TAKRİZ

TAKRÎZ

Osman Nûri Topbaş

 

Biz âciz kullarını îmânın neşve ve huzuru ile merzuk kılan Allah Teâlâ’ya hamd ü senâlar olsun!

İnsanlığı zulmetten nûra gark etmeye vesîle olan Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ne salât ü selâm olsun!

Tarih boyunca; Kur’ân ve sünnetin zâhirî ve rûhânî yapısını lâyıkıyla hazmedip, İslâm’ı hâl ve davranışlarında aşk ve vecd ile yaşadıkları demlerde müslümanlar, cihanşümûl bir fazîletler medeniyeti sergilediler. Coşkun bir îman aşkıyla dolan samimî mü’min gönüller, tek bir yürek hâline geldi.

Fakat bu mazhariyetlere rağmen onlar; İslâm’dan uzaklaşıp dünyevî ve nefsânî arzulara daldıkları demlerde de, ilâhî rahmet ve yardımdan mahrum kaldılar, sahip oldukları üstünlük ve îtibârı kaybettiler.

Mü’min nesillerin, İslâm’ı başlarına tâc ettikleri dönemlerde yükselişlerinin en müşahhas misallerinden biri, mübârek ecdâdımız Osmanlılardır. Onlar, İslâm’ın münbit bağrında büyük bir ihtişâma ulaştılar. Ancak bu hâl; asırlar sonra, maalesef İslâm’ın muazzez rûhuna sırt dönüş ve mecâzî muhabbetlere aldanarak aşk-ı ilâhîyi kaybediş yüzünden, tersine döndü. Yazık ki bu durum, sonunda gönül âlemlerini çoraklaştırdı; koca bir milleti, zilletin nice ağır imtihanlarına dûçâr etti. Kendi öz benliğinden, yani rûhânî yapısından kaçış sûretiyle Batı taklitçiliğine sığınma sevdâsı, had safhaya vardı. O muhteşem yapıdan uzaklaşıldı. Nefsâniyetin hodgâmlığı, ruhları kendine esir etti.

Neticede Batı âlemi, aslını kaybetmiş bâtıl bir dînin kıskacına rağmen, İslâm’ın engin ve yüksek ilmî kaynaklarından istifâde ile muvaffakıyet zemîninde yükselirken, hattâ nice hidâyet tezâhürlerine sahne olurken, bütün bir İslâm dünyası olarak bizler, kaba kuvvete, yani nefsin hoyratlığına râm olduk. Din, toplum için hamle gücü, huzur ve kuvvet kaynağı olmaktan çıktı; yerine şeklî merasimlerden ibaret ruhsuz bir iskelet kaldı. Âbide şahsiyetler, yetişmez oldu.

Oysa İslâm’ın bereketiyle, bir zamanlar;

Aşk ve vecd kahramanı Bedr’in arslanları yetişmişti.

Rûhundan iklimlere rahmet taşıran Alparslanlar yetişmişti.

Kıtalara medeniyet köprüleri kuran ve Peygamber müjdesine nâil olma ufkuyla insanlık tarihinde yepyeni bir çağ açan Fâtihler yetişmişti.

Çanakkale’nin, Rumeli’nin ve Anadolu’nun mübârek şehidleri ve gâzî cengâverleri yetişmişti.

Şimdi ne yazık ki onları yetiştiren ruh heyecanı zaafa uğradı.

Ne yazık ki, bu zaaftan kurtuluş çaresi de yeni zaaflara bağlandı. Bu çareyi kimileri, Batı’yı da Batı yapan muhteşem kültür hazînelerimizi terk etmekte ve bâtılın penâhı (sığınağı) olan feylesofların insanlığa hiçbir zaman huzur ve saâdet getirememiş olan ütopik, nazarî ve hayâlî teorilerinin karanlık ve çıkmaz sokaklarında arar oldu.

Böylece İslâm’ı önce amelî olarak gönüllerden sökmek, sonra da îtikâdî bakımdan çökerterek rûhâniyetinden uzaklaştırmak isteyenlere âdeta gün doğdu. İslâm coğrafyasının kısmetine de gece karanlığı düştü.

Bu hâl dolayısıyla; müslümanların îtikad, ibâdet ve muâmelâttaki ruh heyecanını ve gönül feyzini kaybetmesinden son derece muzdarip olan Pakistan’ın mânevî bânîsi Muhammed İkbal’in şu feryâdı boşuna değil:

“Yazıklar olsun! Artık aşkın vecd ve heyecanı kalmadı… Artık müslümanların damarlarındaki kan dahî kurudu. Namazlara bakın; saflar eğri, secdeler ruhsuz, kalplerde huzur yok! İçten gelen o ilâhî cezbe kaybolmuş!..”

Yazık ki îman neşvesine dâir bu kayboluşlarla birlikte İslâm dünyasında dehşetli bir yozlaşma ve ahlâk erozyonu baş gösterdi. O kadar ki, günümüzde -tâbir câizse- Hazret-i Âdem’den bugüne kadar ilâhî kahra uğramış ne kadar kötü kavim varsa onların rezil hâllerinden devamlı mülevves rüzgârlar esiyor. Helâk edilmiş her kavmi temsil eden insanlar türedi.

Toplumlarda artık; Lût kavminin hayvandan daha aşağı derecedeki ahlâksızlarından da var; Âd ve Semûd kavminin kibir ve gururlarına zebûn olup; “Bizden daha güçlü kim var?” diyerek ilâhî kahrı üzerlerine çeken zorbalarından da var; Hazret-i Şuayb kavminin, sahtekârlığı sanat hâline getiren bedbahtlarından da var; tanrılık iddiasına kalkışan Firavun ve Nemrut tiplerinden de var; onlarla şer yarışı yapan yandaşlarından da var ve daha nice helâke uğramış kavimlerin, aşağılar aşağısı rezillerinden de var.

