün itikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her bir hendeğin arası, doğu ile batı arası kadar uzaktır.” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425. Ayrıca bkz. Heysemî, VIII, 192)
Dâimâ Canlı ve Dikkatli Olmak
İslâm dâimâ dinamizmi ve hareketliliği ön plana çıkarmaktadır. Pasiflik, tembellik, vurdumduymazlık gibi zaafiyetler İslâm ile aslâ bağdaşmaz. İslâm, şahsî menfaatler husûsunda kanaatkâr olmayı telkin ederken mânevî alanda ve Allah yolunda bütün gücün sarfedilmesini istemektedir. Bu sebeple müslümanlar kendi zevkleri için değil fakat Allah yolunda harcamak için daha çok kazanmaya gayret ederler. İyilik yapmaya, muhtaçlara yardım etmeye ve ilim öğrenmeye ise hiçbir zaman doymazlar. (Tirmizî, İlim, 19/2686)
Hayır ve sevap kazanmak için alan sınırsızdır. Herkes koşturabildiği kadar koşturmalı ve hiçbir zaman yaptığını yeterli görmemelidir. Bir müslüman, maddî konularda kendisinden aşağı seviyedekilere bakıp şükrederken, dînî mevzûlarda dâimâ üsttekilere bakarak kusurlarını görmeli ve gayrete gelmelidir.
Tefekkür-i mevt (ölümü düşünmek), kader inancı, tevekkül ve teslîmiyet gibi hususlar, bazılarınca yanlış anlatıldığı gibi, kesinlikle insanları atâlete ve ümitsizliğe sevketmez. Bilâkis mü’minleri daha dikkatli, azimli ve gönül huzûruyla çalışmaya alıştırır. Ölümü hatırlayan insan, zamanın azaldığını düşünerek daha çok ve daha kaliteli iş yapmaya azmeder, vaktini lüzumsuz şeylerle zâyî etmez. Nefis ve şeytanın sürüklemek istediği günahlara düşmez. Kadere inanan, tevekkül ve teslîmiyeti doğru anlayan mü’min, elinden gelen şeyleri yapmadan Allah’a güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu bilir. Dolayısıyla gücü nisbetinde yapabileceği her şeyi yaptıktan sonra neticeyi Allah’a havale ederek rahat eder. Kadere inanmayan, tevekkül ve teslîmiyeti kabul etmeyen insanın da zaten bundan fazla yapabileceği bir şey yoktur. Böyle kimseler, Allah’a güvenmedikleri için yaptıkları işin neticesi hakkında devamlı endişe içinde olurlar ve sonuç istedikleri gibi çıkmayınca büyük bir rûhî çöküntüye uğrarlar. Kadere inanıp Allah’a güvenen mü’min ise, mesuliyetlerini yerine getirdikten sonra netice elde edemese bile niyetinin sevabını alır, bunun yanında aşırı derecede üzüntüye kapılmaktan da korunmuş olur. Yani hem maddî hem de mânevî yönden kârdadır.
İslâm, rızık temini için çalışmayı, evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı, infâk etmeyi, zamanı iyi değerlendirmeyi, âhireti kazanma yeri olan dünyadan âzamî derecede istifade etmeyi… emrederek insanları sosyal faaliyete ve dinamik bir hayat yaşamaya sevkeder. Zerre kadar hayır işleyenin de, zerre kadar yanlış yapanın da muhakkak karşılık göreceğini[3] zihinlere nakşederek daha dikkatli, zinde ve uyanık bir hayat yaşamayı sağlar.