Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“İnsanlar yalnız «inandık» demekle hiç imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?
Şânım hakkı için onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah, (dîn ve îman dâvâsında) sâdık olanlarla yalancıları bilmektedir.” (el-Ankebût, 2-3)
Unutmamak gerekir ki “ÎMAN” en büyük dâvâdır. Her dâvâ ve iddiâ, ispatlanmaya muhtaçtır. İspat için de, delil ve şâhide ihtiyaç vardır. Cenâb-ı Hak da, bu âlemde biz kullarını îmanda sadâkat ve samîmiyet husûsunda her vesîle ile imtihan ederek onun bedelini ödememizi ve ona gerçekten sahip olduğumuzu ispat etmemizi istemektedir.
Bir kimse ne kadar “ben merhametliyim, sabırlıyım” dese de, hayatında sabır ve merhamet tezâhürleri yoksa, bu tamamen lafızda kalmış kuru bir iddiâ demektir. Fakat “şefkat alâ halkillâh” (اَلشَّفَقَةُ عَلَى خَلْقِ اللّٰهِ) yani bütün mahlûkâta Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakıp imkânları nisbetinde bu yolda bütün gayretiyle hizmet edebiliyorsa, o insan gerçekten merhametlidir. Yani bir kimse, kendisi için istediğini, diğer mahlûkat için ne nisbette istiyorsa, kendi imkânlarını paylaşmaya ne kadar hazırsa, şefkat ve merhamette o kadar merhale kat etmiş ve o kadar Hazret-i Peygamber’in ahlâkına bürünmüş demektir.
Peygamber ahlâkıdır ki; yakılmış bir karınca yuvası görmek, O’nu dehşete getirmiş ve hüzne gark etmiştir. Çünkü O, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olduğundan bu vasıfla müseccel bir merhamet ve şefkat âbidesiydi. O’nun yolunda aşk ile yürüyenler de aynı husûsiyetlerle muttasıf oldular. Nitekim torbasının üzerinde bir karınca gören Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri de, yüreğindeki şefkat ve merhamet sebebiyle, o karıncayı tekrar yuvasına götürüp bırakmadan huzur bulamamıştır.
İşte ahlâkın şâhidi, o ahlâkın gerektirdiği davranışlardır.
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in bir vazîfesinin de “şâhitlik” olduğunu bildirmektedir. Allâh’ın hak ve hakîkat olduğuna, mü’minlerin îmânına, kâfirlerin de küfrüne, dünya ve âhirette şâhitlik etmek…
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Ey Peygamber! Biz Sen’i hakikaten bir şâhit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allâh’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik). Allah’tan büyük bir lutfa ereceklerini mü’minlere müjdele.” (el-Ahzâb, 45-47)
Bu müjdeye nâil olmak için ümmet-i Muhammed olarak bizlere düşen, bir ömür O Zirve Şâhid’e yaklaşmak ve bunun için de O’nun ahlâkı üzerinde yoğunlaşmaktır. Bu ise, adım adım O’nu takip etmekle mümkündür ki her bakımdan buna mecbûruz. Çünkü âyetteki şâhitlik vazîfe ve mes’ûliyeti, mü’minler üzerine de terettüb etmektedir. Bu hususta âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:
“De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da Rasûlü de mü’minler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allâh’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (et-Tevbe, 105)
“İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız, Rasûl’ün de size şâhit olması için sizi mûtedil bir millet kıldık…” (el-Bakara, 143)
İfâdeler gayet açık…
Cenâb-ı Hak, biz mü’minlerin, îmanda, îtikadda, muâmelâtta, ahlâkta, velhâsıl dînin her noktasında “Allâh’ın yeryüzündeki şâhidi” olmamızı arzu etmektedir.
Bu ilâhî arzuyu yerine getirmek için îmânın birinci şartı olan “Allâh’a îmân”ın da hayata intikal ettirilerek şâhitlendirilmesi gerekir.
En öz târifiyle “îman; kalb ile tasdîk, dil ile ikrar”dır. Yani önce kalbin, îman umdeleri hakkındaki bütün inkâr ve şüphe marazlarından arınmış olarak ve mutmain bir hâlde tasdîki gerekir. Buna göre sırf sözde kalan, kalbe nakşolmayan, amellere aksetmeyen, kişinin hayatının bütün safhalarında belirleyici olmayan bir îmânın sıhhatinden söz edilemez.
İnsan, îman sâyesinde “mü’min” olur. Cenâb-ı Hakk’ın 99 esmâsından biri olan “el-Mü’min” (المؤمن) kelimesinin ilâhî mânâsı, gönüllerde îman nûru meydana getiren, kendine sığınanlara eman verip onları koruyan, îtimad telkin eden, vaadine güvenilen demektir. Bu ismini îman edenlere bahşeden Hak Teâlâ; bununla, yani “mü’min” sıfatıyla vasıflanan kullarında, ona göre tecellîler görmeyi murâd etmektedir. Zira bu da îmanda sadâkatin bir delîlidir.
Yine; “Allâh’a inandım” demek, hayatın her safhasında;
“Allah benim bu hâlimden, bu fiilimden, bu duygu ve düşüncemden râzı mıdır? Allâh’ın Rasûlü r benim yanımda olsa, acaba bana tebessüm mü ederdi, yoksa benden yüzünü mü çevirirdi?” hâlet-i rûhiyesi içinde olabilmektir. Îmânın özü budur. Onun kemâli de; kalbin, bu şuur ve idrâk ile hassâsiyet kazanmasıdır.
Allâh’a îmâna bağlı olarak zarûrî diğer bütün îman esaslarını da aynı çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani Allâh’a îmandan sonra meleklerin, mukaddes kitapların, peygamberlerin, âhiretin, kaderin, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunun, ölümden sonra dirilişin muhakkak gerçekleşeceğinin tasdîk edilmesi ve onların mâhiyeti hakkında kalpte bir şuur oluşması îcâb eder.
Bütün bunlardan gelen mesajların; akılda, kalpte, vicdanda, iz’anda, velhâsıl bütün idrak melekelerinde yüksek bir irâde hâline gelerek, kişinin hâl ve davranışlarını kontrol altına alması ve doğru yöne istikâmetlendirmesi gerekir. İşte îman, ancak o zaman taklitten tahkîk kıvâmına yükselir.
Aksi hâlde şâirin; “Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.” dediği gibi, hâl ve davranışlarla te’yîd edilmeyen bir îman iddiâsı, kuru bir laf kalabalığından öteye gidemez.
Asr-ı saâdetteki îman aşkı, ibâdet şevki, Allah yolunda hizmet ve “îlâ-yı kelimetullah” heyecanı, İslâm’ın, tıpkı sabahın fecri gibi süratle ve berrak bir şekilde dünyaya yayılmasıyla neticelenmiştir. O devirdeki zâhirî ve bâtınî fetihlerin yoğunluğu ve elde edilen inkişaf karşısında, günümüz İslâm dünyasındaki atâlet, dağınıklık, karmaşa ve heyecan kaybının bâtınî sebebini, ağızlarla gönüllerin farklı konuşmasında ve şekil planından ruh planına intikal edememekte aramak lâzımdır.
Bu sebeple bugün, îmânın tahakkukunda asıl kalp ile tasdik cihetine ağırlık vermek gerekmektedir. Çünkü kalben tasdik noktasındaki pürüzler aşılmadığı takdirde, dil ile ikrar bir kıymet ifâde etmez. Neticede sağlam bir îman temeli tesis edilmeden de düzgün bir İslâm şahsiyeti oluşmaz.
Buna paralel olarak dînî tahsil de, sırf kitap satırlarındaki bilgilerin kuru kuruya zihne depolanmasıyla gerçekleşmez. Bunun içindir ki Kur’ân-ı Kerîm, dînî bilgileri sırf zihne istifleyerek onu kalben hazmedemeyen, hâl ve davranışlarına aksettiremeyenleri, kitap yüklü merkepler olarak tasvir etmektedir.[1]
Çünkü din, her şeyden önce bir muhabbet işidir. Öyle ki, samimî bir muhabbet olmadan, sadâkat de, teslîmiyet de, itaat de ilâhî rızâya muvafık değildir. Çünkü satırlardaki bilgilerin, sadırlarda hissedilmesi, aklen ve rûhen hazmedilmesi ve bunun en tabiî neticesi olarak da sâlih ameller sûretinde fiillere aksetmesi ve “takvâ” hayatının yaşanması îcâb eder. Bu da ancak muhabbetle mümkündür. Zira muhabbet, takvânın vazgeçilmez anahtarıdır. İşte bu “takvâ”, o kadar mühimdir ki;
Kur’ân-ı Kerîm’de, muhtelif kalıplarda, 258 yerde geçmektedir. Gerek siyak-sibak itibarıyla, gerekse mâhiyet itibarıyla onunla kasdedilen mânâları özetle tarif edecek olursak:
Takvâ; Allâh’a kul olma sanatıdır.
Takvâ; değişen şartlar ve hayatın med-cezirleri karşısında muvâzeneyi/dengeyi bozmamaktır.
Takvâ; Hazret-i Peygamber r Efendimiz’in ahlâkından ve kalbî hassâsiyetlerinden nasîb alabilmektir.
Takvâ; nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettirmektir.
Takvâ; helâl-haram ölçülerine riâyette hassâsiyet kazanıp; kalbi, günah kirlerinden korumaktır.
Takvâ; İslâm’ın şartlarını huşû ile îfâ edebilmek, îmânın heyecanını yaşayabilmektir.
Takvâ; gönüllerin bir nazargâh-ı ilâhî hâline gelmesidir.
Yani kulluğun özü olan takvâ; îman, ibâdet, muâmelât ve ahlâkta âhenkli bir bütünlüğün oluşarak hayatın her safhasında İslâm şahsiyetinin sergilenmesidir.
Bütün bu tariflerin tecellîsi için de, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bahşettiği bütün nîmetlere karşı büyük bir şükran ve minnet hissi içerisinde aşk ve iştiyak ile kulluk mukâbelesinde bulunma gayreti zarûrîdir. Nîmetler içerisinde de bilhassa îman nîmetinin bedelini ödeme gayreti daha çok zarûrîdir.