Gitgide, İslâm’ın muhteşem rûhânî yapısına yabancı kalanlar artıyor. Menfî televizyon ve internet yayınlarının emzirdiği insanlar artıyor. Azgın bir sele kapılarak nereye sürüklendiğinin farkında olmayan âvâre kütükler gibi şaşkın yığınlar da artıyor.

Bu tespitleri ümitsizlik olsun diye değil, üzerimize düşen vazifelerin ve hizmetlerin ehemmiyetini ve ciddiyetini daha iyi kavramak için görmeli, anlamalıyız. Çünkü vâkıa ve hâdiseler kavrandığı nisbette gerekli olan güzellikleri yeşertme gayreti gönüllerde dirilmeye başlar.

O gayret diri oldukça da; unutturulmak istenen şanlı mâzîmizdeki faziletlerin, güzelliklerin ve ihtişamın hasretini sînelerinde duyanlar, dâimâ mevcut olur. Toplumdaki fitne ve fesattan yürekleri sızlayanlar mevcut olur. Hakk’ın vaad ettiği mesut günlere kavuşma ve cihânı yeniden bir medeniyet cenneti hâline getirmenin arzu, heyecan ve azmi içinde olanlar mevcut olur.

Dolayısıyla bugün gayret ve himmetin teksif edilmesi gereken en mühim saha, insanımızın îmânına hizmet etmektir. Yaşanan îman ve ahlâk erozyonu içinde ziyan olan nesillerin ıztırâbını vicdanlarımızda mutlaka duymak zorundayız. Zira günümüzde İslâm’ın rûhâniyetiyle terbiye ve istikamet verilmeyen temiz fıtratlar, yanlış ve bozuk yerlere akmaktadır.

Bu sebeple bugün, önceki devirlere göre dürüstlük, doğruluk ve İslâm kimliğini taşıyabilmek daha kıymetli; fazîletler sergileyen güzel ahlâk, daha değerli; mütevâzı bir gönülle kulluk, çok daha makbul ve bunları ikāme edecek, yerinde hizmetler de daha lüzumlu. Zira İslâm nazarında bir insanın ihyâsı, bütün insanlığın ihyâsı kadar kıymetli bir hizmettir. Bir insana yapılacak en büyük hizmet de, onun İslâm ile şereflenmesine vesîle olabilmektir.

Unutmamak gerekir ki zor zamanlarda ve tehlikeli yerlerde hizmet görenlere mahrumiyet zammı ve fedâkârlık primi verildiği gibi, İslâm ahlâkının zaafa uğradığı ve insanî vasıfların baş aşağı olduğu günümüzün şu zorlu ortamında yapılan güzel ameller ve hizmetlere de aynı şekilde özel ecirler ve mükâfatlar vardır.

Dolayısıyla bizler de, son birkaç asırdır gaflet ve mâsiyet tozlarının tabakalaşarak karanlığa gömdüğü İslâm medeniyetini yeniden ihyâ etmek mecbûriyetindeyiz. Şâir Mehmed Âkif’in mısralarında ifâde ettiği; “Kur’ân’dan ilhâm alarak İslâm’ı asrın idrâkine anlatma”[1] mevsimindeyiz.

Nitekim insanlığın ıslahı ve kurtuluşu yolunda Allah için yapılan güzel hizmetleri yüce Rabb’imiz; “قَرْضًا حَسَنًا / kendisine verilmiş güzel bir borç” olarak ifâde buyurmakta ve karşılığını ebedî âlemde kat kat fazlasıyla lutfedeceğini beyân etmektedir. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Mâide, 12; el-Hadîd, 11, 18; et-Teğâbün, 17; el-Müzzemmil, 20)

Bir kimse alacağı mahsûlün miktarını bilirse, tohum saçarken gösterdiği fedâkârlığı gözünde büyütmez. Üstelik daha fazla kâr elde edebilecek olduğunu düşünüp kazanç fırsatını az değerlendirdiği için pişman olur; “Keşke vaktinde daha fazlasını yapabilseydim!” hasreti içinde kalır. Dünyada böyle olduğu gibi, kıyâmet günü bu hasret daha da yüksek olacaktır.

Bu bakımdan, bizlere lutfedilmiş olan şu kazanç mevsiminde gayretlerimizi artırmak mecbûriyetindeyiz. Zira kalbini nefsânî arzuların şerrinden koruyup son nefesine kadar Hakk’a kulluk üzere yaşayanlar, dünyanın en bahtiyar insanlarıdırlar. Bu sebeple, binbir imtihan tecellîleri içinde yaşadığımız şu âhir zamanda, ashâb-ı kirâmın îman vecdine ulaştırıcı bir vesîle olarak, İslâm’ın azamet ve büyüklüğünü, bilhassa mânevî perspektiften en doğru şekilde idrâk etmeye ve bu idrâk ile yaşamaya son derece muhtâcız.

Buna dünyamız itibarıyla muhtacız. Âhiretimiz itibarıyla muhtacız. Aklımız itibarıyla, gönlümüz ve rûhumuz itibarıyla muhtacız. Yani her bakımdan muhtacız. Çünkü yaratılışımız itibarıyla, fıtratımız itibarıyla muhtacız. Çünkü;



[1] Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!.. (M. Akif Ersoy)

%d bloggers like this: