Kur’ân’ın i‘câzını anlayabilmek için her şeyden önce onun tilâvetini en güzel şekilde öğrenmek gerekmektedir. Birkaç âyet okumak istediğinde kelimeler diline ağır gelen ve harfleri mahreçlerinden tam çıkaramayan bir kişinin, Kur’ân’ın âhengini ve i‘câzını anlaması mümkün değildir[1].
Kur’ân-ı Kerîm, kâidelerine riayet ederek okunduğunda, ondaki harflerin, kelimelerin ve cümlelerin seslendirilmesi esnâsında ortaya çıkan, kulağa ve rûha hoş gelen ve diğer söz türlerinde hiç rastlanmayan bir mûsikînin varlığı hemen fark edilir.
ABD’de çalışan müslüman bilim adamı Dr. Ahmet el-Kâdî, “Kur’ân ve Stres” konusunda bir araştırma yapmış ve hazırladığı tebliği 1984’de İstanbul’da yapılan İslam Tıp Kongresi’ne sunmuştur. Bu bilim adamı, araştırmalarının neticesinde, Kur’ân kelimelerindeki ses hususiyetlerinin stresi azalttığını tespit etmiştir[2].
Fonetik açıdan Kur’ân, şehirlilerin ifâdesindeki yumuşaklıkla bedevîlerin anlatış tarzındaki sertliği hikmetli bir ölçüyle birleştirir ve âhenkli bir ses meydana getirir. Arapça bilmeyen bir kişi bile, Kur’ân’ı güzel sesle ve tecvid kâidelerine riayetle okuyan birini dinlediğinde, bu farklı ve tesirli âhengi hemen hisseder[3]. Kur’ân’da, kimisi tok sesli, kimisi ince sesli, bazısı hafî, bazısı zâhir, kimisi yumuşak, kimisi sert olan harf nevileri peş peşe gelir[4]. Böylece sertlikle yumuşaklık muhkem ve dakik bir şekilde mezcedilir.
Aynı şekilde, Kur’ân lafızlarındaki kelime, harf, sükûn, hareke, med ve kasırların nizâmında da mükemmel bir tenâsüp, kulağa ve rûha hoş gelen bir mûsikî vardır[5]. Harflerin sesleri birbiriyle uyum hâlinde olup nazım içinde muhteşem bir mûsikî onlara refâkat eder. Bu durum bir sûrenin başından sonuna kadar aynı şekilde devam eder. Mesela Kamer Sûresi’nde tekrar edilen “nüzür” kelimesini seslendirmek, bilhassa nun ve zel harflerindeki ötre sebebiyle normalde dile ağır gelir. Fakat kelime, âyette öyle bir terkip içerisinde kullanılmıştır ki bu zorluk tamamen ortadan kalkmıştır. Şimdi “nüzür” kelimesinin diğer kelimelerle uyumuna ve âyetlerdeki ses âhengine bakalım:
فَفَتَحْنَاۤ اَبْوَابَ السَّمَاۤءِ بِمَاۤءٍ مُنْهَمِرٍ. وَفَجَّرْنَا الْاَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَاۤءُ عَلٰىۤ اَمْرٍ قَدْ قُدِرَ. وَحَمَلْنَاهُ عَلٰى ذَاتِ اَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ. تَجْر۪ي بِاَعْيُنِنَا جَزَاۤءً لِمَنْ كَانَ كُفِرَ. وَلَقَدْ تَرَكْنَاهَاۤ اٰيَةً فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ. فَكَيْفَ كَانَ عَذَاب۪ي وَنُذُرِ
“Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. (Her iki) su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşmişti. Nûh’u da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik. İnkâr edilmiş olana (Nûh’a) bir mükâfat olmak üzere gemi, gözlerimizin önünde akıp gidiyordu. Andolsun ki onu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur? Benim azabım ve uyarılarım nasılmış!”[6]
Burada olduğu gibi Kur’ân’ın bütün âyetlerinde kelimeler müthiş bir tenâsük ve denge içindedirler. Yumuşak harfler şiddetlilerle, hems sıfatına sâhip harfler cehr sıfatlılarla uyum hâlindedir. Harekeler, sükûnlar ve medler birbirini kucaklamaktadır. Bütün bunlar gösteriyor ki; Kur’ân’daki kelime, harf ve harekeler şaşmaz bir ölçü ile indirilmiş ve bu da ancak her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan, Latîf ve Habîr olan Allah Teâlâ’nın takdiridir[7].
Harflerden kelimelere ve cümlelere kadar Kur’ân’ın bütününde görülen bu terkip rûhunu, bir başka söz diziminde bulmak mümkün değildir[8].
Her Âyet Âdetâ Bir Mûsikî Cümlesi
Türk Edebiyâtı üstadlarından Nihat Sâmi Banarlı, Kur’ân’ın mûsikî âhengi üzerinde durmuş ve bazı misaller vermiştir. Ona göre Kur’ân-ı Kerîm, imana yalnız ifade değil, aynı zamanda sadâ vermiş, hem de derin bir ses ve yüce bir mûsikî lutfetmiş ve onu lâhutî bir lisanla terennüm etmiştir. Kur’ân’ın her âyeti, herhangi bir lisan cümlesinin üstünde, bir telkin mûcizesi içinde ve bir mûsikî cümlesi hâlinde nâzil olmuştur. Bu mûsikî; secîlerle[9], diğer iç kâfiyelerle, Arapçanın karakteristik uzun heceleriyle ve zengin aliterasyonlarla sağlanmıştır. Aynı mûsikî, bir bakıma dünyanın en zengin “aruz”unu meydana getirmiş olan bir milletin, dildeki mûsikî anlayışına uygundur. Mesela Fetih Sûresi’nin ilk âyetini ele alalım:
اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُب۪ينًا
Bu âyette, fağfûr kâse tannâniyeti veren ince “n” sesleri ve bu sesleri her hecesi yerden göğe yükseliyormuş gibi bir dil ve mûsikî mûcizesiyle güzelleştiren ince ve uzun “nâ” heceleri mevcuttur. O kadar ki bu uzun hecelerden sonra söylenen ve onlarla ölçülemeyecek kadar kısa teleffuz edilen “le-ke” heceleri, âdeta uzun bir seslenişten sonra nefes almayı sağlamak için yer almış gizli nefesler gibidir. Rahmân Sûresi’ndeki:
فَبِاَىِّ اٰلَاۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
âyeti de musikîdeki ses tekrarı anlayışının lisanda bir şahlanışıdır. Ve Kur’ân-ı Kerîm böyle, burada sayılamayacak kadar çok çeşitli dil ve mûsikî zaferleri hâlinde söylenmiştir. O kadar ki bize bir şey anlatmak için kelimesi olmayan mûsikî gibi, Kur’ân-ı Kerîm de bize kelimelerle anlatmaya lüzum kalmayacak kadar engin duygular veren bir lisana sâhiptir[10].
Kur’ân’ın ses ve terkip nizâmındaki âhenk, şu uzun âyette dahi kendini açıkça gösterir:
ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشٰى طَٓائِفَةً مِنْكُمْۙ وَطَٓائِفَةٌ قَدْ اَهَمَّتْهُمْ اَنْفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِۜ يَقُولُونَ هَلْ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ مِنْ شَيْءٍۜ قُلْ اِنَّ الْاَمْرَ كُلَّهُ لِلّٰهِۜ يُخْفُونَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ مَا لَا يُبْدُونَ لَكَۜ يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ شَيْءٌ مَا قُتِلْنَا هٰهُنَاۜ قُلْ لَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذ۪ينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ وَلِيَبْتَلِيَ اللّٰهُ مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحِّصَ مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
“Sonra o kederin arkasından Allah üzerinize emniyet ve huzur verici hafif bir uyuklama indirdi ki, içinizden bir kısmını sarıyordu. Bir grup da kendi canlarının derdine düşmüş, Allah’a karşı gerçek dışı zanlarda bulunuyor, câhiliye devrindekine benzer düşüncelere kapılarak: «Bu işte (yani savaşa çıkma husûsunda) bizim bir payımız var mı?» diyorlardı. De ki: «Emir (yani zafer, yardım, her şeyin karar ve buyruğu) tamamen Allah’a âittir, (istediği zaman istediğine verir).» Onlar, sana açıklayamadıkları şeyleri içlerinde gizliyor; «Bize vaad edilen şeyler gerçek olsaydı ve bizim görüşümüz sorulsaydı burada öldürülmezdik» diyorlar. Onlara de ki: «Evlerinizde olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilenler, (bir sebeple muhakkak) vurulup düşecekleri yerlere çıkıp giderlerdi. Allah, içinizdeki düşünceleri imtihân edip ortaya çıkarmak ve kalplerinizdeki (yanlış duyguları) temizlemek için (böyle yaptı). Allah sînelerin özünü (kalplerdeki en gizli duyguları dahî) pek iyi bilir.”[11]
Bu âyette bütün hece harfleri mevcut olup büyük bir ölçü ve âhenk içinde kullanılmış ve tekrar edilmiştir. Hafif, ağır her çeşit harf birlikte kullanıldığı halde bu durum lafzın selâsetini bozmamış, aksine ona müthiş bir revnaklık vererek, muhtelif tellerden mütenâsip ve birbirini destekleyen bir nağme ve fesâhat ortaya koymuştur.
Kusursuz Ses Âhengi
Muhammed Hamîdullah’ın anlattığı şu hâdise de, Kur’ân’ın üslûbundaki insanı tesir altına alan ses âhengine güzel bir misaldir:
Fransız mûsikîşinas Abdullah Gilles Gilbert İstanbul’a gelmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvet edildiği bazı toplantılara katılmıştı. Kendisine bu okunan şeyin bir nazım (şiir) parçası değil de bir nesir olduğu açıklandığında büsbütün heyecanlanıp tesiri altında kalmış ve kısa bir zaman sonra da İslâm ile müşerref olmuştu. Merhûm’un bana sonradan bizzat açıkladığına göre:
“Dünyanın bütün dillerinde nazım eserlerinde ritim mevcut olmakla birlikte, bunların hiçbirinin nesir parçalarında ritim görülmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm bunun bir istisnâsını teşkil eder. Öyle ki Kur’ân-ı Kerîm okunurken, herhangi bir âyette geçen sâdece tek bir kelime değil, tek bir harf bile atlanacak olsa, bu dinleyenin kulağını tırmalamakta ve şiir okunurken mısralardaki duraklama ve aralıklara riâyet etmeme gibi bir ses bozukluğu ortaya çıkarmaktadır”.
Onun bu îzâh ve açıklamasını tam anlamamakla birlikte, takdir edip değerlendirmiştim. Kendisi bir başka gün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki odamda beni ziyarete geldi. Pek sinirli ve rûhen üzgün bir hâldeydi:
“–Öyle zannediyorum ki İslâm ile müşerref olan atalarımız, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı kısımlarını atlamış (kaybetmiş) bulunuyorlar” dedi.
“–Böyle bir şey nasıl olur?” diye sormam üzerine durumu şöyle açıkladı:
“–Kur’ân’ın 110. Sûresi’nin 2. âyetini şöyle okuyorlar: «Yedhulûne fî dînillahi efvâcâ». Böyle bir okuma mûsikî açısından imkânsız! (Böyle bir okumaya göre) bu Allah’ın sözü olamaz!”
Ben durumu idrâk edip şöyle bir îzahta bulundum:
“–Bu âyet aslında öyle değil de, «Yedhulûne fî dînillahi efvâcen fe-sebbih» şeklinde okunmalıdır. Efvâcâ kelimesi üzerinde bir duraklama yapılmamalıdır; bilâkis devam edilip fe-sebbih kelimesine geçilmelidir…”
Gilbert büsbütün hayret ve şaşkınlık içinde kaldı:
“–Yâ!.. Hakîkaten böyle mi?! Gerçekten senin okuduğun gibi ise işte şimdi tamam oldu; şimdi îmânımı tazelemeliyim, Allah beni affetsin!..” dedi[12].
Bu Fransız mûsikîşinas Kur’ân’ın başından sonuna kadar sâdece son kısımda bir yere takılmış, oradaki doğru okuyuşu öğrenince de Kur’ân’ın baştan sona kusursuz bir ses âhengine sâhip olduğuna şâhitlik etmiştir. Bu muhteşem âhenk, farkında olarak veya olmayarak insanları büyüleyip tesiri altına almaktadır. Edouard Montet şöyle der:
“Arapça olarak Kur’ân’ı bilenlerin hepsi bu dînî kitabın güzeliğini, üslûbunun son derecedeki mükemmeliyetini tebcil etmekte müttefik olacaklardır ki, Avrupa dillerindeki bütün tercümeler bunu hissettirip ifâde etmek imkânından mahrumdur”[13].
[1] Bûtî, Ravâi’, s. 123.
[2] http://www.thehealthnews.org/tr/news/05/11/10/dua.tedavi.iyilesme.html, (23.04.2007).
[3] Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 101-102; Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 116.
[4] Zerkânî, Menâhil, II, 312.
[5] Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 131.
[6] el-Kamer, 11-16.
[7] el-Bûtî, Ravâi’, s. 144.
[8] Râfiî, İ’câzu’l-Kur’ân, s. 187; Bûtî, Ravâi’, s. 144. Ayrıca bkz: Sâlih, Mebâhis, s. 334-340.
[9] Secî: Nesirde cümle ve cümlecik sonu kafiyeleri.
[10] Banarlı, Nihat Sâmi, İman ve Yaşama Üslûbu, İstanbul 1986, s. 90-91.
[11] Âl-i İmrân, 154.
[12] Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Târihi, s. 94-95.
[13] Montet, Edouard, Le Coran, s. 53 (Introduction); Okiç, Kur’ân-ı Kerîm’in Üslûb ve Kırâati, s. 2.