Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Allah’ın yeryüzündeki sultanını alçaltmak, küçük düşürmek için uğraşırsa, Allah da onu alçaltır.” (Tirmizî, Fiten, 47/2224. Krş. Ahmed, V, 42, 48)
“Kendisinde Sultan olmayan bir beldeye rastlarsan oraya girme. Muhakkak ki, Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesi ve mızrağıdır.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 162)
“Sultâna sövmeyiniz; zîrâ o, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir.” (Beyhakî, Şu‘ab’ül-Îmân, VI, 17, nu: 7372)
Nevevî, “Sultan Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir” sözündeki ‘gölge’ye:
“Halkına rahat ve nimetler içerisinde hoş bir hayat imkânı sağlayan” mânâsı verir. (Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XVI, 123)
*
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir ki, Allah’ın kullarından her mazlum ona iltica eder ve onunla mazlûma yardım edilir. Kim ona dünyada hürmet gösterir, iyilik ve ikram ederse, Allah da ona âhirette ikramda bulunur.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 552)
Münâvî, “Zıllullah” tabirinin teşbih olduğunu ifade ettikten sonra onu şöyle izah eder:
“İnsanlar onun adlinin serinliğinde, zulmün hararetinden âzâde olarak rahat bir şekilde yaşarlar. Çünkü sultan, gölgenin güneşin hararetini defettiği gibi halka gelebilecek sıkıntı ve zorlukları onlardan uzaklaştırır. Bu ifade, sultanın durumunu beyan eder. Şayet zulmederse Allâh’ın gölgesi olmaktan çıkar. Bu durum şu ayet-i kerime’deki husus ile çok benzerlik arzetmektedir:
“Yâ Davud! Muhakkak ki biz seni arz’da bir halife kıldık; imdi insanlar arsında hak ile hükmet de hevâya (keyfe) tabi olma ki seni Allâh yolundan saptırmasın...” (Sâd, 26)” (Feyzu’l-Kadir, IV, 186-190)
Deylemî, gölgeden maksadın izzet ve kuvvet olduğunu ifade eder. (Feyzu’l-Kadir, IV, 188)
İbn-i Arabî, dîni ikâme etmenin her zaman için matlub ve gerekli olduğunu, bunun için de güven ve sükûnetin olması gerektiğini söyledikten sonra bu ortamın temini için her zaman ve mekanda bir imam tayin etmenin vacip olduğunu ifade eder.
İmam Mâverdî, insanların muhtelif yöneliş ve arzularını te’lif edecek, heybeti ile dağınık kalbleri bir araya toplayacak ve satveti ile zulme meyyal insanları engelleyecek bir imama zaruri bir ihtiyaç olduğunu ifade eder.
*
Osmanlı Sultanlarının Zıllullah sıfatını kullanmalarına itiraz edenlere cevap veren Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi şöyle demektedir:
“Mesele gayet vâzıhtır. Padişahları ve bittabiî padişahların iyilerini eski adamlar gayet vâsi ve nâfi olan “sâye-i ilâhî” mümessili addederek medhetmek isterlermiş. Bu medhin ne derece beliğ ve mânidar olduğunu söz anlayanlar teslimde tereddüd etmezler. Sâye-i ilâhînin ne kadar mühim olduğunda kim iştibâh eder? Yoksa herkes her reis-i hükümet o “zıllullah” tabiri gibi büyük ünvana liyâkat kesbedemez. …
“Zıllullah” tabir-i mecâzîsi, eski Osmanlılar’ın ve Müslümanlar’ın selâhiyetleri haricinde kendi kendilerine uydurdukları bir terkip değildir. Bu tâbiri bazı “ehâdis-i şerife”de bizzat Cenâb-ı Peygamberimiz istimal buyurmuşlardır. İstimal-i nebevî ile tâbirât-ı me’sûre sırasına geçmeseydi zaten bunu eslâf-ı müslimin kendi kendilerine istimale cesaret etmezlerdi. Allâh’a taalluk eden mesâildeki muhterizâne terbiye-i diniyeleri buna mâni olurdu. (Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Cühelâ Mârifetleri, Yarın Gazetesi, Gümülcine, 1928, sayı: 2, s. 2)
*
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Sultan, Cenâb-ı Hak (celle ve alâ) Hazretleri’nin yeryüzündeki sâye-i rabbânîsidir. Kim ona hıyânet eder ve aldatırsa dalâlette kalır (veya kalsın!). Kim ona karşı samîmî, hayırhâh ve nasihat-kâr olursa hidâyete erer.” (Beyhakî, Şuab, VI, 18/7376)
“Bir imam (idâreci), gazap ânında öfkesini yutup affederse, Allah Teâlâ da kıyamet günü mutlakâ onun (kusurlarını) affeder.” (Suyûtî, Câmiu’l-ehâdîs, no: 20361)
عفو الملوك أبقى للملك
“Mülûk-i ızâmın afv ile muâmele buyurmaları mülkün bekâ ve deymûmiyetine sebep olur.” (Suyûtî, Câmiu’l-ehâdîs, no: 14142)
“Şu bir gerçek ki benden sonra yakında saltanat-ı İslâmiye teşekkül edecektir. Sakın müslümanların sultânının gözden düşüp zelil olması ve kuvvet kaybetmesi için çalışmayınız! Zira her kim müslümanların sultânının gözden düşüp alçalması ve zelîl olması için gayret ederse, kendi boynundan İslâm bağını koparıp atmış olur. Yani İslâm’ın şîrâzesini bozmuş olur. İslâm aleyhinde açmış olduğu bu yarayı kapatmadıkça o kimsenin tevbesi kabûl olmaz. Ancak açtığı gediği kapatır -ki bunu yapması neredeyse imkânsız gibidir-, bir daha böyle bir şeye teşebbüs etmez ve sonra dönüp sultanı yücelten, onun izzeti için gayret eden kişilerden olursa o zaman tevbesi kabûl olur!” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 165; Beyhakî, Şuab, IX, 479/6989)
Ebû Zerr (r.a) (Halîfe ile tartışıp) Rebeze köyüne inzivâya çekildiği vakit, Irak ehlinden bir kâfile ile karşılaşmıştı. Iraklılar:
“‒Ey Ebû Zerr! Sana yapılanları işittik. İsyan bayrağını aç, sana yardım için istediğin kadar adam gelir!” dediler.
Ebû Zer (r.a):
“‒Yavaş olun ey ehl-i İslâm! Ben Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:
«Benden sonra saltanat-ı İslâmiye teşekkül edecektir. Siz, müslümanların sultânına değer verip onu aziz tutunuz, şerefini artırınız! Zira her kim müslümanların sultânının gözden düşüp alçalması ve zelîl olması için gayret ederse, İslâm’ı yaralamış ve İslâm aleyhinde fenâ bir gedik açmış olur ve o gediği kapatıp eski hâline getirmedikçe onun tevbesi makbûl olmaz. (Hâlbuki kıyamete kadar da o yara kolay kolay kapanmaz!)».” (İbn-i Ebî Âsım, Sünnet, el-Mektebü’l-İslâmî, 1400, II, 513; Suyûtî, Câmiu’l-ehâdîs, no: 9048. Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 165; Beyhakî, Şuab, IX, 479/6989)
مَنْ أَطَاعَنِي فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ، وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ عَصَى اللَّهَ، وَمَنْ يُطِعِ الأَمِيرَ فَقَدْ أَطَاعَنِي، وَمَنْ يَعْصِ الأَمِيرَ فَقَدْ عَصَانِي، وَإِنَّمَا الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ، فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللَّهِ وَعَدَلَ، فَإِنَّ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرًا وَإِنْ قَالَ بِغَيْرِهِ فَإِنَّ عَلَيْهِ مِنْهُ
“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana isyân ederse Allah’a isyân etmiş olur. Kim benim tâyin ettiğim idâreciye itaat ederse, bana itaat etmiş olur. Kim benim tâyin ettiğim idâreciye isyân ederse bana isyân etmiş olur. İdâreci, kalkan gibidir, onun ardında düşmana karşı savaşılır. Eğer o Allah’a karşı takvâ sâhibi olmayı emreder ve adâletle idâre ederse bu sebeple ecre nâil olur. Böyle yapmazsa büyük bir vebâl yüklenmiş olur.” (Buhârî, Cihâd, 109)
مَنْ كَرِهَ مِنْ أَمِيرِهِ شَيْئًا فَلْيَصْبِرْ، فَإِنَّهُ مَنْ خَرَجَ مِنَ السُّلْطَانِ شِبْرًا مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً
“Kim idârecisinde hoşlanmadığı bir şey görürse ona sabretsin! Zira her kim ki sultanın (himâyesinde bulunan cemaatten ve İslâm birliğinden) bir karış miktârı hârice çıkarak (idâreciye muhalefet ve isyân hâlinde vefat ederse) o kimse câhiliye ölümü üzere vefat eder. (Yani Allah korusun sû-i hâtime ile âhirete giderek cehenneme müstahak olur.)” (Buhârî, Fiten, 2)
“(Sultan tarafından) üzerinize henüz âzâd edilmedik ve başı dahi kara üzüm dânesi gibi küçük ve siyah bir habeşî köle dahi vâlî veya emîr ve memur tayin edilirse bile o zâtı dinleyip itaat ediniz!” (Buhârî, Ahkâm, 4)
*
Sahâbe-i güzînden Seleme bin Yezîd el-Cuʻfî (r.a) Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazretleri’ne:
“‒Yâ Rasûlallâh! Başımıza, bizden haklarını tam olarak isteyen ancak haklarımızı bize vermeyen idâreciler gelirse ne yapalım, siz ne emir ve irade buyurursunuz?” diye arz ve sual etti.
Efendimiz (s.a.v) ondan yüz çevirdi. Bu hâl üç defâ tekrar edince Eşʻas bin Kays (r.a) onu tutup çekti. Nihâyetinde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:
“‒Siz söz dinleyin ve itaat edin! Onların yapmaları gereken vazîfeler vardır (yerine getirirlerse ecir alırlar, getirmezlerse mes’ûl olurlar), sizin de onlara karşı vazîfeleriniz vardır (yaparsanız ecir alırsınız, yapmazsanız mes’ûl olursunuz).” (Müslim, İmâre, 49)
*
Rasûlullah (s.a.v) birgün:
“–Kıyâmet günü gölgeye koşan sâbikûn kimdir biliyor musunuz?” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dediler. Efendimiz (s.a.v):
“–Onlar, kendilerine hak verildiğinde onu kabul edenler, kendilerinden hak istendiğinde bunu cömertçe verenler ve insanlar hakkında hükmederken kendilerine hükmediyormuş gibi davranan kişilerdir” buyurdu. (Ahmed, VI, 67, 69)
*
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“İmâm-ı âdilin duası red olunmaz.” (Ahmed, II, 443)
*
Sultân’a Dua / Makbul Bir Duam Olsa
Fudayl bin Iyâz (r.a) şöyle buyurur:
“Şâyet benim, kabul olacağı kesin olan bir dua hakkım olsaydı onu devlet başkanından başkası için yapmazdım!”
Talebeleri:
“‒Bunun sebebi nedir efendim!” diye sordular. Şu cevâbı verdi:
“‒O duayı kendime yapsam, benden başkasına faydası olmaz, ama devlet başkanına dua edersem onun salâhı ve iyiliği bütün insanların ve beldelerin ıslâhı demektir.”
“‒Bu nasıl olur efendim, biraz tefsir eder misiniz?” dediklerinde şöyle îzâh etti:
“‒Beldelerin ıslâhı şöyle olur: İnsanlar idârecinin zulmünden emîn olunca harâb olan yerleri îmâr ederler ve yeryüzünü cennet hâline getirirler.
İnsanların ve kulların ıslâhına gelince; akl-ı selîm sâhibi kişiler câhil insanlara bakarlar, «Maîşet derdi bunları, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmek gibi kendilerine daha faydalı olacak işlerden alıkoymuş!» derler. Onları ellişer kişilik veya bundan biraz daha çok veya az gruplar hâlinde bir evde toplar ve bir âlime: «Senin ihtiyaçlarını biz karşılayacağız. Sen bu insanlara dinlerini öğret! Allah Teâlâ onların içinden kâbiliyetli birini çıkardığında onu yetiştirip bu grubu ona teslim et!» derler. İşte beldelerin ve kulların ıslâhı böyle olur.”
Bu cevap üzerine İbnü’l-Mübârek kalkıp onun alnından öptü ve:
“‒Ey hayırların muallimi! Zaten senden başka kim böyle güzel şeyler düşünebilir ki!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, VIII, 91)
*
Ferîdüddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurur:
“Sultân cevrinin bekâsı çok az olur. Aynı şekilde dostların itâbı da çok hoş olur.
«Bekây-ı cevr-i sultan az olur» dememin mânâsı, pâdişah raiyyesine gücense ve biraz ezâ ve cefâ etse, o ezâ çok sürmez. Zîrâ mülûk, raiyyeyi severler, pâdişâh raiyyesiz ve raiyye pâdişahsız olmaz. Durum böyle olunca raiyyeye lâzım olan, ona sabır ve tahammül etmektir. «Bizim çektiğimiz nedir!» diye şikâyet etmek ve itaatten çıkmak ber-vechile revâ değildir. Ve «muhibb-i sâdık olan yârin itâbı hoştur» demek, serîu’z-zevâldir demekten ibârettir. Cevr-i sultân gibi o dahî sürmez. Dost darılırsa sen sabreyle, birkaç gün içinde sîne-sâf olur.” (Mehmed Murâd Nakşibendî, Pendnâme-i Attâr Şerhi, İstanbul 2012, s. 135)
“Her kim ki pâdişâh ile inad ve muâraza eder, kendi işini baştan başa harâb eder. Yani o kişi, sultân-ı ülü’l-emre ser-keş ve âsî olursa, kendisinin dîn ü dünyâsını ve âhiretini berbâd eder. Zîrâ Cenâb-ı Kibriyâ’ya maʻsiyet olmayan hususlarda ülü’l-emre itaat farzdır. Zîrâ Kur’ân-ı Azîm’de:
«Allâh’a itaat edin, Peygambere de itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de!» buyrulmuştur. (en-Nisâ, 59)
Ammâ Hâlık’a maʻsiyet olan hususlarda itaat etmese günahkâr olmaz. Zîrâ Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
«Hâlık’a isyân husûsunda mahlûka itaat yoktur.» buyurmuşlardır. (Ahmed, I, 131. Bkz. Müslim, İmâre, 39; Tirmizî, Cihâd, 29/1707)” (Mehmed Murâd Nakşibendî, Pendnâme-i Attâr Şerhi, İstanbul 2012, s. 151)
“Her kim ki pâdişâha bahadırlık eyledi, öldü. Yani sultâna ser-keşlik, helâkına sebeb oldu. Ve dahî mal ve canının helâkına sebep oldu.”
“Her kim ki pâdişâha âsî olursa, onun gündüzü bulanık gece gibi siyah olur. Yani isyân edenin rahat ve huzûru kalmaz.” (Mehmed Murâd Nakşibendî, Pendnâme-i Attâr Şerhi, s. 152)