Bir Emânet Zâyî Oluyor…

Allah Teâlâ’nın biz kullarına tevdî ettiği bir emânet zâyî oluyor ve ona sâhip çıkmazsak hepimiz zarar edeceğiz! O da, diğer güzel hasletler gibi bize ihsân edilen ve korumamız emredilen “emânet”, yani güvenilirlik…

Güven duygusu insanların arasından eriyip gidiyor… Ve herkes tedirgin olmaya başlıyor… “Falan yerde emîn, güvenilir bir adam varmış!” diyecek duruma düşüyoruz…

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz bizi bu hususta şöyle îkâz buyuruyor:

“İnsanlardan ilk kaldırılacak olan haslet emânettir (güvenilirliktir). En sona kalacak olan da namazdır. Nice namaz kılan insan vardır ki onda hayır yoktur.” (Beyhakî, Şuab, VII, 215/4892; Heysemî, VII, 321)

Yani insandaki güzel hasletlerin herbiri, halatı oluşturan bir lif gibi… Bunlar bir bir kopuyor ve en sona namaz kalıyor. İnsan, zâhiren namaz kılıyor görünüyor ancak içi boş… Çünkü diğer güzel hasletleri yitirmiş…

Hz. Âişe ve Hz. Ömer (r.a) şu sözleriyle buna işâret ediyorlar:

“Dileyen oruç tutar ve namaz kılar. Ancak emânet duygusu (güvenilirliği) olmayanın dîni yoktur!” (Beyhakî, Şuab, VII, 217-218/4896)

Yine Efendimiz (s.a.v) şöyle îkâz ediyorlar:

“Bu ümmetten ilk kaldırılacak olan hasletler hayâ ve emânettir. O hâlde Allah -azze ve celle-’den bu ikisini isteyiniz!” (Beyhakî, Şuab, VII, 216/4893)

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle der: Nebî (s.a.v), bize yaptığı konuşmalarında, çok azı müstesnâ, muhakkak şöyle buyururdu:

“Emâneti olmayanın îmânı yoktur, ahdine riâyet etmeyenin de dîni yoktur.” (Ahmed, III, 154, 135)

Hattâ şaka ve esprilerinde bile doğru olmalı mü’min… Zîrâ Efendimiz (s.a.v):

“Kul, şakalaşırken yalan söylemeyi ve haklı bile olsa tartışmayı terk etmedikçe tam iman etmiş olamaz!” buyuruyor. (Ahmed, II, 352, 364; Heysemî, I, 92)

Ve ümmetinden şunu istiyor:

“Bana şu altı şey hakkında söz verin, ben de size cennet için kefîl olayım:

Konuştuğunuz zaman doğru konuşun! Vaadde bulunduğunuz zaman yerine getirin! Emânet husûsunda güvenilir olun! İffetinizi koruyun! Gözlerinizi haramdan muhafaza edin! Ellerinizi haramdan uzak tutun!” (Ahmed, V, 323)

Mekke, büyük bir askerî dehânın eseri olarak sulh yoluyla fethedildiğinde, o zamana kadar düşmanlık eden insanlar hakkında umûmî bir af îlân edilmiş ve Mekke’den ganîmet olarak hiçbir şey alınmamıştı.[1] Rasûlullah (s.a.v), günlerdir yolda olan on bin kişilik İslâm ordusunun bir hayli yekûn tutan zarûrî ihtiyaçlarını karşılamak üzere henüz müslüman olmayan Mekke zenginlerinden ödünç para ve zırh aldı. Daha sonra bunu, Hevâzin ganîmetinden tamâmıyla ödedi ve:

“–Ödüncün karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 863; Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44)

Peygamber Efendimiz’in yerinde hangi kumandan olsa, yaptıkları kötülüğün haddi hesabı olmayan o insanları şiddetle cezâlandırır ve mallarına el koyardı. Ancak Efendimiz (s.a.v), kalabalık ordusuyla büyük bir maddî sıkıntı içinde olmasına rağmen bunu yapmadı ve borç aldı.

İslâm’a girme husûsunda düşünmek için iki ay müddet isterken, Rasûlullah Efendimiz’in dört ay zaman tanıdığı Safvân bin Ümeyye[2] de Mekke’nin zenginlerinden idi. Rasûlullah (s.a.v) ona:

“–Safvân! Sende silah var mı?” dedi.

Safvân:

“–Ödünç olarak mı, yoksa gasp mı?” dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Hayır, gasp değil, ödünç istiyorum.” buyurdu.

Bunun üzeri­ne Safvân, otuz kırk kadar zırhı ödünç olarak verdi. Rasûlullah (s.a.v) Huneyn Gazâsı’na çıktı. Müşrikler hezimete uğrayınca, Safvân’ın zırh­ları toplandı, ama onlardan bazıları kaybolmuştu. Rasûlullah (s.a.v), Safvân’a:

“–Zırhların bir kısmını kaybettik. Onların bedelini öde­sek olur mu?” diye sordu.

Safvân (r.a):

“–Hayır ya Rasûlallah, bugün kalbim, o gün hissetmediğim bir takım ulvî hissiyâtla dolu!” dedi.

Safvân, zırhları müslüman olmadan evvel ödünç vermiş, ancak daha sonra müslüman olmuştu. (Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3563)

İşte Allah Rasûlü’nün bizlere sergilediği bir emânet örneği…

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) abdest almıştı. Ashâb-ı kirâm onun abdest suyunu alıp yüzlerine gözlerine sürmeye başladılar. Efendimiz (s.a.v) onlara:

“–Niçin böyle yapıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da:

“–Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti sebebiyle!” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:

“–Allah ve Rasûlü’nü sevmeyi arzu eden veya Allah ve Rasûlü’nün kendisini sevmesini isteyen kişi; konuştuğunda doğru söylesin, kendisine bir emânet verildiğinde onu en güzel şekilde edâ etsin, yani kendisine güvenen insanların bu emniyetini boşa çıkarmasın ve civarındaki insanlara en güzel şekilde komşuluk yapsın!” (Beyhakî, Şuab, II, 201; Tebrîzî, Mişkât, III, 81)

Süfyân bin Uyeyne (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Kimin sermâyesi yoksa, emâneti yani güvenilir olmayı kendine sermaye edinsin!” (Beyhakî, Şuab, VII, 219/4901)

Emânetin zıddı hıyânettir, ahde vefâsızlıktır. Bu vasıflar ise hem dünyada hem de âhirette rezilliktir. Allah Rasûlü (s.a.v) buyurur:

“Ahdine vefâsızlık eden herkes için kıyamet günü bir bayrak dikilip bu falanın vefâsızlık alâmetidir diye ilân olunacaktır.” (Buhârî, Cizye, 22; Edeb, 99; Hiyel, 99; Müslim, Cihâd, 11-17)

Kıyâmet günü mazlûmun zâlimden alınmadık hiçbir hakkı bırakılmaz. Hattâ süte su katan kimseye, sudan ayırması için sütü çevirmesi emredilir.[3]

Ebû Hüreyre (r.a), süte su karıştırıp satan bir kişiye rastlamıştı. Ona:

“‒Kıyâmet günü sana: «Suyu sütten ayır!» denilirse hâlin nice olur!» diye îkazda bulundu. (Beyhakî, Şuab, VII, 231/4927)

Hz. Enes (r.a) de:

“Hıyânet olan evde bereket olmaz!” buyurur. (Beyhakî, Şuab, VII, 220/4902)

Bu sebeple bir tüccâr sattığı malın, iyi-kötü, neyi varsa açıkça söylemelidir. Hak dostlarından Muhammed bin Vâsî (r.a) bir defâsında çarşıda merkebini satıyordu. Bir kişi gelip:

“‒Ey Ebû Abdullâh! Bu hayvanı bana tavsiye eder misin?” diye sordu. O da:

“‒Tavsiye edecek olsaydım satmazdım!” dedi. (Beyhakî, Şuab, VII, 226/4913)

İbn-i Abbâs (r.a) ölçü ve tartıda hîle yapanlar üzerine inen tehdîdi şöyle haber verir:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Medîne-i Münevvere’ye teşrîf buyurduklarında oranın halkı ölçü ve tartı îtibâriyle insanların en kötüsü idiler. Allah -azze ve celle-:

«Yazıklar olsun ölçü ve tartıya hîle karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey ölçerek aldıklarında tastamam alırlar. Satarken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltileceklerini hiç akıllarına getirmiyorlar mı? Öyle bir gün ki, insanlar o günde Âlemlerin Rabbi’nin huzûrunda dîvan duracaklardır…» (el-Mutaffifîn, 1-6) âyet-i kerîmelerini inzâl buyurdu.

Bundan sonra ölçü ve tartıyı en güzel şekilde yaptılar.” (Beyhakî, Şuab, VII, 220/4903)

Öyle anlaşılıyor ki dünya ve âhiretin huzûru, dürüst ve emîn bir insan olmaktan geçiyor. Hâince duyguları ve kötü niyetleri saklamak ve onlarla gerçek başarıya ulaşmak mümkün değil! Zîrâ:

“Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediği şeyleri bilir.” (el-Mü’min, 19)


[1] Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3023.

[2] Muvatta’, Nikâh, 44-45.

[3] Beyhakî, el-Baʻs ve’n-nüşûr, s. 342/609; Şuab, VII, 231/4927.

%d bloggers like this: