Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah’a ve Rasûlü’ne iman edin! Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden infâk edin! Sizden iman edip de (Allah rızası için) infâk edenler var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vardır.” (el-Hadîd, 7)
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, (evet) işte onlar, Rableri yanında sözü özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükâfatları ve nûrları vardır. İnkâr edip de âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.” (el-Hadîd, 19)
“Rabbinizden bir mağfirete; Allah’a ve peygamberlerine iman denler için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşun, bunlar için yarışın! İşte bu, Allah’ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Hadîd, 21)
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” (Nisâ, 80)
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbî olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece affedici ve merhamet sahibidir.” (Âl-i İmrân, 31)
“De ki: Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 32)
Cenâb-ı Hak, ayırım yapmadan bütün peygamberlere îman etmeyi şart koşmuştur:
“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip «Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız» diyenler ve iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridir. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 150-151)
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan zâta yemîn ederim ki, bu ümmetten her kim -yahudî olsun, hristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere (risâletime) inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.” (Müslim, İman, 240)
Saîd bin Cübeyr (r.a) şöyle der:
“Bana Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den sahih olarak bir hadîs-i şerîf ulaştığında onun tasdikini mutlaka Kur’ân-ı Kerîm’de bulmuşumdur. Şu hadîs-i şerifi okuyunca:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ümmetten, yahudi veya hristiyan olsun, her kim beni işitir de risâletime îmân etmeden ölürse mutlaka Cehennem ehlinden olur.” (Müslim, Îmân, 240)
«‒Acaba bu mânâ Kur’ân-ı Kerîm’in neresinde geçiyor?» diye düşündüm. Şu âyet-i kerimeye gelince aynı şeyi ifâde ettiğini anladım:
«…Milletlerden hangisi onu (Kur’ân’ı veya Rasûlullah’ı) inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir. Bundan şüphen olmasın! Zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş bir hakîkattır; fakat insanların çoğu inanmazlar» (Hûd, 17. Krş. Bakara, 121).” (Taberî, Tefsîr, XV, 279 [Hûd, 17]. Krş. Heysemi, VIII, 261-262)
*
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatmaktadır:
“Biz Rasûlullah (s.a.v) ile beraber bir seferde idik. Derken bir ara askerlerin azığı tükendi. Bineklerinden bazısını kesmek istediler. Hz. Ömer (r.a):
«−Ey Allah’ın Rasûlü! Ben cemaatin geri kalan yiyeceklerini toplasam da siz onlar üzerine, bereketlenmeleri için dua ediverseniz daha iyi olmaz mı?» dedi. Efendimiz de öyle yaptı. Buğdayı olan buğdayını, hurması olan hurmasını, hurma çekirdeği olan da çekirdeğini getirdi.”
Orada bulunanlar, Ebû Hüreyre Hazretleri’ne büyük bir hayretle:
“−Çekirdekle ne yapıyorlardı?” diye sordular. O mübârek sahâbî:
“−İnsanlar yiyecek bir şey bulamadıkları için onu emiyor, üzerine de su içiyorlardı” dedi ve hâdisenin devamını şöyle anlattı:
“Rasûlullah (s.a.v) dua buyurdu. Yiyecekler öylesine bereketlendi ki herkes kaplarını doldurdu. Hz. Peygamber (s.a.v) bu ilâhî ikram karşısında:
«Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben O’nun Rasûlü’yüm. Bu iki hususta şüpheye düşmeden Allah’a kavuşan kimse Cennet’e gidecektir» buyurdu.” (Müslim, İman, 44)
*
Bir gün Hz. Ömer (r.a), elinde bir kısım Tevrât sayfaları ile Peygamber Efendimiz’e gelip:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar Tevrat’tan bazı kısımlar. Onları Zurayk Oğulları’na mensup bir arkadaşımdan aldım” dedi.
Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi birden değişiverdi. Bunun üzerine Abdullah bin Zeyd (r.a), Hz. Ömer’e:
“–Allah senin aklını başından mı aldı? Rasûlullah’ın yüzü ne hâle geldi, görmüyor musun?” dedi.
Hatâsını anlayan Hz. Ömer (r.a) hemen:
“–Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed (s.a.v)’den, önder olarak Kur’ân’dan râzı olduk” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü’nün yüzünde güller açtı, üzüntüsü gitti. Sonra da şöyle buyurdu:
“–Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Mûsâ (a.s) aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim.” (Heysemî, I, 174)
*
Yahyâ ibn Ca’de’den rivayete göre (Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in ashabından bazı kimseler, yahudilerden duyarak) bir kürek kemiğine yazmış oldukları bazı yazıları Hazret-i Peygamber (s.a.v)’e getirmişlerdi. Allâh’ın Rasûlü (s.a.v) onlara şöyle buyurdular:
“Kendi peygamberlerinin getirdiği şeyi bırakıp başka bir peygamberin getirdiğine rağbet etmeleri veya kendi Kitap’larından yüz çevirip başka bir kitaba yönelmeleri bir kavme dalâlet olarak yeter!”
Bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:
“Kendilerine okunan bu kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda elbette inanan bir kavim için rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût, 51) (Dârimî, Mukaddime, 42/484; Taberî, XXI, 6)
*
Alkame ve Esved, ellerinde Ehl-i kitabın kitaplarından alınma bazı bilgilerin yazılı olduğu bir sayfayla İbn Mes’ûd (r.a)’ın yanına gitmişlerdi. İbn Mes’ûd (r.a) ellerindeki sayfaya muttali olunca derhal yazıları sildi. (İbni Abdilberr, Câmi’u Beyâni’l-İlm, 112)
Bu ve benzer örneklerde görülen bu aksülamelin bir tek açıklaması vardır: İslam dışı herhangi bir inanç veya kültür unsurunu yansıtan yazılı malzemenin, son derece hızlı bir toplumsal/kültürel hareketliliğin yaşandığı bu dönemde, sözlü/şifahi kültürden gelen geniş halk kesimini cezbederek inanç safiyetini bulandırabileceği endişesi… (Dr. Ebubekir Sifil, Hz. Ömer ve Nebevî Sünnet, 109)
*
İrbâz bin Sâriye (r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v) ile Hayber Kalesi’ne inmiştik. Beraberinde ashâbından başka kimseler de vardı. Hayber’in lideri, inatçı ve kurnaz birisi idi. Allah Rasûlü’ne gelerek:
“–Ey Muhammed! Merkeplerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dövmeye sizin ne hakkınız var!?” dedi.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) gazaplanarak:
“–Ey İbn-i Avf, atına bin ve şöyle nidâ et: «Haberiniz olsun, cennet sadece mü’minlere helâldir, namaz kılmak üzere toplanın!»” dedi.
Cemaat toplandı. Rasûlullah (s.a.v) onlara namaz kıldırdı. Sonra da ayağa kalkıp şunları söyledi:
“–Sizden biri, koltuğuna kurulup Allâh’ın, Kur’ân’dakilerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallâhi ben nasihatte bulundum, (Kur’ân’da olmayan bâzı şeyler) emrettim, birçok şeyleri de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır.
Allah Teâlâ Hazretleri, Ehl-i Kitâb’ın evlerine izinsiz girmenizi helâl kılmamıştır. Kadınlarını dövmenizi, borçları (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helâl kılmamıştır.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050)
*
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“Kimin son sözü, « لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» olursa cennete girer.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16/3116; Ahmed, V, 247; Hâkim, I, 503. Krş. Buhârî, Cenâiz, 1)
Şârihlerin beyânına göre, bu hadisten murâd, “Lâ ilâhe illallâh” sözü ve onun ayrılmaz parçası olan “Muhammedün Rasûlullâh” ilâvesidir. İkisini birlikte söylemek îcâb eder. Bu hadiste ve benzer diğer hadislerde sadece “Lâ ilâhe illallâh” söylenir, ancak ikisi birden kastedilir. “Lâ ilâhe illallâh” sözü şerʻan, kelime-i şehâdetin ikisini de kastederek söylenilen bir alem olmuştur. (Azîmâbâdî, Avnü’l-Maʻbûd, Beyrut 1415, VIII, 267-268)
Büyük Osmanlı âlimi Ahmed Naîm Efendi şöyle buyurur:
“Lâ ilâhe illallâh” kelime-i tayyibesi “Muhammedün rasûlullâh” cümlesini de gerektirdiği ve bu iki cümleye toptan alem gibi olduğu için yalnız bu kadar ile iktifâ edilmiştir. Yoksa Peygamber Efendimiz’in risâletini tasdik etmeksizin cehennemden kurtuluşun mümkün olmadığı katʻî naslarla sabit ve malumdur. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1987, I, 52)
Nitekim diğer bir hadîs-i şeriflerinde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.v)’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân, 2; Tefsîr, 2/30; Müslim, Îmân, 19-22)
Diğer taraftan Peygamber Efendimiz (s.a.v), “İnsanlar «Allah’tan başka ilah yoktur» diyene kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri, bizim kıldığımız namazı kıldıkları, bizim kıblemize yöneldikleri ve hayvan kesiminde bizim gibi davrandıkları zaman (bir haksızlık yapıp mağdur duruma düşürdükleri kimselerin) kan ve mal hakkı müstesna olmak üzere kanları ve malları bize haram olur. Onların (bizce malum olmayan ahvallerinden dolayı) hesapları ise Allah’a aittir” buyurmuştur. (Buhârî, Salât, 28)
Şârihlerin de beyan ettiği veçhile burada insanların “Lâ ilâhe illallâh” demesinin kâfî görülmemesi, imanın icabının fiilen yerine getirilmesinin gerekliliğindendir.
“Kelime-i Tevhid”in söylenmesinin ardından “namaz”, “kıbleye yönelmek” ve “hayvan kesimi”nden ibaret üç hususun zikredilmesi, bir kısım ulema tarafından şöyle izah ediliyor: Bir kimse “Kelime-i Tevhid”i söylediği zaman Ehl-i Kitab’ın muvahhidleri gibi olur. Yani nasıl ki İslam’ın başlangıcında Ehl-i Kitab’a mensup -Necâşî vd. gibi- muvahhid kitâbîler vardı ve onlar da İslam’ın çağrısını duyduklarında iman etmekle yükümlü idiler, işte İslam’ın çağrısını işittiğinde “Lâ ilâhe illallâh” diyen sair herhangi bir kimse de hükmen onlar gibi olur. Ehl-i Kitab’ın salatı (duası) gibi salat etmek, onlar gibi Kâbe dışında bir kıbleye yönelmek ve hayvan kesiminde onlar gibi davranmak yeterli olmaz. Bu amelleri de “Müslüman” gibi yapmak zorundadır. Salatı bizim gibi rükûlu ve secdeli kılmalı, bizim kıblemize yönelmeli ve hayvan kesiminde bizim riayet ettiğimiz kâidelere riayet etmelidir. (Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 497)
Hadiste “Muhammedun Rasûlullâh” kısmının tasrihen zikredilmemiş olmasının izahı da burada yatmaktadır. Zira yukarıdaki fiillerin gerekli şekilde icrâ edilmesi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in peygamberliğini, dolayısıyla Sünnet’in bağlayıcılığını ikrar olmadan mümkün değildir. Bir diğer ifadeyle, mezkûr fiillerin lâyıkı veçhile yapılması, Hz. Peygamber (s.a.v)’e imanı da tazammun eder. Dolayısıyla bu sûretle “Peygamber’e iman” şartı, fiilî olarak yerine getirilmiş olmaktadır. (el-Aynî, Umdetu’l-Karî, IV, 127)
PEYGAMBER (s.a.v) EFENDİMİZ’E İMAN TAM OLMALI
Peygamber Efendimiz (s.a.v) (yahudi çocuk) İbnu Sayyâd’a:
“-Benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şehâdet eder misin?” buyurdu. İbnu Sayyâd, Peygamber Efendimiz’e baktı ve:
“-Ben senin ümmîlere (Araplara) gönderilen bir rasûl olduğuna şehâdet ederim” dedi… (Buhârî, Cihâd, 178)
Yahudi, Peygamber Efendimiz’in rasûl olduğunu kabul ediyor, ama yahudilere gönderilmediğine inanıyordu. Bu iman bile onun müslüman olmasına yetmedi, nerede kaldı Efendimiz’i hiç kabul etmeyenlerin Cennet’e girmesi…
*
İmam Muhammed (r.a) şöyle buyurur:
“Bugün müslümanlar arasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan biri: «Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in O’nun rasûlü olduğuna şahitlik ederim» diyecek olsa, o bu sözüyle müslüman olmaz.
Çünkü herkes biliyor ki aramızda yaşayan her Yahudi ve Hıristiyan bunu söylemektedir. Kendisinden bu sözüyle ilgili açıklama istediğiniz zaman: «Muhammed, Allah’ın size gönderdiği rasûlüdür, İsrailoğullarına değil» derler. Buna delil olarak da şu âyeti zikrederler:
«Ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.» (el-Cumʻa, 2)
Derler ki: «Âyette sözkonusu edilen “ümmîler”, Ehl-i Kitap olmayanlardır.» Yaptıkları bu açıklamadan da anlıyoruz ki onlardan biri böyle bir sözü söylediğinde bu onun İslâm’ı kabul ettiğine delil değildir. O halde onlardan birinin müslüman olduğuna hükmedebilmemiz için bu söze ilâve olarak kendi dininden teberrî ettiğini de (uzaklaştığını da) ifade etmesi gerekir. Mesela Hıristiyan ise, «Ben, hristiyanlıktan berîyim», Yahudi ise, «Ben yahudilikten beriyim» demesi gerekir. Kendi inancına muhalif olan bu sözü ilave ettiği zaman ancak Müslüman olduğuna hükmederiz.” (İmâm Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, eş-Şeriketü’ş-Şarkıyye 1971, s. 2265, no: 4519; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâiʻ, Dâru’L-Kütübi’l-Ilmiyye, 1406, VII, 103)
Ebû Hanîfe (r.a) şöyle buyurur:
“Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in O’nun rasûlü olduğuna şahitlik edip Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Allah katından getirdiği her şeyi ikrâr etmedikçe, sadece kelime-i şehadeti söylemeleri, hristiyan ve yahûdilerin İslâm’a girmeleri için kâfi değildir. Hristiyan ise «hristiyanlıktan berîyim», Yahudi ise, «yahudilikten beriyim» demesi de gerekir. Bunu söyleyince müslüman olur.” (Cassâs, Şerhu Muhtasarı’t-Tahâvî, el-Medînetü’l-Münevvere: Dâru’s-Sirâc, 1431, VII, 41)
*
Bu hususta şu kaynaklara da müracaat edilebilir:
Ahmed, II, 317; III, 338, 387, 470-471; IV, 396
Müsned tercümesi I, 149 vd., 313 vd.
Beyhakî, Şuab, I, 199-200
İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, V, 312