ALLÂH’IN VA’Dİ MUHAKKAK TAHAKKUK EDECEKTİR
Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem ve ashâbı Mekke’de yaklaşık on sene korku hâlinde ve gizlice insanları tek olan Allah’a ibâdet etmeye çağırdılar. Bu sırada kendilerine henüz savaş izni verilmemişti. Sonra Medine’ye hicret ettiler. Allah Teâlâ burada onlara savaşa izin verdi. Fakat yine de rahat değillerdi. Korku içinde bulunuyorlardı. Çünkü bütün müşrik kabileler düşmanlık oklarını onlara çevirmiş durumdaydılar. Akşamları silahlı olarak yatıyor, sabahları silahlı olarak kalkıyorlardı. Bir müddet böyle devam etti. Bu tedirgin ortam sürüp giderken ashâb-ı kiramdan birisi gelerek:
– Ey Allah’ın Resûlü, biz sürekli böyle korku içinde mi yaşayacağız? Emniyette olacağımız ve silahları bırakacağımız günler gelmeyecek mi? diyerek müslümanların içinde bulunduğu psikolojik duruma tercüman oldu. Sahâbîsinin hâlet-i rûhiyesini kalbinin derinliklerinde hisseden ve hayâtını adadığı Allâh’ın mükemel dini İslâm’ın muzaffer olacağına İlâhî bir teyidle inanan Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, muzdarip gönüllere ümid bahşedici bir üslûbla:
– “Bu durum fazla devam etmeyecek. Yakında öyle bir zaman gelecek ki sizden biri, yanında herhangi bir silâh taşımadan kalabalık bir topluluğun yanına varıp emniyet içerisinde oturabilecek.” buyurdu. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu.
“Allah, içinizden iman edip de sâlih ameller işleyenlere yemin ile va’detti ki kendilerinden önce gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine getirip (hâkim kıldı) ise onları da yeryüzünde muhakkak (müşriklerin) yerine geçir(ip hükümran ed)ecek, onlar için beğendiği dini (İslâm’ı) her hâl u kârda pâydâr kılacak, onların korkuların(ı üzerlerinden kaldırdık)tan sonra (hallerini) kat’î bir emniyete çevirecektir. (Tâ ki) onlar (bu emniyet içinde) bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (en-Nûr 24/55)
Milletlerin tarihî seyir içerisinde gâlip ve mağlup olduğu dönemler var olagelmiştir. Bu birbirine zıt durumlar, o toplumu oluşturan fertlerin umûmî manada kalbî ve ahlâkî durumlarının birer tezâhür olmuştur. Allâh’a iman ve teslimiyetin yaygınlaşıp yükseldiği, sâlih amellerin bütün fertler tarafından birbirleri ile yarışırcasına işlendiği ve ahlâki olgunluğun her tarafta revaç bulduğu zamanlarda gâlibiyetin emniyet ve huzur rüzgarları eser. Bunun aksine kalblerin dünyevî ihtirasların girdabına kapılarak çürümeye başladığı, toplumun fertleri maddi çıkarları peşinde koştuğu, bunun tabii bir neticesi olarak manevi değerlerin yok olmaya yüz tutup toplumsal yönelişlerin bütünüyle maddeye râm olduğu ve hak ve adâlet duygusunun rafa kaldırıldığı tâlihsiz devrelerde ise mağlûbiyetin inilti ve feryatları ortalığı korku ve güvensizliğe mahkum eder.
Cenab-ı Hakk yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimede mağlubiyet, korku ve güvensizlik içerisinde bulunan bir toplumun gâlip, güvenli ve hâkim duruma ulaşabilmesi için şu iki önemli hususu gerçekleştirmesini istemektedir.
Bunların birincisi Allâh’a dosdoğru ve tam bir îmân ve teslimiyettir. Böyle bir îmân, insanın bütün faâliyetlerine tesir etme ve onu iyilik istikâmetinde yönlendirme fonksiyonu görür. Gerçek mânâda mü’min olan bir kimse bütün davranışlarını Allâh’ın rızâsını gözeterek yapar. Şahsî arzu ve temâyüllerden uzak durur. Allâh’a imânın en kâmil misallerini sergileyen ashâb-ı kirâmdır. Rasûlullâh Efendimiz’in yetiştirdiği bu yıldızlardan birisine âid olan bir îmân mücâdelesi şöyledir:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti döneminde Şam’ın Kayseriye taraflarında Rumlar üzerine bir İslâm ordusu gönderilmişti. Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- da orduda bulunuyordu. Rumlar onu esir ettiler. Krallarına götürdüler ve; “Bu, Muhammed’in ashâbındandır!” dediler.
