KİTABIMIZ KUR’ÂN
Muhtevâsı ve Fazîletleri
Doç. Dr. Murat Kaya
İÇİNDEKİLER.. 2
1. Kur’ân-ı Kerîm’in Tarifi ve İsimleri 18
2. Kur’ân-ı Kerîm’in Mâhiyeti 20
3. Kur’ân-ı Kerîm’in Bazı Husûsiyetleri 23
KUR’ÂN-I KERÎM ALLAH KELÂMIDIR.. 29
1. Kur’ân-ı Kerîm Vahiy Yoluyla Gelmiştir 30
1.1. Vahyin Geliş Şekilleri 32
1.2. Vahiy Esnâsında Görülen Haller 34
2. Kur’ân’ın Allah Kelâmı Olduğunu Gösteren Deliller 38
2.1. Efendimiz’in Vahyi Ezberleme Gayreti 38
2.2. Bazen Vahyin Gecikmesi 40
2.3. Zaman Zaman İtâb Âyetlerinin İnmesi 43
2.4. Bazen Vahyin Kapalı Gelmesi 47
3. Kur’ân’ın Kısım Kısım İnmesindeki Hikmetler 49
4. Kur’ân-ı Kerîm İlâhî Koruma Altındadır 53
4.1. Kur’ân-ı Kerîm’in Ezberlenmesi 57
4.2. Kur’ân-ı Kerîm’in Yazıya Geçirilmesi 61
4.3. Allah Rasûlü’nün Kur’ân’ı Cebrâil’e Arzı 64
4.4. Hz. Ebû Bekir’in Kur’ân’a Hizmetleri 64
4.5. Hz. Osman (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri 67
5. Kur’ân-ı Kerîm Hakkı Çekinmeden Söyler 70
6. Kur’ân-ı Kerîm Âlemşümuldür, Ahkâmı Ebedîdir 75
EBEDÎ MUCİZE KUR’ÂN-I KERİM… 81
1. Kur’ân’ın Meydan Okuması (Tehaddî) 81
2. Kur’ân’ın Mûcizevî Yönleri 84
2.2. Gaybî Haberler Vermesi 89
2.3. İlmî Keşiflere İşaret Etmesi 93
4. Kur’ân’ın Gönüllere Tesiri 116
4.1. Allah Rasûlü’ne Tesiri 118
4.2. Ashâb-ı Kirâma Tesiri 121
4.3. Gayr-i Müslim Araplara Tesiri 125
4.4. Arap Olmayan İnsanlara Tesiri 133
KUR’ÂN-I KERÎM’İN MUHTEVASI 137
2.1. Kıymet Ölçüsü: Takvâ. 158
2.2. Takvâ’ya Nâil Olabilmek İçin. 159
12. Allah Kimleri Sevmez?. 203
13. Hidâyet Önderleri: Peygamberler 207
13.6. Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak (a.s) 216
13.8. Hz. Ya‘kûb ve Hz. Yûsuf (a.s) 219
13.11. Hz. Musa ve Hz. Hârun (a.s) 222
13.12. Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman (a.s) 223
13.13. Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa (a.s) 224
13.14. Hz. Muhammed (s.a.v) 229
KUR’ÂN-I KERÎM’İN FAZİLETİ ve BEREKETİ 231
1. Kur’ân’ın Fazîleti ve Ehemmiyeti 231
1.1. Kur’ân Azîzdir, İzzet Bahşeder…… 232
1.2. Kur’ân Ehli Hep Tercih Edilir 234
1.3. Kur’ân Ehli, Allah’ın Has Kullarıdır 236
1.4. Kur’ân’ın Her Harfi Bir Hazinedir 237
1.5. Kur’ân Makbul Bir Şefâatçidir 238
2. Kur’ân Okumanın Fazileti 239
3. Kur’ân’ı Dinlemenin Fazileti 254
4. Kur’ân’ın Rahmet ve Bereketi 256
KUR’ÂN-I KERÎM’E KARŞI VAZİFELERİMİZ. 268
1. Kur’ân-ı Kerîm’e Tâzim ve Hürmet 268
2. Kur’ân Okumaya Ehemmiyet Vermek. 272
2.1. Kur’ân’a Temiz Olarak Dokunmak. 277
2.2. Kur’ân’ı Huşû ile Okumak. 281
2.3. Kur’ân’ı Tecvîd ve Tertîl Üzere Okumak. 282
2.4. Kur’ân’ı Güzel Sesle Okumak. 283
2.5. Kur’ân’ı Huşû ve Huzûr İle Dinlemek. 287
2.6. Kur’ân-ı Kerîm’i Dünya Menfaatiyle Değişmemek. 289
2.8. Kur’ân Tilâvetinin Âdâbı 293
3. Kur’ân’ı Anlamaya Çalışmak. 294
4. Âyetler Üzerinde Tefekkür, Tedebbür ve Tezekkür 297
5. Kur’ân’ın Ahkâmına Tâbî Olmak. 303
5.1. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân’ı Yaşaması 307
5.2. Ashâb-ı Kirâmın Kur’ân’ı Yaşaması 308
5.3. Ehlullâh’ın Kur’ân’ı Yaşaması 313
6. Kur’ân’ı Anlamak ve Yaşamak Ancak Sünnet’le Mümkündür 318
7. Kur’ân Eğitimine Ehemmiyet Vermek. 329
6.1. Kur’ân-ı Kerîm Hizmetlerinin Kıymet ve Şerefi 334
6.2. Kur’ân-ı Kerîm Eğitiminde Dikkat Edilecek Hususlar 337
TAKRİZ
Bizleri îmân ile şereflendiren, Kur’ân-ı Kerîmʼe muhâtap kılan Cenâb-ı Hakkʼa nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun!
Emsalsiz örnek şahsiyetiyle Kur’ân-ı Kerîm’in fiilî bir tefsiri olan Hazret-i Muhammed Mustafâ r Efendimiz’e sonsuz salât ü selâm olsun.
Şüphesiz ki Rabbimizʼin biz âciz kullarını muhâtap alarak yüce kelâmını lûtfetmiş olması; müʼminler için nâiliyet, mazhariyet ve iltifatların en yücesi, şeref ve izzetlerin en muhteşemidir…
Zira;
- Kurʼân-ı Kerîm, kullarını seven, sayısız nîmetleriyle perverde kılan, rahmet ve mağfiretini tecellî ettiren Yüce Rabbimizʼin, katından lûtfettiği, iki cihanda huzur ve saâdet hazinesinin haritasıdır.
- Kurʼân-ı Kerîm, ilâhî imtihanlarla dolu hayat dershanesinin en büyük ders kitabıdır.
- Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî bir rahmet membaıdır. Mü’minlere hikmet dolu öğüt, hatırlatma ve nasihattir. Kalp ve rûha basîret nurlarıyla imdâd eden sonsuz bir mûcizedir. Dünyada istikâmet ölçüsü, ukbâda ise Cennet’in yol göstericisidir.
- Kurʼân-ı Kerîm, nefsânî ve şeytânî marazların kıskacında gaflet ve cehâlet illetine müptelâ olmuş çâresizlerin kendilerine şifâ reçeteleri bulabilecekleri yegâne ilâhî sır ve hikmetler eczâhanesidir.
- Kurʼân-ı Kerîm, insanoğluna ebedî kurtuluş ufuklarını göstermek için, Rabbimizʼin en Emîn ve Azîz Elçi’si ile gönderdiği, kıyamete kadar bir harfinin bile tahrif edilmemesi için ilâhî muhafazası altına alarak muazzam bir şan ve şeref bahşettiği, mûcizelerle dolu bir hidâyet ve istikâmet mektubudur.
Düşünmek îcâb eder ki, herhangi birimize resmî makamlardan bir mektup gelse ve o mektup -faraza- mâlî bir konuyla alâkalı olsa, onu tekrar tekrar okur, anlayamadığımız veya ihmâl ettiğimiz hususlar var mı diye bir de mâlî müşâvire veya muhâsebeciye danışırız.
Gelen mektup, şayet hukûkî bir belge ise daha da titiz inceler, bir hukuk müşâvirine danışır, işin aslını-esâsını en ince teferruatına kadar büyük bir ciddiyetle tedkik ederiz. Fânî dünya hayatımızda bir sıkıntıya düşmemek için bu kadar ciddî bir alâka gösteririz.
Yine gurbet diyarında yaşayan çok sevdiğimiz birinin gönderdiği mektupları, merak ve iştiyakla, hiç bekletmeden açıp okur, öper koklar, yüzümüze-gözümüze sürer, ömürlük bir hâtıra kıymetinde görüp îtinâ ile saklarız.
Kurʼân-ı Kerîm ise, bizleri yoktan var eden, yegâne Hâlıkʼımız, sahibimiz ve kendisine dönülecek mutlak merciimiz olan Allah Teâlâʼnın gönderdiği, şânı yüce bir hidâyet mektubudur. Beşeriyete Hak katından gelen son ilâhî çağrıdır. Hem bir ebedî saâdet müjdesi, hem de elîm bir azâbın ihtârıdır.
Dolayısıyla fânî mektuplarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir dikkat, ciddiyet ve gayretle okuyup hayatımızı ulvî düstur ve ölçüleriyle tanzim etmemiz gereken, paha biçilmez kıymette bir ilâhî emanettir.
Rabbimizʼin bu ilâhî fermânına, bâkī ve ebedî olanın fânî ve geçici olana üstünlüğü nisbetinde yüksek bir îtinâ, ihtimam ve ihtiram göstermek gerektiği muhakkaktır.
Hakîkaten bu dünya şartlarında Rabbimizʼle beraberliğin en güzel yolu, Oʼnun yüce kelâmıyla ciddî ve samimî bir ülfet içinde bulunmaktır. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:
“Sizden biri, Rabbine yalvarıp O’nunla konuşmayı severse, kalp huzuruyla Kur’ân okusun.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 13/360)
“Kur’ân, bir ucu Allâh’ın, diğer ucu da sizin elinizde olan sağlam bir ip (gibi)dir. Ona sıkıca sarılın! İşte o zaman sapıtmaz ve helâk olmazsınız.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 164)
Allah Rasûlü r’in mânevî terbiyesi altında yetişen ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’e muhabbetle bağlılıkları, bizlere müşahhas bir örnek olmalıdır. Ashâb-ı kirâm, maddî bakımdan fakr u zarûret içinde olsalar da, Kur’ânî hakîkatlerin cennet iklîminde gerçek huzuru yaşadılar. Canlı bir Kurʼân olabilmenin gayret ve heyecanı içinde, ilâhî emirleri muhabbet ve fedakârlıkla îfâ ettiler. Kur’ân’ın ulvî sadâsını dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için mallarını ve canlarını cömertçe fedâ etmeyi canlarına minnet bilerek en büyük saâdete eriştiler.
Sahâbe-i kirâm, Kur’ân-ı Kerîm’in peyderpey nâzil olan âyetleriyle böylesine içli-dışlı, böylesine kalbî irtibat hâlinde, feyizli bir hayat yaşıyorlardı. Onların en büyük düşüncesi ve en mühim meşgalesi Kur’ân-ı Kerîm’di. Kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir herkesin ana gündeminde Kur’ân-ı Kerîm vardı.
Hanım sahâbîler, akşam eve gelen beylerine;
“–Günün nasıl geçti, eve ne getirdin, çarşı-pazara neler gelmiş?” diye sormak yerine, o gün nâzil olan âyet-i kerîmeleri ve örnek şahsiyetiyle canlı bir Kurʼân olan Peygamber Efendimizʼin buyurduğu hadîs-i şerîflerden neler öğrendiklerini sorarlardı.
Kur’ân âyetleri, 23 senelik nebevî hayatı âdeta bir ağ gibi ilmek ilmek dokuyan ilâhî mesajlar sûretinde peyderpey nâzil oluyordu. Her nâzil olduğunda da Allah Rasûlü r Efendimiz’i ve O’nun can yoldaşları olan ashâb-ı güzîni, bazen târifsiz bir sürûra, bazen dehşete ve her hâlükârda takvâya sevk ediyordu. Allah Teâlâ’dan gelen bu mesajlarla, mü’minlerin mâneviyatları takviye oluyor, azimleri artıyor, gönüllerindeki îman muhabbeti ve heyecanı zirveleşiyordu.
Ashâb-ı kirâmın Kur’ân’a karşı bağlılık, muhabbet, heyecan ve coşkuları o derecedeydi ki; Cenâb-ı Hak tarafından inzâl buyrulan Kur’ân âyetleri, onlara âdeta semâdan inen ve tadına doyum olmayan, ilâhî bir ziyafet sofrası gibi geliyordu. Ne zaman bir âyet nâzil olduğunu duysalar, hemen o ilâhî ziyafete iştiyakla koşar, büyük bir îman heyecanı içinde; “Acaba Cenâb-ı Hakk’ın murâdı nedir, rızâsı hangi ameldedir?” suâlinin cevâbını, yeni gelen tâlimatlardan öğrenmeye çalışırlardı.
Yine onlar Kur’ân’ı yaşama hususunda öyle rakik bir gönle sahip oldular ki; meselâ infâkı emreden âyetler inmeye başladığı zaman, infak edecek hiçbir şeyi bulunmayan fakir sahâbîler bile dağlara çıktılar, odun kestiler, Medîne çarşısında satıp Allah Rasûlü r’in önüne getirdiler.
Hâlbuki onlar;
“–Biz zaten yarı çıplak, fakir insanlarız. Bu ilâhî emirden mes’ûl değiliz, bundan muâfız.” diyebilirlerdi. Fakat demediler. Bilâkis onlar büyük bir îman vecdiyle;
“–Biz hiçbir ilâhî emri îfâdan geri kalmayalım, bu şeref ve bahtiyarlıktan mahrum olmayalım!” diye çâreler aradılar, fırsatlar kolladılar. Böylece her âyetin muhtevâsına, şümûlüne, istikâmetine girebilmenin gayret ve heyecanı içinde yaşadılar.
Zira Peygamber Efendimiz r,bir defasındaşöyle buyurmuşlardı:
“–Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!”
Ashâb-ı kirâm:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Efendimiz r:
“–Onlar Kur’ân ehli, Allah ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” cevabını verdi. (İbn Mâce, Mukaddime, 16)
Bu itibarla ashâb-ı suffe başta olmak üzere pek çok güzîde sahâbî, hakîkî bir “Kur’ân ehli” olabilmek için Allah Rasûlü’nün taht-ı terbiyesinde;
P Kāriu’l-Kur’ân
P Hâfizu’l-Kur’ân
P Âlimu’l-Kur’ân
P Hâdimu’l-Kur’ân
P Âmilu’l-Kur’ân
P Hâmilu’l-Kur’ân olarak yetiştiler.
Kāriu’l-Kur’ân oldular: Yanievvelâ, mahreç ve tecvîdiyle Kur’ân-ı Kerîm’i doğru bir sûrette tilâvet etmeyi öğrendiler.
Hâfizu’l-Kur’ân oldular: Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona ezberlediler.
Âlimu’l-Kur’ân oldular: Kur’ân-ı Kerîm’in sır ve hikmet deryasından gerçek mânâda nasiplenmek maksadıyla Kur’ân ilimlerini tahsil ettiler.
Hâdimu’l-Kur’ân oldular:Zihinlerine ve gönüllerine nakşettikleri Kur’ân ilimlerini, ondan mahrum olanlara da ulaştırabilme hizmetine koştular. Yani Kur’ân’ı öğrenen, öğreten ve Kur’ân ile emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunan bahtiyar kullardan oldular. Böylece Rasûlullah r Efendimiz’in;
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.”[1] müjdesine nâil olma heyecanıyla yaşadılar.
Âmilu’l-Kur’ân oldular:Hem Kur’ân ahlâkıyla ahlâklandılar, hem de hiçbir tâviz vermeden Kur’ân ahkâmını takvâ üzere yaşamaya başladılar.
Zira Peygamber Efendimiz r şöyle buyurmuştu:
“Yalnız şu iki kişiye gıpta edilir:
Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. O kişi, Kur’ân ile gece-gündüz meşgul olup onunla amel eder. Diğeri, Allâh’ın kendisine mal verdiği kimsedir. O da gece gündüz bu malı infâk eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)
Hâmilu’l-Kur’ân oldular: Âdeta canlı bir Kur’ân hâline geldiler. Baştan ayağa bir edep timsâli oldular. İslâm’ı yaşayışlarıyla tebliğ ettiler.
Velhâsıl, nâzil olan Kur’ân âyetleri, yeni teşekkül etmekte olan genç İslâm toplumunun dünya görüşünü, fikriyat ve hissiyâtını, akıl ve gönül dokusunu inşâ etti. Zaten Kur’ân’ın gönderilişindeki büyük gâye de buydu: Yani fert ve toplumu dâimâ hakka ve hayra istikâmetlendirerek huzura kavuşturmaktı. Nitekim asr-ı saâdet toplumu da, geçtiği merhaleler ve ulaştığı mânevî seviye neticesinde, insanlık tarihine “fazîletler medeniyeti” armağan eden örnek bir nesil hâline geldi.
Onların yolunu takip edebilmek için Kur’ân-ı Kerîm’in yalnızca harflerini telâffuz etmek kâfî değildir. Kurʼânʼın lâfızlarını tilâvetle birlikte, onun mânâ iklîmine girmek, ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla da kâmil olmak zarûrîdir. Zira Kurʼân-ı Kerîm, âdeta yeni bir âletin yanında gönderilen “kullanma kılavuzu” gibi, bizleri yaratan Rabbimizʼin bizlere her iki cihanda nasıl huzurlu bir hayat yaşayabileceğimizi bildirmek üzere gönderdiği ilâhî tâlimatnâmedir.
Merhum Mehmed Akif, müslümanlar olarak, Kurʼânʼın mânâsını idrâk edip yaşamaktaki noksanlığımıza dâir bir nefis muhâsebesi sadedinde şöyle der:
Ya açar Nazm-ı Celîlʼin, bakarız yaprağına;
Yâhut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kurʼân, şunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!..
Evet, Kurʼân-ı Kerîm, mevtâların ruhlarına ilâhî rahmeti celbetmek ümîdiyle de okunmalıdır. Fakat ona en çok dirilerin ihtiyacı vardır. Zira bugün diri olanların yarınki ebediyet yolculuğu, hayatlarını Kurʼân-ı Kerîmʼe göre tanzim edebildikleri nisbette huzurlu olacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm; kendisini huşû ve huzur ile okuyup tatbik edenler için, kabir karanlıklarında nur, Mahkeme-i Kübrâ’da şefaatçi, Mîzan’da ağır gelen bir sevap ve Sırat’ta imdâd-ı ilâhîdir.
Kur’ân-ı Kerîmʼden gerçek mânâda istifâde edebilmek ise; onun hikmet ve hakîkatlerinin tefekküründe derinleşerek, telkin ettiği ahlâk ile ahlâklanmak ve muktezâsınca amel etmekle mümkündür.
Bu sebepledir ki birkaç âyet-i kerîmeyi tefekkür ederek tâne tâne okumak, tefekkürsüz olarak yapılan uzun uzun tilâvetlerden daha hayırlı kabul edilmiştir. Zira Kur’ân’ın her kelimesinde, hesaba gelmeyecek sırlar mevcuttur. Kişi ancak derin tefekkür, yüksek ahlâk ve amel-i sâlihlerle elde ettiği musaffâ bir kalp ve rakik bir gönülle o sırlara vâkıf olabilir. Bu kalbî kıvama erebilenler için Kurʼân-ı Kerîm, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hayrı şerden ayıran bir hayat rehberidir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ
“Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler (takvâ sahipleri) için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2)
Yani Kur’ânʼın mânâ iklîminden feyz alabilmek, onu okurken sahip olunan kalbî seviye ile doğrudan alâkalıdır. Bu sebeple kalbe mânen seviye kazandırmak îcâb eder.
Zira Kur’ân-ı Kerîm, âdeta bir güneş gibidir. Lâkin her kalbe farklı doğar. Nitekim Kurʼân-ı Kerîm’den istifâde hususunda insanların çok farklı seviyelerde bulunduğunu, Mevlânâ Hazretleri’nin şu teşbîhi ne güzel îzah eder:
“Güneş, bütün mahlûkâtın üzerine eşit doğar. Ama gül başka, leş başka kokar!”
“Güneş, kuru dala da, yaş dala da aynı yakınlıktadır. (Her ikisine de aydınlatan ve ısıtan şuâlarını cömertçe ikram eder.) Fakat zamanı gelince, olgun, lezzetli ve güzel kokulu meyvelerini yiyeceğin yaş ve taze dalın Güneşʼe yakınlığı nerede, kuru dalınki nerede?!
Kuru dal, Güneşʼe yakınlığı yüzünden daha beter kurumaktan (ve yakılacak bir odun olmaktan) başka ne elde edebilir?!”
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.” (el-İsrâ, 82)
Hakîkaten, bir hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisine samimiyet, muhabbet ve hürmetle yaklaşanları irşâda,[2] bunun aksine ona sırt çevirip kalben uzak kalanları ise idlâle[3] vesîle olabilecek bir mâhiyet taşır. Nitekim avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okusalar; hepsi de kendi kalbî seviyelerine göre ondan farklı derecelerde istifâde ederler.
Hazret-i Osman t şöyle buyurmuştur:
“Eğer kalplerimiz tertemiz olsaydı (yani tezkiye ve tasfiye sürecinden geçmiş olsaydık), Rabbimizʼin kelâmına doyamazdık. Ben, Mushaf’a bakmadığım bir günün geçmesini çok çirkin görürüm.”
Nitekim Kurʼân âşığı Hazret-i Osman t şehîd edildiğinde, sayfalarına çok bakmaktan dolayı Mushaf’ı iyice yıpranmış, bazı yaprakları ise delinmişti.[4] Hattâ Hazret-i Osman’ın bu şekilde iki Mushaf eskittiği nakledilir.[5]
Kurʼân-ı Kerîm; ilâhî sırlarını, kudsî hikmetlerini, hakîkî renklerini ancak takvâ sahibi kulların gönül gözlerine sergiler. Yani Kur’ânʼın ihtişâmı, onu okuyanın kalbindeki takvâ derinliği nisbetinde idrâk edilebilir. Dolayısıyla Kurʼânʼın asıl kalben okunması gerekir. Akıl ve göz, ilâhî hakîkatleri kalbin daha net idrâki için gereken yardımcı vâsıtalardan ibârettir. Asıl idrâk etmesi gereken, îmânın karargâhı olan kalptir. Zira îman; ilâhî hakîkatleri dil ile ikrar, kalp ile tasdik neticesinde oluşur. Akıl ile tasdik neticesinde değil.
Akıl, kalbin hizmetinde ve ona bağlı olarak okuduğu takdirde Kurʼânʼdan gerçek mânâda istifâde edebilir. Böyle olmadığı takdirde insan, aklen ilâhî gerçekleri kabul etse bile, nefsânî menfaatlerin kıskacında kalarak o Kurʼânî gerçeklere lâyıkıyla teslîm olamaz. Aklı ve kalbi Kurʼânʼa râm etmeden de sâlih bir müʼmin olunamaz.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in gereği gibi idrâk edilip hayat, kâinât ve hâdisâtın Kur’ân mantığı ile tefekkür edilmesini emretmektedir. Bunun içinse, saâdete de sefâlete de vesîle olabilen aklı, vahyin muhtevâsında istikâmetlendirmek şarttır.
Aklın; insan, kâinat ve bunlardaki hakîkatlere bir ayna mesâbesinde olan Kur’ân-ı Kerîm üzerinde tefekkür ederken elde edeceği netice, tıpkı topraktan çıkarılan ham mâdenler gibidir. Bu mâdenleri mâmûl hâle getiren ise, îman muhabbetiyle dolu bir kalptir.
Kalp; hissiyâtın, yani duyguların merkezidir. Allahʼtan gayrısından tasfiye edilerek mânen seviye kazanmış bir kalp, aklın sunduğu delilleri birleştirerek, tıpkı kırık bir vazonun parçalarını bir araya getirip aslî şeklini ortaya çıkarmak gibi, hakîkatin kâmil mânâda idrâkini temin eder.
Velhâsıl Kurʼân-ı Kerîmʼi yalnızca kıraat etmek kâfî değil, onun mânâ iklîmine girmek, tefekküründe derinleşmek, ahlâkıyla ahlâklanmak, ona hürmet ve muhabbet dolu bir kalbî kıvam ile yönelmek ve hayatın her ânında onun tâlimatları istikâmetinde yaşamaya çalışmak îcâb eder.
Fakat bu noktada mühim bir mesele karşımıza çıkmaktadır: Kurʼânʼın mânâ iklîmine lâyıkıyla girebilmek için Arapçayı bilmek de kâfî değildir. Lisânın âlet ilimleri, yani daha yüksek bilgiler edinmeye vesîle olan belâgat, dilbilgisi, edebî sanatlar, mantık gibi ilimlerin yanısıra, asıl “tefsir ilmi”nin sağlayacağı zemin kültürüne ihtiyaç vardır.
Bunu temin edebilmenin pek çok usûlü bulunmakla birlikte, şüphesiz ki bunun en güzel yolu, Kur’ân-ı Kerîm’in açık ve anlaşılır bir şekilde şerh ve îzâhı demek olan tefsirlere müracaat etmektir.
Bu meyanda evvelâ meâl okumak da akla gelebilir. Fakat belli bir ilmî altyapıya ve Kurʼân kültürüne sahip olmayan kimseler için bunun bazı mahzurları bulunmaktadır. Zira Kurʼân-ı Kerîm, bütün ilimlerin hikmet tarafını ifâde eden kaynak kitaptır. Yaş ve kuru ne varsa hepsinin ilmi Kurʼân-ı Kerîmʼde bir nüve hâlinde, gizli bir hazine gibi meknuzdur. Bütün ilim ve hikmetlerin şifreleri ve her meselenin çözümü Kurʼânʼdadır. Lâkin bunlar, tafsîlâtıyla değil, veciz bir üslûpla, öz ve hulâsa olarak bildirilmiştir.
Yine Kurʼân-ı Kerîmʼde sayıları hayli fazla olan müteşâbih, yani tam olarak ne mânâya geldiğine karar vermenin zor olduğu âyetler de bulunmaktadır. Bazı ifadeler mecâzî, bazıları hakîkî, kimisi umûmî, kimisiyse husûsî mânâdadır. Nâsih-mensûh âyetler vardır. Fert ve toplum hayatını tanzim eden ibadet, ahlâk, muâmelât ve hukuka dâir ahkâm âyetleri mevcuttur. Nüzûl sebebi ve sünnetteki izahları bilinmeden anlaşılamayacak olan telmihler, hurûf-i mukattaa gibi tamamen Rabbimiz ile Oʼnun bildirdikleri arasında sır kalan âyetler bulunmaktadır.
Ayrıca Kurʼânʼı Kerîm, Rasûlullah r Efendimizʼin pâk kalbine indirilmiş, oradan ümmete tebliğ edilmiştir. Peygamber Efendimizʼe ilâhî emirler bazen mücmel olarak gelirdi. Yani mânâsı özlü ve kapalı olduğundan, şerh ve îzah edilmedikçe maksadı tam olarak anlaşılamayan ifadeler hâlinde vahyedilirdi. Efendimiz r 23 senelik nübüvvet hayatıyla bu icmâlî beyanları Rabbimizʼin dilediği kadarıyla tafsil ve tefsir etmiştir. Dolayısıyla Kurʼânʼın ilk müfessiri, Peygamber Efendimiz rʼdir.
Bu sebeple Kurʼânʼdan lâyıkıyla feyz alabilmenin en mühim şartı, Efendimizʼin hayatı üzerinde yoğunlaşarak Oʼnun gönül iklîmine âşinâ olabilmektir. Zira Kurʼân âyetlerinde bildirilen pek çok hükmün aslî mâhiyetini ve hayata ne şekilde tatbik edileceğini, ancak Allah Rasûlü r Efendimizʼin örnek hâl ve tavırlarından öğrenebiliriz. Bu hâle kavuşabilmek de ancak usûl-i hadis ve siyer-i Nebî’ye vâkıf olabilmek ile mümkündür.
Bunun gibi daha nice incelikler bilinmediği takdirde, âyetlerin sadece meâlini okuyanın kendi aklıyla yanlış bir yorumda bulunması kuvvetle muhtemeldir. Bu sebeple belli seviyede bir Kurʼân ve Sünnet kültürüne sahip olmayanların, meâl ile iktifâ etmeleri son derece mahzurludur. Bütün bu Kurʼânî inceliklerin, takvâ ehli âlimler tarafından tefsîrine, yani şerh ve îzâhına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç, kıyamete kadar hiç bitmeyecektir. Bugüne kadar pek çok tefsir kaleme alındığı gibi, bugünden sonra da nice tefsir yazılacak, fakat yine de Kurʼânʼın mânâ zenginliklerinin nihâyetine varılamayacaktır. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“…Kur’ân’ın her an ortaya çıkan bediî (daha önce keşfedilmemiş) mânâları tükenmez…”[6] buyrularak Kur’ân-ı Kerîm’in bu husûsiyeti dile getirilmiştir.
İnsan sözünün beşerî kâbiliyetlerle çevrilmiş belli bir hududu vardır ki; her lisan âlimi bunu kolayca kavrayabilir. Allah Teâlâʼnın kelâmında ise; sınır tanımayan bir genişlik, nihâyetine erilemeyen bir derinlik, kâ’bına varılamayan bir yücelik, tadına doyulamayan ezelî bir âhenk ve târif edilemeyen bir mânevî lezzet vardır.
Bu itibarla, Kur’ân’ın mânâlarını şerh ve îzah etmek için yapılan sayısız tefsirler bile, sahili olmayan bir okyanustan alınmış birkaç damla mesâbesinde kalmaya mahkûmdur. İslâmî edebiyatta 1400 küsur seneden beri yazılan bütün eserler, bir kitabın ve bir insanın îzâhı mâhiyetindedir. O kitap, her iki cihânın saâdet menbaı olan Kurʼân-ı Kerîm; o insan da emsalsiz örnek şahsiyetiyle canlı bir Kurʼân tefsîri olan Peygamber Efendimiz rʼdir.
Dolayısıyla ilâhî kelâmın sonsuz mânâ ve muhtevâsını beşer kelimelerindeki darlığa hapsetmek doğru değildir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
وَلَوْ اَنَّ مَا فِى الْاَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ اَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِه۪ سَبْعَةُ
اَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allâh’ın kelimeleri yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Lokmân, 27)
Yani Cenâb-ı Hak, ilâhî hakîkatlerin sonsuzluğunu beyân ederek Kurʼân-ı Kerîmʼde de beşer kelimeleriyle ifade edilemeyecek derinlik ve yücelikte sır ve hikmetler bulunduğuna işaret buyurmaktadır.
Nitekim Mevlânâ Hazretleri de bu hususta:
“Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtiva ettiği bütün sırları ifade etmeye ise sahilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar da kalem olsa yine de kifâyet etmez.” buyurur.
Hakîkaten Kur’ân-ı Kerîm, mânâ derinliği nihâyetsiz bir kitaptır. Tıpkı yerin altına doğru tabaka tabaka uzanan altın mâdeni gibi, her âyetin ifade ettiği farklı mânâ mertebeleri vardır. Bunlar zâhirden bâtına, dıştan içe, satıhtan derine doğru gider.
Yine Kur’ân-ı Kerîm, kalbin seviyesi nisbetinde derinliğine dalınabilen uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak kıyıdaki sığ sularda kulaç atabilirken; mâhir bir dalgıç, denizin en derin yerlerine dalarak kıyıdakilerin göremediği, acâyip, garâib ve değişik manzaralarla bambaşka âlemler seyrederse, takvâ yolunda kalben merhaleler kateden kimseler de Kur’ân’da pek çok hikmet tecellîleriyle karşılaşır, ondan gerçek mânâda feyz alırlar.
Nasıl ki derin bir kuyuya bakan insanın başı dönerse, Kurʼânʼın hakîkatinde derinleşen bir kalbin duyuşları da sonsuza açılır, kulu hayret vâdilerinin yolcusu kılar, mârifetullahʼtan hisseler almaya sevk eder.
Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm beyanlarının hikmet, hakîkat, gâye ve murâdını en iyi idrâk eden kâmil âlim ve ârifler de, tıpkı denizin derinliklerine dalabilen mahâretli dalgıçlar gibidirler. Onlar, kâbiliyet, istîdat ve imkânları nisbetinde Kur’ân’ın ilâhî sır ve güzelliklerini ortaya çıkarıp insanların istifâdesine sunarlar.
Bu bakımdan, kıyâmete kadar sürecek ilâhî bir mûcize olan Kurʼân-ı Kerîmʼin mânâ iklîmine lâyıkıyla girebilmek için, ilim ve irfanda belli bir seviyeye ulaşmış, incelikleri kavramaya istîdatlı, takvâ ehli, sâlih müfessirlerin tefsirlerine mürâcaat etmek zarûrîdir.
Ayrıca, yaşayışlarıyla canlı bir Kurʼân olan âlim ve ârif Hak dostlarının hâl ve tavırlarını, irşad ve nasihatlerini de bu hususta büyük bir nasip bilmek îcâb eder. Zira Kur’ân-ı Kerîm, murâd-ı ilâhîyi ifâde ettiği için, ondan en iyi anlayanlar, Allâh’a yakın olan sâlih zâtlardır.
Kıymetli kardeşlerimiz!
Dr. Öğr. Üyesi Murat Kaya tarafından titiz bir emeğin mahsûlü olarak sizlere takdim edilen bu eserin, yüce kitabımız Kurʼân-ı Kerîmʼe karşı mesʼûliyetimizin büyüklüğünü yeniden hatırlamak, onun kıymet ve azametini daha derinden idrâk etmek ve böylece Kurʼânʼın feyizli iklîminde huzurlu bir kulluk hayatı yaşayabilmek yolunda nice hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederiz.
Unutmayalım ki, tarih boyunca hak ve hakîkat nâmına her fetret devrinden kurtuluşun en mühim vesîlesi, Kur’ân-ı Kerîm hizmetlerindeki samimî ve fedakâr gayretler olmuştur. Zamanımız da, böyle gayretlerin hayâtî derecede ehemmiyet arz ettiği bir devirdir. Bu zamanda bütün ümmetin yeniden silkiniş ve öz benliğine dönüşünü temin edebilecek olan asıl hizmet, Kur’ân-ı Kerîm’e yönelik ilgi ve alâkaya revaç verebilmektir.
Yine unutmayalım ki Kur’ân’dan uzak bir hayat, mutlak bir ebediyet intiharıdır. Kur’ân-ı Kerîmʼin feyiz ve rûhâniyeti, çorak gönüllere bereketli nisan yağmurları gibi yağmadıkça, Muhammedî bir baharın zümrüt hazinelerine kavuşulamaz.
Cihânın en hayırlı ve mes’ûd insanları, Kur’ân-ı Kerîm’in gölgesi altında yaşayan, onun hayat nûru ile nurlanan ve onda fânî olanlar, yani canlı bir Kur’ân hâline gelebilenlerdir.
Ne mutlu kalplerini Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye iklîminde mânevî bir dergâh hâline getirerek, bütün mahlûkâtı onun içine alabilen bahtiyar kullara!..
Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼi dünyada rehberimiz, kabirde aydınlığımız, kıyâmette şefâatçimiz ve ebedî saâdet vesîlemiz eylesin.
Âmîn!..
Osman Nûri TOPBAŞ
Mart 2019
Üsküdar
ÖNSÖZ
Kitâb-ı Kerîm’ini inzâl buyurarak biz kullarına sağlam bir kurtuluş ipi uzatan Yüce Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar olsun!
Âlemlere örnek güzel hayatıyla Kur’ân-ı Kerîm’in fiilî bir tefsiri olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e nihayetsiz salât ü selâm olsun!
Hidayet rehberimiz, şifa reçetemiz ve kurtuluş vesilemiz olan Kur’ân-ı Kerîm’e yaklaşmamız, onu tanıyarak muhtevâsına âşinâ olmamız gerekiyor. Onun ne olduğunu, kime ve nasıl indiğini ve hangi hususiyetlere sahip olduğunu bilmeliyiz. Hidayetini, faziletini, şifâsını ve bereketini farketmeliyiz. Bu, onu sevip hayatımıza nakşedebilmemiz için zarurîdir. Bu, aynı zamanda Kur’ân’ı yanlış tanıtan art niyetli insanların propagandalarından korunmak için de son derece lüzumludur. Doğrunun ne olduğunu bilmeyen bir insanın yanlışlardan birine sapması kuvvetle muhtemel, o yanlışlar arasında doğruyu bulabilmesi ise oldukça zayıf bir ihtimaldir. Pek çok insan doğruyu bilmediği için ondan mahrum kalır, hatta bazen ona düşmanlık eder ve neticede tarifi mümkün olmayan kayıplara uğrar. Dolayısıyla bir nimetten tam olarak istifade edebilmek için onu hakkıyla tanımak ve kadrini bilmek gerekir.
Bir misalle anlatmak gerekirse kendimizi ve neslimizi istikâmet üzere tutabilmek için Allah’ın bize uzattığı sağlam ipi, sapasağlam kulpu iyi tanıyıp ona sıkıca sarılmak mecburiyetindeyiz. Zira bize her yönden nefse hoş gelen ipler uzatılmakta, aslında onların dikenli tel olduğu ise nice sonra anlaşılmaktadır. Bu kadar çok aldatıcı ipin arasından doğru ipi bulup ona sarılmak çok dikkatli olmayı gerektiriyor. Yoksa hayatın zorlukları ve tehlikeleriyle karşılaşınca can havliyle nefsin hoşlandığı iplerden birine sarılırsak ellerimiz parçalanır, kan-revân içinde kalır. Bir müddet sonra da onu bırakmak zorunda kalarak uçuruma yuvarlanırız.
Kur’ân’ı gücümüz nisbetinde tanıdıktan sonra ona karşı vazifelerimizi öğrenmeli ve bunları büyük bir gayretle yerine getirmeliyiz. Bu mes’ûliyetimizi tam olarak yerine getirdiğimiz takdirde emsalsiz mucize Kur’ân’dan en güzel şekilde istifade etmiş ve ebedî hayatın güzelliklerini kazanmış oluruz. Böylece dünyamız ve âhiretimiz aydınlanır. Akla hayâle gelmez nimetlere ve bereketlere nâil olur, dünyada da âhirette de nice güzelliklere kavuşuruz. Aksi takdirde yanlış ve batıl itikatlara saparak Kur’ân-ı Kerîm’den hakkıyla istifade edemeyiz. O mübarek kitap kötü niyetli insanların emellerine kurban edilir. İlâhî Emanete sahip çıkmamış oluruz. Dünya hayatımız Kur’ân’ın feyzinden uzak kaldığı gibi âhiretimiz de onun nûrundan mahrum kalır. İki dünyada da aydınlığa çıkmamız hayâl olur. Sonunda ağır bir hesaba çekilir, Allah korusun, elîm bir azaba müstahak oluruz.
Kur’ân-ı Kerîm’e karşı vazifelerimizin en büyüğü, onu diğer insanlara tebliğ edip tanıtmaktır. İnsanların tanıdıkça ona daha fazla inanacakları ve gösterdiği yola daha fazla rağbet edecekleri muhakkaktır. Bu sebeple onu daha iyi tanıyıp tanıtabilmek için var gücümüzle çalışmamız gerekir.
Burada şunu da ifade edelim ki “Rabbinin ismiyle oku” emriyle başlayan ve 23 senede kemâle erdirilen Kur’ân-ı Kerîm, bize Allah’ın râzı olduğu dini getirmiş ve insanlığın gördüğü en büyük medeniyeti inşâ etmiştir. Bu “İkra’ Medeniyeti” ile Allah Teâlâ, insanlığa olan nimetini tamamlamıştır. Müslümanlar Allah’ın Kitâbı’nı okuyup yaşayarak ve Rasûlullah’ın sünnetini takip ederek o medeniyeti ilmek ilmek örmüşlerdir. Doğuşundan günümüze kadar geçen uzun asırları düşündüğümüzde onun son derece zengin ve derinlikli bir medeniyet olduğunu görürüz. Dolayısıyla onu anlayıp tam olarak idrak edebilmek, büyük bir gayreti ve uzun bir zamanı gerektirir. Basit gayretlerle onun derinliklerine inilemez. O hâlde günümüz Müslümanları olarak bu uğurda daha fazla ve daha ciddî mesâi sarfetmek durumundayız.
Elinizdeki eser, haşmetli İslâm medeniyetinin kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’i bir nebzecik de olsa tanıtmak ve insanları onu güzelce okuyup anlamaya teşvik etmek için hazırlandı. Böyle bir eserin ortaya çıkmasına vesile olan Muhterem Osman Nûri Topbaş üstadımıza ve telif esnâsında her türlü desteği sağlayan Prof. Dr. Ömer Çelik hocama sonsuz teşekkürlerimi arzederim.
Allah (c.c) Kur’ân’ı yakından tanıyıp onu güzelce öğrenmeyi ve hakkıyla yaşamayı cümlemize nasîb eylesin! Dünyada Kur’ân’ın nûrundan istifade etmeyi, âhirette de şefaatine nâil olmayı lütuf ve keremiyle hepimize ihsân eylesin!
Âmîn!
Dr. Öğr. Üyesi Murat Kaya
03 Nisan 2019 / Küçük Çamlıca
GİRİŞ
İçinde yaşadığımız dünyayı yoktan var eden Allah (c.c), yarattığı varlıkları kendi hâline bırakmış değildir. Zira kendi bedenimizde ve kâinâtta yaratmanın her an devam ediyor olması başka bir ihtimale imkân vermez. Her an yavruların doğması, fidelerin büyümesi ve yaşlıların ölmesi, Allah’ın devamlı yarattıklarıyla beraber olduğunu gösterir. Mahlûkât içinde insanın ayrı bir yeri vardır. Allah ona akıl ve irade vermiş ve onu imtihana tâbî tutmuştur. İmtihan şartlarını bildirmek ve ona yol göstermek için de devamlı peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Son peygamberi Hz. Muhammed Mustafâ’ya da kitapların sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm inmeye başladığı günden itibaren insanların hayatını değiştirmiş, tarihin akışına başka bir yön vermiştir. Sahip olduğu mânâ ve nazım kuvvetiyle kısa zamanda büyük bir coğrafyaya yayılmış ve günümüze kadar büyük halk kitlelerinin tâkip ettiği en mühim rehber olmuştur. Ona inanan ve peşinden giden tâbîleri olduğu gibi onu inkâr edip düşmanlık eden muhâlifleri de her zaman olagelmiştir. Mü’minler onun rehberliğinde güzel bir hayat yaşayıp sonunda daha güzel ve ebedî bir mükâfat âlemine kanat açarken, muhalifleri de nefislerinin hevâsı peşinde helâk vâdilerinin birinden diğerine sürüklenerek nihâyetinde ebedî bir azap zindanına yuvarlanmışlardır. Bu durum kıyamete kadar böyle devam edip gidecektir.
Bu ebediyet rehberinden daha fazla insanın istifade edip felâha erebilmesi için onun mâhiyetinden, muhtevasından ve faziletlerinden bahsetmeye gayret edeceğiz.
1. Kur’ân-ı Kerîm’in Tarifi ve İsimleri
“Kur’ân” kelimesi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e indirilen kitaba verilen husûsî bir isimdir. Lügat itibariyle toplamak (اَلْقَرْئُ), okumak, dışarı çıkarıp atmak (قَرَأَ), deliller, birbirine benzeyen şeyler (قَرَائِنُ), bir şeyi diğerine yaklaştırmak (قَرَنَ) gibi anlamlara gelen kelimelerden türediği söylenmiştir. Bu mânaların her biri aslında Kur’ân-ı Kerîm’in hususiyetlerinden birine işaret eder. Zira o, geçmiş kitapların bütün faydalarını kendisinde toplamış; müjde, korkutma, emir, yasak, kıssa, sûre ve âyetleri bir araya getirmiştir. Hem ilim hem de ibadet için gizli açık devamlı okunup kendisinden dersler ve ibretler alınır. Âyetleri muhteva, nazm, vezn, fâsıla ve ahenk yönünden birbirine benzer ve birbirine delildir. Sûreleri, âyetleri ve harfleri birbirine yakın, bitişik ve âhenkli olarak muazzam bir nizâm meydana getirir.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (s.a.v)’e vahiy yoluyla Arapça olarak indirilen, mushaflarda yazılan, tevâtür yoluyla nakledilen, tilavetiyle ibadet edilen ve mucizevî yönleri olan bir kelâm-ı ilâhîdir.
Kur’ân-ı Kerîm, her devirde aklen yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan pek büyük ve sâlih bir topluluk tarafından nesilden nesile günümüze kadar sağlam bir şekilde nakledilegelmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, tilavetiyle ibadet olunan bir kitaptır. Onun dışında herhangi bir sözün tilavetiyle ibadet edilmiş olmaz. Hadîs-i kudsî ile de ibâdet edilmez.
Kur’ân-ı Kerîm hem bir kanun kitabı, hem de hikmetler membaıdır. Hem dua, ibâdet, zikir ve tefekkür kitabı, hem de emir ve nehiyler mecmuasıdır. İnsanın ihtiyaçlarını karşılayacak bütün kâide ve esasları ihtivâ eden bir Kitâb-ı Mübîn’dir.
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ismi vardır. Bunların bir kısmı şöyledir:
اَلْكِتَابُ (Kitap): Kalemle yazılan,
اَلْفُرْقَانُ (Furkān): Hakla bâtılı, helalle haramı tam anlamıyla ayıran, beyan eden, kısım kısım indirilen,
اَلذِّكْرُ (Zikr): Allah Teâlâ’yı hatırlatıp tanıtan, öğüt veren; mü’minler için şeref kaynağı olan,
اَلنُّورُ (Nûr): Apaçık, aydınlatan,
اَلرُّوحُ (Ruh): Kalpleri ve ruhları dirilten,
اَلْمَوْعِظَةُ (Mev‘iza): Öğüt ve nasihat veren,
اَلشِّفَاءُ (Şifâ): Şifâ olan,
اَلْهُدَي (Hüdâ): Doğru yolu gösteren,
اَلْبَيَانُ (Beyân): Her şeyi anlaşılır bir şekilde beyan eden,
اَلْكَلَامُ (Kelâm): Allah’ın sözü,
اَلرَّحْمَةُ (Rahmet): Tüm insanlığa rahmet olan.
Bu isimlerin her biri, Kur’ân’ın bir yönünü izah etmektedir. Tüm bu güzellikleriyle o, her yöne farklı bir renk yansıtan muhteşem bir kristale benzemektedir.
2. Kur’ân-ı Kerîm’in Mâhiyeti
Kur’ân-ı Kerîm nazım[7] ve mânadan teşekkül eder.[8] İslâm âlimleri onun hem sözlerinin, hem de mânasının Allah’a ait olduğunda ittifak etmişlerdir. Birçok âyet-i kerime, onun bütünüyle Allah’a ait olduğunu açıkça ifade etmektedir:
“İşte, sakınsınlar yahut hatırlamalarını sağlasın diye onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ve onda uyarılarımıza tekrar tekrar yer verdik.” (Tâ-hâ 20/113)
“Şüphesiz bu Kur’ân, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça ile Rûhu’l-Emîn indirmiştir.” (eş-Şuarâ 26/192-195)
“İşte sana, Ümmü’l-Kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’ân vahyettik.” (eş-Şûrâ 42/7)
Bazıları tarafından Kur’ân’ın sadece mâna ve mefhum olarak indirildiğine delil olarak ileri sürülen “O Kur’ân, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır”[9], “Bunlar önceki kitaplarda, İbrâhim ve Mûsâ’nın kitaplarında da vardır”[10]âyetleri Kur’ân’ın ana konularının önceki ilâhî kitaplarda da bulunduğunu haber vermektedir. Dolayısıyla ne Cebrail (a.s)’ın, ne de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân’a herhangi bir müdahalesi ya da katkısı olmamıştır. Bunu ifade eden âyetlerin bir kısmı şöyledir:
“Sen onlara bir âyet getirmediğin vakit, «(Ötekiler gibi) onu da derleyip toplasaydın ya!» derler. De ki: Ben sadece Rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’ân, Rabbinizden gelen delillerdir, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir.” (el-A‘râf 7/203)
“Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunup anlatılınca bizimle karşılaşacaklarına inanmayanlar, «Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir» dediler. Onlara şöyle de: Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer Rabbime itaatsizlik edersem şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım.” (Yûnus 10/15)
Bir kısım âyetlerde ise Kur’ân’ın nazma dizilmesi husûsunda Rasûlullah’ın hiçbir rolünün olmadığı daha açık bir şekilde ifade edilir:
“Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.” (el-Hâkka 69/44-47)
“Gerçekliğinde şüphe bulunmayan, her şeye hükümran olan Allah yüceler yücesidir. Sana vahyi tamamlanmadan Kur’ân’ı okumada aceleci davranma ve «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (Tâ-hâ 20/114)
“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O hâlde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu beyân etmek elbette bize aittir.” (el-Kıyâme 75/16)
Burada Allah Rasûlü’nün unutma endişesiyle kendisine gelen âyetleri aceleyle tekrar etmek istemesi, Kur’ân’ın hem nazmı hem de mânâsıyla birlikte Arapça olarak inzâl buyrulduğunu göstermektedir. Yoksa sadece mâna indirilmiş olsaydı fetanet sahibi bir peygamberin onu kavraması daha kolay olur, aceleyle tekrar etmek istemezdi. Zaten insan belli bir dilde söz kalıplarına dökülmemiş bir mânâyı tekrar etme ihtiyacı hissetmez.
Allah Teâlâ, “İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. O, güçlüdür, hikmet sahibidir” buyurur.[11] Bu sünnetullah mûcibince vahiy bazen İbranice, bazen Süryanice, bazen de Arapça indirilmiştir. Cebrail (a.s) vasıtasıyla bütün bu dillerde indirilen ilahî kelamlar, Allah’ın zâtıyla kâim olan Kelâm sıfatına delalet etmektedir. Allah Teâlâ hitabını bir peygamberine bir cümle hâlinde bildirdiğinde ona uygun sesler yani Arapça’nın ya da bir başka dilin kalıplarına uygun sözler yaratır, sonra da onları muhataba işittirir.[12]
İmam Mâtürîdî (v. 333/944), Kur’ân’ın Arapça olarak yani nazım ve mânasıyla birlikte Allah Rasûlü’ne geldiğine şu âyeti de delil gösterir:
“Hiç şüphesiz, «Kesin olarak bunları ona bir insan öğretiyor» dediklerini biliyoruz. Hâlbuki ona öğretiyor dedikleri kişinin dili yabancıdır, bunun dili ise apaçık bir Arapça’dır.” (en-Nahl 16/103)[13]
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Allah’ın kelâmı olan Kur’ân, yaratılmamıştır, mahlûk değildir. Mâtürîdî’nin kurduğu Sünnî kelâm mezhebini geliştiren âlimlerin başında gelen Ebü’l-Muîn en-Nesefî (v. 508/1115) şöyle der:
“Bütün nebî ve rasüllere gönderilen kitaplar, Allah kelâmı olup bunların yaratılmadığının bilinmesi gerekir.”[14]
Ancak nazım-mâna bütünlüğü içinde yaratılıp Cebrâil (a.s)’a verilen ve onun da Rasûlullah’a indirdiği; okuduğumuz, dinlediğimiz ve ezberlediğimiz Kur’ân yaratılmıştır. Arapça olarak yaratılmış olan bu Kur’ân, Allah’ın ezelî ve yaratılmamış olan kelâmına delalet eder. Mâtürîdî mezhebinin âlimleri bu ikili durumu, “kelâm-ı nefsî” ve “kelâm-ı lafzî” diye tasnif etmişlerdir. Kelâm-ı nefsî, yaratılmamış olan Allah’ın kelâmı; kelam-ı lafzî ise, Cebrail (a.s)’a intikal ettiği andan itibaren yaratılmışlık vasfı kazanan kelâmdır. Eş‘arî âlimler ise bunu, “yaratılmış varlıklarda bulunan kelâm hâdistir ve Allah’ın ezelî kelâmına delalet eder” şeklinde ifade etmişlerdir.[15]
Kur’ân-ı Kerîm hem kendisinin hem de naklettiği kıssaların apaçık bir hak ve hakikat olduğunu defalarca ifade eder.[16] Onun ihtiva ettiği haberler vehim, hayal, mübâlağa ve uydurulmuş sözler değil bizzat yaşanmış, vakıaya uygun gerçeklerdir.[17] Bu sebeple o, müşriklerin kendisini “öncekilerin masalları” diye târif etmesini şiddetle reddeder.[18] Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur‘a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Yine bu konuyu) tartışırlarken de sen yanlarında değildin.” (Âl-i İmrân 3/44)
“İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin.” (Yûsuf 12/102)
“Biz sana onların (Ashab-ı Kehf’in) haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (el-Kehf 18/13)
Bu âyetler Kur’ân’da anlatılan kıssaların gerçekten yaşanmış hâdiseler olduğunu göstermektedir. Onlar bize gaybden verilmiş haberlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm, Hakîm ve Habîr olan Allah tarafından nazmı muhkem kılınmış, mânaları tafsilâtıyla anlatılmış, sûreten ve mânen kâmil bir kitaptır.[19] Müslümanlar için birinci kaynak, bütün şer‘î delillerin kendisine ircâ edildiği ana delil, yani “Aslü’l-usûl”dür. Onun ahkâmı da -prensip olarak- cihanşümuldür. Onun hücciyeti (delil oluşu) belirli bir dönem ve mekânla sınırlandırılamaz. Şartlar uygun olmadığı veya illeti ortadan kalktığı için bazı zamanlarda uygulanmayan hükümlerin bulunması Kur’ân’ın cihanşümul (evrensel) oluşuna engel değildir.
3. Kur’ân-ı Kerîm’in Bazı Husûsiyetleri
Ebedî bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok hususiyete sahiptir. Bunların bir kısmını şöyle ifade etmek mümkündür:
- Kur’ân-ı Kerîm, Rahmân olan Allah’ın insanlığa en büyük rahmet tecellisidir, hayır ve berekettir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
اَلرَّحْمٰنُۙ ﴿1﴾ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَۜ ﴿2﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَۙ ﴿3﴾ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ ﴿4﴾
“Rahmân; Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (anlayıp açıkça anlatmayı) öğretti.” (er-Rahmân 55/1-4)
Sûrenin başında Rahmân ismi zikredildikten sonra hemen peşinden “Kur’ân’ı öğretti” buyrulmuştur. Bu da Rahmân olan Allah’ın insanlığa en büyük rahmet tecellîsinin Kur’ân-ı Kerîm olduğuna işaret eder.
Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, «Rabbiniz size ne indirdi?» diye sorulur. Onlar, «Hayır indirdi» derler. Bu dünyada iyilik yapanlara güzel sonuçlar vardır. Âhiret yurdu daha da hayırlıdır. Allah’a karşı gelmekten sakınanların yurdu ne güzel!” (en-Nahl 16/30)
Ashâb-ı kirâmın ve takvâ ehli mü’minlerin diliyle de ifade edildiği üzere Kur’ân kendisine inanan ve ittibâ edenler için büyük bir hayır, rahmet ve berekettir. İyiliktir ve hayra dâvettir.[20]
Allah (c.c) kullarına öyle büyük lütuflarda bulunmuştur ki onların İslâm, Peygamber ve Kur’ân nimetlerini devamlı hatırlamaları, şükrünü edâ etmeleri ve hakkını yerine getirmeleri lâzımdır.[21] Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“…Allah’ın size bahşettiği nimetleri, kitaptan ve hikmetten size öğüt vermek üzere gönderdiklerini dilinizden düşürmeyin. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi bilmektedir.” (el-Bakara 2/231)
- Kur’ân-ı Kerîm’de en ufak bir şüphe, nazmında ve mânasında herhangi bir eğrilik yoktur. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ ﴿2﴾
“Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce Kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.” (el-Bakara 2/2)
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا ۜ۔ ﴿1﴾
“Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi; onda hiçbir eğrilik, çarpıklık ve tutarsızlık yoktur.” (el-Kehf 18/1. Bkz. ez-Zümer 39/28)
- Kur’ân-ı Kerîm Allah’tan gelen bir nûr ve basirettir. Yüce Rabbimiz bunu ne güzel ifade buyurur:
“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nûr indirdik.” (en-Nisâ 4/174)
“…Şüphe yok ki size Allah’tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Allah, kendisinin izniyle rızâsını arayanları o kitapla selâmet yollarına erdirir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir.” (el-Mâide 5/15-16)
Yüce Rabbimiz soruyor:
“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kâfirlere, işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir.” (el-En‘âm 6/122)
Kur’ân’da nice basîretler, hakkı gösteren nurlar vardır. O, aklı aydınlatır, zihni aydınlatır, kalbi aydınlatır, hayra götüren bütün yolları aydınlatır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“…Bu (Kur’ân âyetleri) Rabbinizden gelen basiretlerdir (gönül gözlerini aydınlatan nurlardır.) İman edecek bir topluluk için bir hidayet kaynağı ve bir rahmettir.” (el-A‘râf 7/203)
Kur’ân, insanı karanlıklardan nûra çıkarır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Elif-lâm-râ. Bu, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır.” (İbrâhîm 14/1)
Ebû Zerr (r.a):
“−Yâ Rasûlallâh! Bana nasihatte bulun!” dediğinde Âlemlerin Efendisi (s.a.v):
“−Kur’ân okumaya ve Allah’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır” buyurmuşlardır.[22]
- Kur’ân-ı Kerîm bir hidâyet rehberidir, kendisine uyanları en doğru yola ulaştırır. Yüce Rabbimiz:
هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ ﴿2﴾
“Kur’ân, müttakîler için bir yol göstericidir” buyurur. (el-Bakara 2/2)
Kur’ân-ı Kerîm, aslında “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir.[23] Ancak onun hidâyetinden sadece müttakîler istifade ederler. Kur’ân, insanları dünya ve âhirette kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve cemâlullâha vâsıl edecek dosdoğru yolu gösterir. Kur’ân’ın hidâyeti, inkârdan îmana, ondan da ihsan ve takvaya doğru bir hidâyettir. İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak Kur’ân’a tâbî olmakla mümkündür. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْد۪ي لِلَّت۪ي هِيَ اَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا كَب۪يرًاۙ ﴿9﴾
وَاَنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا۟ ﴿10﴾
“Hiç şüphesiz bu Kur’ân, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (el-İsrâ 17/9-10)
Allah Rasûlü’nün vefatının ertesi günü, Müslümanlar Hz. Ebû Bekir’e bey’at ettiklerinde Ömer (r.a) Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in minberine çıktı. Hz. Ebû Bekir’den önce şehâdet getirdikten sonra şöyle dedi:
“Allah Teâlâ, Rasûlü için kendi katındakileri sizin yanınızdakilere tercih etmiştir. İşte şu Kitap, Allah’ın peygamberinizi doğru yola ulaştırdığı kitabıdır. Ona sımsıkı sarılın ki Allah, onunla Rasûlü’nü hidâyete eriştirdiği gibi siz de hidâyete eresiniz.”[24]
- Kur’ân-ı Kerîm bir rûhtur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“İşte böylece sana da kendi buyruğumuzla bir rûh (Kur’ân) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun; ama şimdi onu, dilediğimiz kullarımızı kendisiyle doğruya eriştirdiğimiz bir nûr kıldık. Hiç şüphe yok ki sen doğru yolu göstermektesin.” (eş-Şûrâ 42/52. Bkz. en-Nahl 16/2; el-Mü’min 40/15; el-Mücâdele 58/22)
İnsanlar Kur’ân ile hayat bulurlar. Suyun ve yağmurun ölü toprağa hayat verdiği gibi Kur’ân da sağır, dilsiz, kör, akletmeyen, yeryüzünde âdeta ölü gibi gezen inançsız insanlara îmânla hayat verir.[25]
- Kur’ân-ı Kerîm’de herhangi bir ihtilâfa, tenâkuza, tutarsızlık ve çelişkiye rastlanmaz. Onun sûreleri ve âyetleri birbirini destekler; biri diğerini tekit eder ve açıklar. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَۜ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافًا كَث۪يرًا ﴿82﴾
“Kur’ân’ı inceleyip üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!” (en-Nisâ 4/82)
- Kur’ân-ı Kerîm, sözlerin en güzelidir, اَحْسَنَ الْحَد۪يثِ (ahsenü’l-hadîs)tir. Emsalsiz fesahat ve belağatıyla akıllara ve kalplere tesir eder. Dinleyenleri hayrân bırakıp kendine meftûn eder. Anlamını bilmeyenler dahi onu dinlediklerinde kalpleri titrer, derileri ürperir, ruhları coşup aşk ve heyecana gelir. Kur’ân ile gönüller huzura erer, kalpler ve deriler Allah’ın zikrine alışıp yumuşar. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَد۪يثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَۗ
“Allah, kendi içinde uyumlu, gerçekleri tekrar tekrar dile getiren bir kitap olarak sözlerin en güzelini indirdi…” (ez-Zümer 39/23)
- Kur’ân-ı Kerîm “mesânî”dir (اَلْمَثَانِي). Mühim olan bilgileri bazen aynı, bazen farklı ifadelerle zaman zaman tekrar eder. Ama bu tekrarı mutedil bir şekilde, bıktırmadan en güzel bir üslupla ve yerinde yapar. İnsan nefsi, nasihatten hoşlanmaz. Eğer bir konu tekrar tekrar anlatılmazsa onun aklına tam olarak yerleşmez. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) de önemli cümlelerini üç, hatta bazen yedi defa tekrar ederdi.[26]
Mesânî kelimesinin bir diğer anlamı da şudur: Kur’ân-ı Kerîm’de mevzular umûmiyetle çift çift anlatılır. Emir-yasak, helâl-haram, umûmî-husûsî, göklerin durumu-yerin durumu, cennet-cehennem, karanlık-aydınlık, melekler-şeytanlar, müjde-uyarı, ümit-korku peş peşe gelir.
- Kur’ân-ı Kerîm her yönüyle azamet sahibi bir kitaptır. Büyük bir nimet, muazzam ve dehşetli bir haberdir.[27] Mânâları yüce, üslûbu güzel, metodu sağlam, hükümleri şümullü ve tesiri kuvvetlidir. Öyle bir heybeti ve kudsiyeti vardır ki insan-cin, mü’min-kâfir işiten herkesin kalbinde büyük bir tesir bırakır. İnsanı en sağlam, en doğru, en faydalı ve en şerefli hedeflere yöneltir. Mucizevî yönleriyle kâfirleri âciz bırakır. Düşmanları bile onun yüceliğine şehâdet ederler. Ona iman edip emirlerine uyan kimse ise şereflerin en büyüğünü kazanır.[28]
- Kur’ân-ı Kerîm son derece değerli ve şerefli bir kitaptır. Allah Teâlâ “Bakın! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki bilseniz, bu gerçekten pek büyük bir yemindir” buyurduktan sonra “Şüphesiz o, değeri çok yüce Kur’an’dır. Korunmuş bir kitapta bulunmaktadır”[29] buyurmuştur. Yani bu yeminin büyüklüğünü anlarsanız, kendisi için yemin edilen şeyin azametini de anlarsınız ki o da çok değerli Kur’ân’dır.[30]
- Kur’ân-ı Kerîm hakîmdir, yani ihtivâ ettiği hükümleri ve delilleri sebebiyle son derece muhkem ve sağlamdır. Bâtıl ehli ondan ne bir şey eksiltebilir, ne de ona bir şey ilâve edebilir. Pek kıymetli öğütler, hatırlatmalar ve ibretler ihtivâ eder. O, çok değerli ve şerefli bir kitaptır. Üç âyette bu vasıfları zikredilerek Kur’ân üzerine yemin edilmiştir.[31]
- Rasûlullah (s.a.v) hâtemü’n-nebiyyîn yani peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi, ona indirilen Kur’ân-ı Kerîm de son ilâhî kitaptır. Kıyâmete kadar artık ne başka bir peygamber, ne de başka bir kitap gelecektir. Bütün zamanların ve mekânların dini olan İslâm, Allah tarafından tamamlanmış ve kemâle erdirilmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ
“…Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide 5/3)
Bu âyetten hareketle Kur’ân-ı Kerîm’in İslâm’ı kemâle erdirmek için indirildiğini söyleyebiliriz. Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hiçbir zaman hoşlanmasa da, nûrunu mutlaka tamamlamak istiyor. Allah, Rasûlü’nü doğru yolun ta kendisiyle ve adâlet ve hakkaniyet üzerine kurulan hak dini ile gönderdi ki, müşrikler hiçbir zaman istemese de, o dini diğer bütün dinlere üstün ve hâkim kılsın.” (et-Tevbe 9/32-33. Ayrıca bkz. es-Saff 61/8-9)
[1] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15/2907.
[2] İrşâd: Doğru yolu göstermek.
[3] İdlâl: Doğru yoldan saptırmak.
[4] Beyhakî, Şuab, III, 509, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s. 182; Ali el-Müttakî, II, 287/4022, 316/4110.
[5] Muhammed Abdülhayy b. Abdilkebîr el-Kettânî (v. 1382), et-Terâtîbü’l-idâriyye (Nizâmü’l-hukûmeti’n-nebeviyye), thk. Abdullah el-Hâlidî, Beyrut: Dâru’l-Erkam, ts., II, 197.
[6] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14.
[7] Hanefî fakihi ve kelâm âlimi Sadruşşerîa, Kur’ân için “lâfız” kelimesini kullanmayı sû-i edeb olarak görür. Zira lâfız kelimesi kök olarak “bir şeyi ağızdan düşürmek” mânâsına gelir. Bu sebeple o, lâfız yerine “nazm” kelimesini tercih eder. Nazm kelimesi ise “incileri bir ipe dizmek” demektir. (Bkz. Sadruşşerîa es-Sânî Ubeydullāh b. Mes‘ûd (v. 747/1346), et-Tavzîh fî halli ğavâmizi’t-Tenkīh, thk. Muhammed Adnân Dervîş (Beyrut: Dâru’l-Erkam, 1419/1998), 1: 73; Sa‘düddîn Mes’ud b. Ömer et-Teftâzânî (v. 792/1390), et-Telvîh ilâ keşfi hakâiki’t-Tenkîh, thk. Muhammed Adnân Dervîş (Beyrut: Dâru’l-Erkam, 1419/1998), 1: 73)
[8] Bkz. Sadrüşşerîa, et-Tavzîh fî halli ğavâmizi’t-Tenkīh, 1: 72, 75; Teftâzânî, et-Telvîh ilâ keşfi hakâiki’t-Tenkîh, 1: 72-73.
[9] eş-Şu‘arâ 26/196.
[10] el-A‘lâ 87/18.
[11] İbrâhîm 14/4.
[12] Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib el-Bâkıllânî (ö. 403/1013), et-Takrîb ve’l-irşâd (es-Sağîr) (nşr. Abdülhamîd b. Ali Ebû Zenîd), Beyrut 1413/1993, 1: 322; Ebü’l-Muin en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille (Ankara: DİB Yayınları, 2004), 1: 372.
[13] Mâtürîdî, Te’vilâtü’l-Kur’ân, 1: 74; 3: 121, 541.
[14] Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Bahru’l-kelâm, trc. Ramazan Biçer (İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2010), s. 137.
[15] Bkz. Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, 1: 368-369, 383-384; Ebü’l-Feth Tâcüddîn Muhammed b. Abdilkerîm eş-Şehristânî (ö. 548/1153), el-Milel ve’n-nihal, nşr. Abdulemir Ali Mehnâ, Ali Hasan Fâgur (Beyrut 1410/1990), 1: 108.
[16] el-Bakara 2/252; Yûnus 10/108; el-İsrâ 17/105; ez-Zümer 39/2, 41; el-Câsiye 45/6.
[17] Âl-i İmrân 3/62; Yûsuf 12/111.
[18] en-Nahl 16/24-25; el-Furkân 25/5-6; el-Kalem 68/15-16.
[19] Hûd 11/1; Ebü’l-Fidâ İsmâil b. Ömer b. Kesîr (v. 774/1373), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, thk. Sâmî ibn Muhammed Selâme (Dâru’t-Taybe, 1420/1999), 4: 303.
[20] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, 2: 557; İbn Kesîr, Tefsîr, 4: 568.
[21] Nesefî, Medârik, 1: 193.
[22] Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân el-Büstî (ö. 354/965), Sahîhu İbn Hibbân, Beyrut, 1993, 2: 78.
[23] Bkz. el-Bakara 2/185.
[24] Buhârî, İ’tisâm, 1, Ahkâm, 51; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 13: 246.
[25] Bkz. el-Enfâl 8/20-24.
[26] Bkz. Buhârî, İlim 30; Tirmizî, Fiten 76.
[27] el-Hıcr 15/87; Sâd 38/67.
[28] Dûserî, Azametü’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 31-44.
[29] el-Vâkıa 56/75-78.
[30] İbn Kesîr, Tefsîr, 7: 544.
[31] Yâ-sîn 36/2; Sâd 38/1; Kâf 50/1.