7. İlâhî Dinlerin Son Halkası: İSLÂM

Her şeyi yaratan ve hayat rehberi olarak insanlığa dini gönderen Allah, tek olduğuna göre, O’nun birbirlerini tasdik ederek gönderdiği bütün kitapları ve peygamberleri kabul etmek lâzımdır.

Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği kitapların sonuncusu Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin sonuncusu da Hz. Muhammed r Efendimiz’dir. Bunların hakikaten Allah tarafından gönderilip gönderilmediklerini anlayabilmek için biraz araştırma yapmak kâfîdir.

İnsanlık târihine insafla bakıldığında, Kur’ân’ın ve Allah Rasûlü’nün insanlar üzerinde ne büyük bir tesir icrâ ettiği ve büyük bir kitle tarafından kabul edildiği kolayca görülebilir. Sadece bu hakikat bile, Kur’ân ve Hz. Peygamber hakkında ciddî bir araştırma yapmak gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Akl-ı selîm sahibi insanların, “Hakikaten bu din hak din midir?” diye en azından ciddî bir tahkikatta bulunma, ilmî ve tarafsız bir araştırma yapma zarûreti vardır.

Peygamberlik iddia eden kişiden, sözünün doğruluğunu ispat eden bir mucize istemek herkesin hakkıdır. Ancak mucize gösteren bir peygambere îman etmek de bütün insanların Allah’a karşı yapması gereken bir vazifedir. Bu açıdan bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hayatında pek çok mucizelerin olduğu kolayca görülecektir. Bu hususta “Kitaplar” bölümünde ve Peygamber Efendimiz’in mucizelerinden bahsedilen son kısımda açıklama yapılmıştır.

Ancak burada çok dikkat edilmesi gereken mühim bir husus vardır: İslâm ve onun aziz Peygamberi hakkında bilgi almak isteyen kişi, medyanın ve taraflı yazılan kitapların verdiği sübjektif mâlûmât ile iktifâ etmemelidir. İlmî hassâsiyetle yazılmış esas kaynaklara, hatta bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine müracaat etmelidir.[1] Kur’ân-ı Kerîm’i okurken de mutlaka doğru ve tarafsız bir tercümeyi tercih etmelidir. Aksi takdirde yanlış bir kanaate varabilir. Zira hakikatlerin çoğu zaman tersyüz edildiğini ve mâsum zihinlerin önyargılarla doğrulardan uzaklaştırıldığını görmekteyiz. Bunlar pek çok insanın yaşadığı tecrübelerdir. Birçokları, önyargılı birinin hazırladığı Kur’ân mealini ve İslâm hakkındaki kitabını okuduğunda yanlış düşüncelere sahip olurken, objektif, doğru ve güvenilir kaynakları okuyunca İslâm’ı kabul etmiştir.

Aynı şekilde, İslâm hakkında karar verirken sadece müslümanların davranışlarına bakmak ve onları esas almak da doğru değildir.

Diğer taraftan, İslâm’a “Muhammedîlik” demek de doğru değildir. Allah tarafın­dan konulmuş hak dinin, onu getiren peygambere veya ilk hitap ettiği kavme nisbet edilerek isimlendirilmesi İslâmî telakkiyle bağdaşmaz. Böyle bir adlandırma ancak beşerî dinler için mümkündür. Nitekim Hz. Muhammed r, Kur’ân’ın tâlimi gereğince ken­disini bir din tesis edicisi olarak görmedi­ği için “bir beşer-elçi” oldu­ğunu açıkça beyân etmiştir.[2] Bu dine “İslâm” ismini bizzat Allah Teâlâ vermiştir.[3]

Cenâb-ı Hak insanlığa yeni bir din gönderdiğinde önceki dinlerin hükümsüz kalacağı açıktır. Ahmed Hamdi Akseki bu hususta şöyle der:

“Sonra gelen şeylerin, evvelkilere nazaran daha mütekâmil ve daha şümullü olacağı şüphesizdir. Nitekim tekâmül kânunu da bunu gerektirir. Bu sebeple, bütün dinlerin sonu ve hepsinin en mükemmeli olan İslâm, kendinden evvelki şeriatların ahkâmını ilgâ ve nesh etmiştir. Güneş doğduktan sonra ay ve yıldızların ışığına nasıl ihtiyaç kalmaz ve Güneş’in ziyâsı yanında onlar nasıl sönük ve hükümsüz kalırsa, Müslümanlığa nisbetle diğer şeriatlar da böyledir. Onlar husûsî birer kandil idi. Güneş çıkıncaya kadar bulundukları yeri bir müddet aydınlattılar. Hakikat güneşi olan Müslümanlık doğduktan sonra, onlara ihtiyaç kalmayacağı tabiîdir. Güneşi bırakıp da yıldızların ışığı ile yol bulmaya çalışmak, şüphe yok ki bir dalâlettir. Böyle yapanlar gâyelerine ulaşamazlar.” (A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, s. 19-20)



[1] İslâm âlimleri nazarında ilmî araştırma yöntemi şu büyük ve güzel kâideyle ifade edilir:

“Eğer nakilde bulunuyorsan sahih rivâyeti getir, kendinden bir iddia ortaya atıyorsan delilini getir.”

Araştırma konusu, ya nakledilen bir haber veya zannedilen bir iddiadır. Haber’de mühim olan onun ilk çıktığı yer ile vardığı son nokta arasındaki nakledicilerin durumunu etraflıca araştırmaktır. İddia’da araştırılması gereken taraf ise herkes tarafından kullanılan ve uygun bulunan bilimsel verilere yönelmek ve bunların ışığında meseleyi çözmeye çalışmaktır. Maddî eşyanın tabiatı ve özü ile alakalı teori ve görüşler, deney ve gözlemin ışığı olmadan sağlam bir temele dayandırılamaz. Mücerred meseleler, rakamlar, psikolojik ve rûhî mevzular, mantık meseleleriyle alakalı görüş ve teorilerde ise, ancak her yerde geçerli olan kanunlaşmış verilere dayanılabilir. Yoksa rasgele delillere dayanmak yetmez… (Prof. Dr. M. Said Ramazan el-Bûtî, İslâm Akâidi, s. 38)

[2] Meselâ bkz. İsrâ, 93; Müslim, Fedâil, 140.

[3] Bkz. Âl-i İmrân, 19, 85; Mâide, 3; En’âm, 125; Zümer, 22; Saf, 7; Hucurât, 17; Tevbe, 74.

%d bloggers like this: