İslâm âlimleri, “Allah’a giden yollar mahlûkâtın nefesleri adedincedir” demişlerdir. Yani her insan Allah ile doğrudan bağlantı kurma hürriyetine sahiptir. Her insan, ibadetleriyle, dualarıyla Allah’a yalvarır ve O’ndan af isteyebilir. Gönlüyle Allah’a yöneldiğinde O’nu karşısında ve gönlünde bulacağı kesindir.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de kullarını sık sık dua ve tevbeye teşvik eder. Merhametinin çok geniş olduğunu, bu sebeple duaları kabul edip günahları affedeceğini haber verir. İslâm’a göre duaları kabul etmek ve günahları affetmek sadece Allah’a mahsustur. Zira yegane kudret sahibi O’dur. Yaratılmış hiçbir varlık, Allah’ın yetkilerini kullanamaz. Allah’a ait salâhiyetleri O’nun dışındaki herhangi bir varlıkta görmek “şirk” sayılır. Şirk de İslâm’a göre en büyük yanlışlık, en büyük günahtır. Şirki terketmeden ölen kimse kesinlikle affedilmez.[1]
Akâid mevzûları son derece ciddî ve hassastır. Bu hususlarda dikkatsiz davranarak, Allah’a ait bir salâhiyeti kullarına da izafe etmek veya onu kısıtlamaya çalışmak, gazab-ı ilâhîyi celbeden son derece tehlikeli bir düşüncedir. Rasûlullah r bu hususta şöyle bir hâdise nakleder:
“Beni İsrail’de birbirine zıd istikamette iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri de ibadetler husûsunda gayretliydi. Âbid olan diğerini günah işlerken görür, «Bu günahtan vazgeç!» diye îkaz ederdi. Birgün, yine onu günah üzerinde gördü ve «Vazgeç» diye uyardı. Öbürü:
«–Beni Rabbimle başbaşa bırak! Sen benim başıma bekçi olarak mı gönderildin?» dedi. Âbid:
«–Vallahi Allah seni affetmez!» Veya: «Allah seni Cennet’e koymaz!» dedi.
Bir müddet sonra ikisinin de ruhları kabzedildi ve Âlemlerin Rabbi’nin huzûrunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ Hazretleri ibadetler husûsunda gayretli olana:
«–Sen benim, (kullarıma nasıl muâmele edeceğimi kesin olarak) biliyor musun veya benim yetki ve tasarrufumda olan bir şeyi yapmaya kâdir misin?» dedi.
Günahkâra dönerek:
«–Git, rahmetimle Cennet’e gir!» buyurdu. Diğeri için de:
«–Bunu Cehennem’e götürün!» diye emretti.”
Ahmed bin Hanbel’in rivâyetine göre Rasûlullah r sözlerini şöyle tamamlamıştır:
“Ebü’l-Kâsım’ın nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki adam Allah’ın gazabını celbedecek yanlış bir söz söyledi, dünyasını da, âhiretini de helâk etti.” (Ebû Dâvûd, Edeb 43/4901; Ahmed, II, 323. krş. Müslim, Birr, 137)
Buradan, günah işlemenin mâzur görüleceği gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Allah hakkında câhilce konuşmanın ve yanlış inançlara sahip olmanın ne kadar tehlikeli boyutlara varabileceğine dikkat edilmelidir.
Şu hâdise de konunun son derece ehemmiyetli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: Uhud Gazvesi’nde Rasûlullah r çok zor durumda kalmıştı. Ordusu dağılmış, alnından yaralanmış ve mübarek dişleri kırılmıştı. Bu sıkıntı ve üzüntüsü sebebiyle bir ara:
“Peygamberine bu eziyeti revâ gören ve onu yaralayan bir kavim nasıl kurtuluşa erebilir?!” demişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, şu îkazda bulundu:
“Bu hususta sana ait bir iş yoktur: Allah isterse onlara tevbe nasib edip günahlarını affeder, isterse zâlimlikleri sebebiyle kendilerine azap eder.” (Âl-i İmrân, 128) (Buhârî, Meğâzî, 21; Tirmizî, Tefsîr, 3/3002-3003)
Konuyla ilgili olarak Hz. İsa’nın şu sözü de câlib-i dikkattir:
“Allah’ı zikretmeksizin çokça konuşmayın ki kalpleriniz katılaşmasın! Zira katılaşmış bir kalp Allah’tan uzaktır, fakat siz bilemezsiniz. Sanki Rab’mışsınız gibi insanların günahlarına bakmayınız. Bir kul’a yakışır şekilde kendi günahlarınıza bakınız.[2] İnsanlar iki gruptur, bir kısmı günahlara düşmüştür, bir kısmı da günahlardan uzak durmaktadır. Günahlarla veya musibetlerle imtihan olunanlara merhamet ediniz, bu belalardan muhafaza edilip âfiyette kılındığınız için de Allah’a hamdediniz!” (Muvatta’, Kelâm, 8; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VI, 340/31879)
Bir bedevî esir edilerek Peygamber Efendimiz’e getirilmişti. Bedevî:
“Allah’ım, sana yönelip tevbe ediyorum, Muhammed’e tevbe etmiyorum” dedi. Bu söz üzerine Rasûlullah r:
“–Hakkı ehline tanıdı (verdi), onu serbest bırakınız!” buyurdu. (Ahmed, III, 435; Hâkim, IV, 284/7654; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, no: 1727; Münâvî, Feyz, no: 5423)
İslâm’da dua, tevbe, ibadet, nikâh gibi hususlarda bir din adamına ihtiyaç yoktur. Zaten her müslüman kendisine yetecek kadar dînî bilgiyi edinmek zorundadır. Ancak isterlerse dini daha iyi bilen bir hocaefendiye danışabilir, bu hususlarda ondan yardım alabilirler. Namaz kılmak için bir araya geldiklerinde, içlerinden en bilgili ve faziletli insanı imamlığa geçirirler. İbadetleri için husûsî mekânlara da ihtiyaçları yoktur. Temiz olan herhangi bir yerde ibadet edebilirler. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Bütün yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı. Binâenaleyh ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen bulunduğu yerde namazını kılsın!” (Buhârî, Teyemmüm, 1)
İslâm âlimlerinin vazifesi, sadece dînî esasları açıklayıp öğretmek, vaaz ve nasihatlerle doğru yolu gösterip insanları aydınlatmaktır. Yoksa Allah ile kul arasına girip onları Allah adına affetme veya dualarını kabul etme gibi bir yetkileri yoktur. İnsanların sapıklığa sürüklenerek putlara tapmaları Allah ile kulları arasına aracılar koymalarıyla başlamıştır. Müşrikler, putlara, kendilerini Allah’a yaklaştırmaları için ibadet ettiklerini iddia ediyorlardı.[3] Zamanla aradaki varlıklara ilahlıktan bir pâye vermeye başladılar. Bu sapıklık böylece ilerleyip gitti. Dolayısıyla Allah hakkında sağlam bir inanca sahip olmak ve onu bozacak inanç ve davranışlara girmemek îcâb eder. Bu doğru bilgilere ulaşmak için tefekkür mühim bir rol oynamakla birlikte yeterli değildir. Böylesi bilgiler ancak beşer eli değmemiş ilâhî bir kitaptan alınabilir.
[1] Lokman, 13; Nisâ, 48, 116.
[2] Muvatta’ın Müntekâ isimli şerhinde şu îzah yapılır: İnsanın, başkasının günahlarına bakması bir anlam ifade etmez. Zira ne onları affedebilir ne de ceza verebilir. Günahlara ancak onları yasaklayan Allah Teâlâ bakabilir. İsterse onları affeder, isterse karşılığında ceza verir. Kula yakışan, kendi günahlarına bakıp onları düzeltmeye çalışması ve tevbeye yönelmesidir.
[3] Zümer, 3.