İslâm’ın kalbî ciheti, yukarıda bahsettiğimiz “Âmentü” esaslarıdır. Amelî kısmı ise, Kur’ân ve Sünnet’in, ibâdet, muâmelât ve hukûka dâir hükümleridir.
Îmânın mü’minde zirveleşmesi, amel-i sâlih dediğimiz Allah rızâsını gâye edinen niyet ve davranışlara bağlıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde îman ve amel-i sâlih beraberce zikredilmiştir.
Çünkü îman, sırf nazariyat ile kemal bulmaz. Onun kemâli, kalpte hissedilen hakîkatler ile ve ibâdetleri gereken rûhâniyeti içinde edâ edebilme neticesinde gerçekleşir. İbâdetler ve amel-i sâlihlerle tezyîn edilmeyen bir îman, mahfazasız bir mum ışığı gibidir ki, nefsânî ve şeytânî fırtınalar karşısında dâimâ büyük bir tehlike ve risk altındadır.
Bu itibarla, dînimizi ve îmânımızı, ibâdet ve sâlih amellerle âdeta mânevî bir zırh gibi muhâfaza altına almak mecbûriyetindeyiz.
Unutmamalıyız ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun -hâşâ- bizim ibâdetimize de ihtiyacı yoktur. Fakat Cenâb-ı Hakk’a kulluk ve itaatimizi ifâde edebilmek, O’na olan şükür borcumuzu ödemeye çalışmak, O’nun rızâsına kavuşmak, rûhânî hayatımızı yükseltmek, kalb-i selîme nâil olabilmek, O’na takarrub (yakınlık) kazanabilmek, O’nunla dostluğun huzur ve saâdetini tadabilmek için, O’nun bizlere bildirdiği en ulvî yol olan ibâdetleri ve amel-i sâlihleri edâ etmeye bizim ihtiyacımız vardır. İhtiyaç bizim olduğu için de onu gidermeye yönelik olarak emredilmiş ibâdetler ve amel-i salihler de, aslında bizlere müstesnâ birer ilâhî lutuftur. Hatta sudan da havadan da kıymetli ikramlardır. Çünkü rûhun ihtiyacı, bedenin ihtiyacından daha önce ve mühimdir.
Hazret-i Mevlânâ bu hususta ne güzel buyurur:
“Teni fazla besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan, odur..”
“Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”
“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdalar sun da, gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin!”
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede; “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) diye ferman etmektedir. Ve bu emr-i ilâhîsine itaat ederek ihlâs ve samimiyetle secdeye kapanıp O’na yönelen ârif ve âşık gönülleri de, husûsî bir yakınlık ve dostluk ile mükâfatlandırmaktadır. Nitekim bunu bir hadîs-i kudsîde şöyle beyan etmektedir:
“Her kim Ben’im bir dostuma düşmanlık ederse, Ben de ona karşı harp îlân ederim. Kulum kendisine farz kıldıklarımdan daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle mütemâdiyen yaklaşır. Nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum. Ben’den her ne isterse, onu mutlaka veririm. Bana sığınırsa, onu korurum…” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)
Bu beyanında Cenâb-ı Hak bildirmektedir ki, kendisine takarrub (yakınlaşma) yolu, ancak ibâdet ve sâlih amellerdir. Makbul ibâdet ve amel-i sâlihler de, ancak huşû içerisinde, yani kalbî derinlikle, rûhânî duyuşlarla ve âdâbına riâyet ederek edâ edilenlerdir.
Yani Cenâb-ı Hak bizden, ruh ve beden âhengi içinde bir ibâdet arzu ediyor. “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) emriyle, alnımız secdeye varırken kalbimizin de Allâh’ın huzûrunda tazarrû ve niyaz hâlinde ve ihsan duygusu içinde bulunmasını istiyor. Zira insanı hakîkî mü’minliğin kemâline erdiren, beyin ve kalp fonksiyonlarının müşterek kullanılmasıdır.
Bu kıvamda, yani huşû içerisinde ibâdetlerin îfâsı, “ihsan” hâli üzere yaşamayı gerektirir. Efendimiz r ihsan hâlini şöyle tarif etmişlerdir:
“…İhsan, Allâh’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi O’na ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor…” (Müslim, Îmân, 1)
Yani ihsan hâli, dâimâ ilâhî kameraların müşâhedesi altında bulunduğumuzun kalpte bir şuur ve idrak hâline gelerek, kulluğu huşû içinde îfâ edebilmektir.
Velhâsıl bütün ibâdetlerin kalbî hassâsiyetler içerisinde edâ edilmesi îcâb eder. Şüphesiz ki ibâdetlerin en başta geleni de; dînin direği, mü’minin mîrâcı ve Cenâb-ı Hak’la mülâkâtı olan:
Namaz
Rabb’imiz, sırf şeklen ve bedenen edâ edilen, rûhun iştirâk etmediği bir namazı kabûl etmiyor. Hattâ:
“Yazıklar olsun o namaz kılanların hâline ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (el-Mâûn, 4-5) buyuruyor.
Râzı olduğu bir namazı ise şöyle bildiriyor:
“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)
Namazda huşûun zirvesini de Peygamber Efendimiz r şöyle ifâde buyurmuşlardır:
“…Namazını, (hayata) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 412)
Namazda vücûdun kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olmalıdır. Zâhirî ve bâtınî âdâbına riâyetle kılınan namaz; kulu yanlışlıklardan, aşırılıklardan, hudutların dışına çıkmaktan koruyan bir zırh olur. Âyet-i kerîmede:
“…Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyrulmaktadır. Yani kişi, namaz kıldığı hâlde şayet kötülüklerden gereği gibi sakınmıyorsa, bu hâl, kıldığı namazın makbul bir namaz olmadığını veya en azından fireli bir namaz olduğunu gösterir.
Zira bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Bir kul namaz kılar, fakat namazının ancak onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvud, Salât, 123-124/796; Ahmed, IV, 321)
Yani ancak rûhânî duyuşlar içinde, huşû ve huzur ile kılınan namazın ecri zirveleşir ve kötülüklerden alıkoyar. Bu husustaki noksanlığı nisbetinde, namazının bir kısmı -tâbir câizse- ıskartaya çıkar, boşa gitmiş olur.
Namazın boşa gitmemesi için; Cenâb-ı Hak, kullarının, kalp ve beden âhengi içinde, vuslata merhale olacak bir ibâdet hayâtı yaşamalarını murâd etmektedir. Bu murâd-ı ilâhî de, hiç şüphesiz sâdece namaz ibâdetine mahsus olmayıp, oruç, hac, infak gibi bütün ibâdetlerin zemînini teşkil etmektedir. Çünkü her ibâdetin insan rûhuna kattığı ayrı ayrı mânevî gıdalar vardır. Tâbiri câizse, bedenin alması gereken farklı vitaminler gibi, rûhun da farklı ibâdetlerden beslenmesi zarûrîdir. Her birinin de ayrı bir ehemmiyet derecesi vardır. Namazın ayrı, orucun ayrı…
Oruç
Oruç, sadece belli bir süreliğine aç kalmak değildir. Oruç yalnızca mide ile tutulmaz. Bütün uzuvların bu ibâdete iştirâk etmesi îcâb eder.
İslâm’ın beş temel esâsından biri olan orucu; yalan, gıybet, kovuculuk gibi zaaflarla zedeleyerek ecrini asgarî seviyeye düşürmek, büyük bir israftır. Peygamber Efendimiz r şöyle buyurur:
“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini-içmesini bırakmasına kıymet vermez.” (Buhârî, Savm 8, Edeb 51)
Bu sebeple oruçta ağza bir şey girmemesine dikkat etmek kadar, ağızdan yanlış bir ifâdenin çıkmamasına da dikkat edilmelidir.
Âdâbına riâyetle tutulan bir oruç, kulu rûhen bir riyâzat iklîmine götürür. Bu riyâzat neticesinde de gönüldeki merhamet ve şefkat hisleri inkişâf eder ve Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân” sıfatından hisse alınır.
Yine oruç, gönüllerdeki ihtiras ve tamâ fırtınalarını dindiren ve sabır meziyetini tâlim eden bir terbiye mektebidir. Böyle bir oruç, cehenneme karşı âdeta bir kalkan hâline gelir.
Yine kâmil mânâda edâ edilen bir oruç ibâdeti; Allâh’ın verdiği nîmetlerin kadrini düşündüren, hamd ve şükre sevk eden, yoksulların hâlinden anlamayı öğreten, muhtaçların “acıyın bize” feryatlarına karşı gönüllerde merhamet akisleri uyandıran, şefkat ve merhameti bütün fânî sevdâların üzerine yükselten, kimsesiz bîçârelere yardım hissini canlandıran ve rûhu incelten ulvî bir kulluk şuurudur.
Çünkü samimî yapılan her ibâdetin, diğer ibâdetleri de şevkle îfâ etmeye yönelik sayısız faydaları vardır. Meselâ namaz oruca şevktir, oruç da zekâta…
Zekât
İslâm’da, mal-mülk ne ferde, ne de topluma âittir. Mülk, Cenâb-ı Hakk’a âittir. Kul, ancak onun belli bir süreliğine tasarrufçusudur.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey insanlar! Allâh’a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur.” (Fâtır, 15)
Zekâtlar, mülkün Allâh’a ait olduğu idrak ve şuurunun bir ifâdesidir. Mü’min, Allâh’ın verdiği nîmetleri îtinâ ile kullanmalıdır. Zira bir gün mutlaka ondan dolayı hesaba çekilecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Nihâyet o gün (dünyada faydalandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)
Bu hakîkat, bütün mü’min gönüllerde; beden, ruh, eşya, dünya ve hayat eksesinde bize verilen sayısız nîmetler hakkında, derin bir tefekkür ve muhâsebeye vesile bir hayat düstûru olmalıdır. Tâ ki her nîmeti ilâhî bir emanet şuuru içerisinde değerlendirebilme hassasiyetine sahip olabilelim. Tâ ki mâlî ibadetlerimizde de gerekli edep ve erkâna riâyet edebilelim.
Zira bütün ibâdetlerde olduğu gibi zekât ve sadaka ibâdetinde de zâhirî ve bâtınî usûl ve âdâba riâyet elzemdir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ezâ gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, hilim sahibidir. Ey îmân edenler! Başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın…” (el-Bakara, 263-264)
Dolayısıyla, riyâ ve ucup gibi kalbî marazlar neticesinde hayırları başa kakmak sûretiyle muhtâcı incitmek veya minnet altında bırakmak, yapılan hayırların ecrini imhâ etmek demektir. Güzel bir ev inşa edip de ardından onu yakmak ne kadar abesse, yapılan hayırları âdâbına uygun yapmayıp ecrini imhâ etmek de aynıdır. Onun için nefsin hoyratlığını bertaraf ederek Cenâb-ı Hakk’ın rızasına muvâfık hareket etmek zarûrîdir.
Yine bu cümleden olarak; bir mü’min, zekâtı ehline verebilmek için titiz bir gayret içinde bulunmalıdır. Zira Cenâb-ı Hak böyle kullarını medhederek:
“Onlar ki zekât vermek için faâliyet gösterirler.” (el-Mü’minûn, 4) buyurmaktadır. Bu da kalpteki ihlâs ve huşûun bir alâmetidir.
Zekât ve sadakalarımızı ehline verebilmek, çok mühim bir mazhariyettir. Bunun için ciddî bir araştırma yapmak ve muhtaçları sîmâlarından tanımayı kalbî bir hassâsiyet hâline getirmek, Rabb’imizin en mühim emirlerindendir.[1] Yani kalp, şefkat ve merhamette o kadar incelik, zarâfet ve nezâket kesbetmeli ki, âdeta bir röntgen gibi, karşılaştığı muhtaçların ıztırâbını sîmâlarından okuyabilmelidir.
Aslında zekât ve sadakayı, ona en lâyık kimselere verebilmek, onun hangi yollardan kazanıldığına da bağlıdır. Diğer bir ifâdeyle zekât, sadaka ve infakların sarf yerleri, kazancın helâliyet derecesini gösteren aynalar mesâbesindedir.
Çünkü bu ibâdet, zâhiren mâlî olarak gerçekleşiyor görünse de, aslında o da mânevî bir mâhiyet ve rûhâniyet zemininde güzellik ve faziletini inkişâf ettirmekte ve kalbî kıvam ile makbul olmaktadır. Tıpkı hac ibâdeti gibi…
Hac
Bütün dünya mü’minleriyle tek yürek hâline gelinen hac ibâdeti de, giyilen bembeyaz ihramlarla bir nevî kefen iklîmine girmektir. İbrahim -aleyhisselâm-’ın teslîmiyetinden hisse alabilmektir. Hac ve umre, Hakk’a teslîmiyet hâli ile rûhânî meziyet ve istîdatların tekâmül ettirilmesidir.
Hac ibâdetinde, insanların hak ve hukûkuna dikkat etmemek, mâlâyânî ile meşgul olarak rûhâniyet ve feyzi dağıtacak davranışlarda bulunmak, bu ibâdetin ecrini zâyî etmektir.
Bütün ibâdetler gibi hac ve umreler de kalbî hassâsiyetlerle îfâ edilmelidir. Öyle ki bu ibâdet, bembeyaz ihramlar içerisinde meleklerin letâfetinden hisse alma gayretidir. Kadın-erkek mü’minler, tavaf, sa’y ve vakfe yaparken refesten, yani lâubâlî hâllerden korunmalı, devamlı ayaklarının ucuna bakarak fısk u fücûrdan ve münâkaşadan berî kalmalıdır.
Yine ihramlı iken bir av avlanmamalı, avcıya av gösterilmemeli, bir ot, hatta kasıtlı olarak bir kıl bile koparılmamalıdır. İhrâma girenler, belli bir vakit bâzı helâllerin bile yasaklanması vesîlesiyle, şüpheli ve haramlardan ne kadar uzak durmak gerektiğinin bir başka telkînini gönüllerinde hissederler. Orada Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, nezâket ve bilhassa gönül kırmama ve kırılmama hassâsiyetinin şuur ve idrâki içinde olurlar. Böylece kalpler incelir, nezâket ve zarâfette zirveleşir, İslâm’ın güler yüzünü temsîl edecek kıvâma ulaşır.
Bunun için her hâlükârda ilâhî emir ve yasaklara riâyet şarttır. Bilhassa da hac ibadetinde. Çünkü mâlî ve bedenî bir ibâdet olan hac için gereken maddî meblağ da helâlden kazanılmış olmalıdır.
Hadîs-i şerîfte, haram parayla hacca giden kimse; «Lebbeyk» dediğinde kendisine; «Sana, ne lebbeyk ne de sa’deyk. Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!» şeklinde bir karşılık verileceği beyan buyrulur. (Heysemî, III, 209-210)
Bu bakımdan hac yapacak kimselerin her şeyden önce bu mânevî itâba muhâtap olmaktan sakınmaları gerekir. Tâ ki, onun özüne ve rûhuna uygun bir hac nasîb olsun.
Mevlânâ Hazretleri, gerek hac, gerek namaz, gerekse diğer ibadetleri rûhuna uygun bir şekilde edâ etmeye ışık tutacak bir bakış açısıyla, meselenin özünü, şu veciz cümleyle hulâsa eder:
“Keçinin gölgesini kurban etme!”
Çünkü işin özünü, aslını ve rûhunu unutup da gölgesiyle meşgul olmak, her hâliyle boş bir hamâkattir. İbâdetleri rûhâniyetinden uzak, gâfilâne edâ ediverip geçmek ve onların kalbî cihetine nüfûz edememek, onlardan umulan fayda ve bereketin zâyi edilmesine sebep olur. Geriye sadece boş bir yorgunluk kalır.
Bu sebeple mü’min, yaptığı ibâdetleri de ihsan kıvâmında, yani Allâh’ı görüyormuşçasına bir gönül hassâsiyetiyle, özenerek, en güzel kıvamda yapmaya gayret etmelidir.
Unutmamalı ki, içinde yaşadığımız maddî âlem, fânîdir. Hakîkî hayat olan âhirete kıyasla dünya, bir gölgeler âlemi, hayal ve rüyâ diyârıdır. Dünya hayatında yaşanacak kullukta da sırf zâhirde kalmak, işin özüne nüfûz edememek, taklitten tahkîke intikal edememek, insanı menzil-i maksûda vâsıl olmaktan alıkoyar.
Bu tıpkı, ceviz yemek isteyen birinin, kabuğu kırarak onun içini açmaya mecbur oluşuna benzer. Hakk’ın rızâsına ulaşmak için de, kulluğun sırf zâhiriyle yetinmemek, onun rûhuna da nüfûz edebilmek şarttır.
Bütün ibâdetler, kalp ve beden âhengi içinde îfâ edilmesi hâlinde bir kıymet ifâde eder. Çünkü o zaman kalbe de işler, rûha da işler. İnsanın bütün fiil ve davranışlarına da işler. Müthiş bir muâmelât güzelliği ve mükemmelliği meydana gelir…