Kral, Hazret-i Abdullâh’ı bir eve kapattırıp günlerce yemekten, içmekten alıkoyduktan sonra, ona bir miktar şarap ve domuz eti gönderdi. Üç gün gözlediler. Abdullâh -radıyallâhu anh-, ne şaraba ne de domuz etine yaklaşmadı. Krala:
“–Onun iyice boynu büküldü. Oradan çıkarmazsanız muhakkak ölecek!” dediler.
Kral, onu getirterek:
“–Yemekten ve içmekten seni alıkoyan nedir?” diye sordu.
Abdullâh -radıyallâhu anh-:
“–Gerçi zarûret onlardan yemeyi ve içmeyi bana helâl kılmıştı ama ben seni, kendime ve İslâm’a güldürmek istemedim!” dedi.
Kral onun bu vakur tavrı karşısında:
“–Sen hristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem, seni mülk ve saltanatıma ortak yapsam, kızımı da seninle evlendirsem olmaz mı?” dedi.
Abdullâh -radıyallâhu anh-:
“–Sen bana, Muhammed -aleyhisselâm-’ın dîninden göz açıp kapayıncaya kadar dönmek üzere mülkünün tamâmını ve bütün Arapların mülklerini versen, bunu aslâ yapmam.” dedi.
Kral:
“–Öyleyse seni öldürürüm.” dedi.
Hazret-i Abdullâh:
“–O da senin bileceğin bir şey!” dedi.
Abdullâh -radıyallâhu anh- çarmıha gerildi. Okçular önce ona isâbet etmeyecek şekilde, korkutmak için ok attılar. Daha sonra kendisine tekrar Hristiyanlık teklif edildi. O mübârek sahâbî en ufak bir temâyül bile göstermedi.
Kral:
“–Ya hristiyan olursun ya da seni kaynar kazanın içine atarım.” dedi. Kabûl etmeyince bakırdan bir kazan getirildi, içine zeytin yağı veya su konularak kaynatıldı. Kral, müslümanlardan bir esir getirtti. Hristiyan olmasını teklif etti. Esir, bu teklifi kabûl etmeyince kazanın içine atılmasını emretti. Esir müslüman kazana atıldı. Abdullâh -radıyallâhu anh-, ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.
Kral, Abdullâh -radıyallâhu anh-’a tekrar Hristiyanlığı teklif etti. Kabûl etmeyince onun da kazana atılmasını emretti. Hazret-i Abdullâh kazana atılırken ağladı. Kral, onun fikir değiştirdiğini zannederek Abdullâh -radıyallâhu anh-’ı yanına getirtti ve tekrar hristiyan olmasını teklif etti. Şiddetle reddettiğini görünce hayret ederek:
“–Öyleyse niçin ağladın?” diye sordu.
Hazret-i Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Zannetme ki senin bana yapmak istediğinden korkarak ağladım! Ben, Allâh yolunda verebileceğim bir tek canım olduğu için ağladım. Kendi kendime; «Sen şimdi tek can taşıyorsun, şu kazana atılacak, Allâh yolunda bir anda ölüp gideceksin. Hâlbuki ben vücûdumdaki kıllar sayısınca canım olmasını ve her biri için bu işkencenin Allâh yolunda bana tekrar tekrar yapılmasını ne kadar arzu ederdim.» dedim.”
Hazret-i Abdullâh’ın îman celâdet ve asâletiyle sergilediği bu müthiş tavır, kralın çok hoşuna gitti ve kral onu serbest bırakmak istedi.
“–Başımı öp de seni serbest bırakayım.” dedi.
Abdullâh -radıyallâhu anh-:
“–Benimle birlikte bütün müslüman esirleri de serbest bırakır mısın?” dedi.
“–Evet bırakırım.” dedi. O zaman:
“–İşte şimdi olur.” dedi.
Hazret-i Abdullâh -radıyallâhu anh- der ki:
“Kendi kendime; «Hem canımı hem de müslüman esirlerin canını kurtarmak için Allâh düşmanlarından bir düşmanın başını öpmemde ne mahzur olacak ki? Öp gitsin!» dedim.”
O gün seksen müslüman serbest bırakıldı. Hazret-i Ömer’in yanına geldiklerinde durumu ona anlattılar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Abdullâh bin Huzâfe’nin başını öpmek, her müslümana düşen bir vazîfedir! Bunu yerine getirmeye ilk önce ben başlıyorum.” dedi. Kalkıp onun yanına gitti ve başını öptü. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 212-213; Zehebî, Siyer, II, 14-15; M. Âsım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul 1987, IV, 114-118)
İkinci şart ise amel-i sâlihtir. İmân, kişinin şahsî tekâmülünü sağlamanın yanında mükemmel ve sistemli bir hayât nizâmını da hedefler. Böyle bir nizâmın içerisinde Allâh’ın buyruklarının yerine getirilmesi ve yasaklarından uzak durulması gerekir. Bunun tahakkuku için yapılacak bütün çalışmalar amel-i sâlih kabul edilir.
Bu iki şartı yerine getiren milletler ve toplumlara va’dedilen hususlar âyet-i kerîmede birbirini tamamlayacak şekilde üç madde hâlinde şöylece sıralanmaktadır.
1- Allâh Teâlâ onları, önceden yeryüzünde hâkim ve hükümrân olmuş milletler gibi hükümrân kılacaktır. Zulüm ve küfürle insanları idâre eden, onlara her türlü haksızlığı revâ gören kimselerin geçici mülk ve saltanatlarını bu kullarına devredecektir. Onlar da Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi olma şuuruyla zulüm ve fitnenin önüne geçecekler, insanların Allâh’a giden yollarındaki engelleri kaldıracaklar, bunun ötesinde huzurlu ve müreffeh bir hayatın idâmesi için gerekli medeniyet, îmâr ve inşâ faaliyetlerini gerçekleştireceklerdir. Güçlerini yıkma ve bozma için değil yapma ve ıslah için kullanacaklardır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ve hulefâ-i râşidîn döneminde çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde hayâl edilemeyecek kadar genişlikte yerler fethedilmiş ve dünyânın o dönemdeki süper güçleri dize getirilmiştir.
2- Bu samîmî gayretler netîcesinde Allâh Teâlâ kendi katında yegâne dîn olan ve mü’min kulları için de seçip beğendiği kâideleri ihtivâ eden İslâmı yeryüzünde temelli olarak yerleştirecektir. İslâm’ın hedeflediği hak ve adâlet nizâmı hüküm-fermâ olacak ve bunun sağladığı huzur ve sükûn bütün güzelliğiyle zuhûr edecektir.
3- Bütün bu gelişmelerin tabiî bir sonucu olarak korkular son bulacak ve yerlerini derin bir emniyete bırakacaktır. Böyle bir huzur ortamı sağlamanın gâyesi ise insanın da yaratılış maksadı olan Allâh’a kulluğu sağlamk ve O’na hiç birşeyin ortak koşulmamasını sağlamaktır. Bu hedef unutulup fırsatlar değerlendirilmediği takdirde Allâh Teâlâ verdiği nimetleri geri alacak ve insanlar nakörlüklerinin cezâsını ağır bir şekilde ödeyeceklerdir. Şu an biz müslümanlar yeryüzünde hâkim olmadığımız gibi binbir türlü korku ve endişe içerisinde bulunmaktayız. Siyâsî buhranlar, ekonomik krizler ve dâhilî çalkantılar birbirini takip etmekte ve müslüman toplumların huzûrunu bozmaktadır. Tam anlamıyla bir herc ü merc yaşanmaktadır. Bir tarafta bizim bu içler acısı durumumuz, diğer tarafta ise hakîki îmân ve sâlih amel sâhiplerine hâkimiyet va’deden bu âyeti kerime durmaktadır. Bu manzara karşısında ümitsiz ve bedbîn olarak durmanın bir mânâ ifâde etmediğini tarihî hakîkatlerden çok rahat müşâhede etmemiz mümkündür. Binâenaleyh Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in tarîhin akışını değiştiren müstesnâ hayâtını en ince teferruâtına kadar tahlîl edip özümseyerek ve bu âyet-i kerîmenin nâzil olduğu ortamla içinde bulunduğumuz durum arasında mukâyese yaparak, üzerimize düşen görevleri yine Sevgili Peygamberimiz’in o örnek hayâtından çıkarmanın ve bunu tatbik etmenin gayreti ve azmi içinde olmalıyız.
Şartlarını oluşturduğumuz takdirde âyet-i kerimenin verdiği müjdenin muhakkak gerçekleşeceğine inanmamız, mü’min oluşumuzun tabiî bir gereği değil midir?
Doç. Dr. Ömer ÇELİK-Murad KAYA