Müellifler anlatıyor…
Rasulullah Efendimizi hece hece okuyan bir kitap geliyor…
Altınoluk Dergisi: ÜSVE-İ HASENE çalışması nasıl başladı?
Doç. Dr. Ömer ÇELİK: Kitabın ilk tohumunun toprağa düşmesi Muhterem Osman Nuri TOPBAŞ Hocamız’la olmuştur. 2002 yılında umrede, Mekke’de Dr. Necati Bey isimli biri ile tanışmışlar. Bu zat Hocamız’ı Mekke’de Resûlullah Efendimiz’in hâtıraları ile dolu yerleri gezdirmiş; daha önce gitmediği yerlere götürmüş, burada tarihi malumatlar vermiş. Bu arada da Rasulullah Efendimiz’le alakalı bir kısım kitaplar toplamış ve hediye etmiş. Sayısı on-onbeş kadar olan bu kitapların içerisinde mesela Rasulullah Efendimiz’in güldüğü, tebessüm ettiği yerler diye 150 sayfalık bir kitapçık, Rasulullah Efendimiz’in hataları tashih etme üslubu, Rasulullah Efendimiz’e itaat ve muhabbet, Üsve-i Hasene gibi farklı eserler vardı. Hocamız, bunları beraberinde getirmiş; bir gün bana bu kitapları verdi ve ‘Bu kitaplara bir bakalım, bunlardan Rasulullah Efendimiz’in örnekliği ile alâkalı bir kitap çalışması yapalım, adı da Üsve-i Hasene olsun’ dedi. O akşam sanki bir manevi vazife deruhte edilmiş gibi bir heyecan duymuştum. Zannediyorum bu şekilde heyecanlandığım çok az olmuştur. Kitaplar ne ihtiva ediyor diye baktım; isimlerini, içindekileri, fihristlerini inceledim. Müteakip gün buluştuk. ‘Efendim, bu kitaplar Rasulullah Efendimiz’in değişik veçhelerini anlatıyor’ dedim. Orada bulunan Adem Ergül ve Alican Tatlı Beyler ile nasıl bir çalışma yapılabilir diye tekrar oturduk, konuştuk. Bir komisyon oluşturulmasına karar verdik; bu komisyon hemen çalışmalara başlasın, ortaya çıkacak şeye göre tekrar birlikte karar veriririz, dedik. Murat Kaya ve Mustafa Öztürk Beylerin bu işle vazifelendirilmesine, bizlerin de bu iki arkadaşa yardımcı olmaları kararlaştırıldı.
Ne kadar oldu başlayalı?
ÇELİK: Yaklaşık 1,5 yıl oldu. Önce kitabın planının nasıl olacağına dair bir çalışma yaptık. Hocamız ‘Bir hacet namazı kılın, Bismillah çekin başlayın, biiznillah güzel bir çalışma olur’ diye dua ettiler. Orada çok büyük heyecan duyduk. Hatta dedik ki, ‘Çalışmaya başlamadan evvel Rasulullah Efendimiz’e sesli salavat getirelim.’ Salavat getirmeye başladık. Sonra dedik ki ‘Bu iş oturararak olmaz, ayakta getirelim.’ Beş, altı arkadaş ayağa kalkarak salavat getirmeye başladık. Hakikaten bu salavatlardan da büyük haz duyduk. Sonra bu hâcet namazı ve sesli salavatlar adetimiz hâline geldi. Büyük de bereket oldu. Arkadaşlarla bir araya gelerek kitabın fihristini hazırladık. Hocamıza takdim ettiğimizde çok sevindi ve ‘İşte en mühim ibadetlerden biri de yaptığınız bu çalışmadır!” dedi. Beş, altı ay kitab için tarama çalışması ile geçti; böylece bir temel atmış olduk. Rasulullah Efendimiz’in örnek hayatı ile alâkalı yazılan çok şeyler var. Fakat bunların yeterli olmadığını düşünüyor ve ‘Kitapların arasında daha farklı şeyler vardır’ diyorduk. Çünkü İbn-i Sa’d’ın Tabakat’ı gibi, İbn-i Hişam’ın Siyre’si gibi toplumun çok fazla aşina olmadığı kaynaklar var. Dolayısıyla, çok geniş çaplı bir araştırma ve fişleme çalışması başlattık. Kütüb-i tis’a başta olmak üzere diğer büyük hadis kaynaklarını, İbn-i Hişam’ın Siyre’sini, Hayat’üs-Sahabe’yi, Riyaz-üs’Salihin’i, Zâdü’l-meâd’ı, Bidâye ve’n-Nihâye’yi, M. Âsım Köksal Hoca’nın 18 ciltlik İslam Tarihi’ni taradık. Bu son eser aslında siyerle alakalı pekçok eseri güvenilir bir şekilde bir araya getiren bir çalışma. Hocaefendi Siyer edebiyatını olduğu gibi Türkçeye nakletmiş demek mümkün âdetâ. Bir hayli detay var.
Veda Haccı’nı konu alana cildini okumuştum. Hakikaten insan bir hayli detayla karşılaşıyor. ‘Şurada durdu, şu tepede şu duayı okudu’ gibi, neredeyse saat saat konu alan bir çalışma.
Evet. Yaptığımız bu taramalar ve oluşturduğumuz fişleri, bir plan çerçevesinde taksim ederek eserin telifine başladık. Aslında eserin telifine yavaş başladık. Biz, tarama safhasını bir müddet daha devam ettirmek düşüncesindeydik. Ama bu çalışmanın en azından bir cildinin hediye kitap olarak verilmesi arzusu belirdi. Çalışmalarımızı ona göre hızlandırdık. Daha sonra tarihimize kısa bir bakış yaptık. Orada sünnet-i seniyyenin izlerini aradık ve çok güzel misallerle karşılaştık. Onlardan bir kısmını uygun olan sünnetin hemen altına dercettik. “Bakın ecdadımız Allah Resûlü’nü hayatlarına nasıl bir ölçü kabul etmiş” diye. Edebiyat dünyamıza bir göz gezdirdik. Efendimiz’in muhabbetini ve izlerini burada da çok canlı bulduk. Onlardan da az da olsa almaya çalıştık.
Çalışma sizi ‘Fenafirrasul’ iklimine soktu mu ? Nasıl girdiniz, nasıl çıktınız?
ÇELİK: Bu çalışmaya başlarken yetersizliğimizi hissetmekle beraber, farklı bir heyecan duyduk. Hatta o zaman farklı sosyal çalışmalarımız vardı. Fakat gönlümüzde bu çalışmaya girmek daha ağır bastı. Çalışmanın geceleri uykumuza girdiği zamanlar oldu. Fenafirrasul iklimi konusunda şunu anlatmak isterim. İlahiyat Fakültesi’nin farklı bölümlerinde yüksek lisans-doktora yapan bir arkadaş grubu ile Emekli Müftü İlhan Armutçuoğlu Hocaefendi’yi bir ziyaretimiz olmuştu. Bizlere ‘Ne yapıyorsunuz’ diye sordu. Bir arkadaşımız ‘Ben Hadis’de yüksek lisans yapıyorum’ dedi. Hocaefendi biraz düşündü ve ‘Yavrum senin işin zor’ dedi. ‘Çünkü hadiste çalışmak için’ dedi, ‘Bir insanın gereken manevi zevki alabilmesi için Fenafirrasül (Rasulullah’ta fani olma) mertebesine çıkması lazım. Bu mertebeye çıkmadan, hadisleri anlatır, yazar, çizer, konuşur, ama bunu bir hal olarak tadamaz yavrum’ dedi. Sonra bana sordu. ‘Tefsir çalışıyorum efendim’ dedim. ‘Senin dedi, işin iyice zor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’le iştigal etmek için, ondan hakiki manada istifade için Fenafillah mertebesine çıkmak lazım’ dedi. Hocamızın bu tespitleri çok önem arzdiyor. Üsve-i Hasene çalışmalarında da bunu yakından hissettik.
Şunu diyebilir miyiz? İnsan Rasullah’ın ikliminde daha çok dolaşmalı. Dolaştıkça O’na daha yakın oluyorsunuz, O’na bağlılığınız tazeleniyor. O’nu tanıyorsunuz. En azından 1,5 yıllık bir yoğunlaşma dönemi içinde yaşadınız. Hep Rasulullah Efendimiz’le yanyana bulundunuz. Bilmiyorum, belki rüyalarını gördünüz. Bunun sizde sağladığı sonuçlar neler?
Murat KAYA: Namazdaki huşuunu yazıyorsunuz mesela. Namazlarda kendinize biraz daha çekidüzen verme ihtiyacı hissediyorsunuz. Abdestinin nasıl olduğunu yazıyorsunuz; yine bir müddet, geçici de olsa abdestlerinizde bir değişiklik, farklılık oluyor. Mesela cemaate devamla ilgili bölümü yazıyorsunuz; cemaate devam artıyor. Namazları camide kılmaya başlıyorsunuz. Belli bir müddet sonra bu tekrar yavaşlıyor ama devamlı O’nunla beraber olunca hayatın bir umdesi haline gelir inşaallah. Zaten biz çalışırken zaman zaman birbirimize soruyorduk: ‘Biz ne yapıyoruz?’ ‘Biz kiminle meşgul olduğumuzun farkında mıyız?’ şeklinde bir şuur hali geliyordu.
Neden böyle bir soru?
KAYA: Biz dünyaya gelmiş ve gelebilecek en büyük insanla meşgulüz. Yaptığımız işin farkında mıyız? Gereken edebi gösterebiliyor muyuz? Yaptığımız işin ehemmiyetini farkettik mi, yoksa gaflet içersinde miyiz, diye zaman zaman birbirimizi uyardığımız olmuştur.
Bir nevi dürtmek mi bu? Yani ‘Hey, kendine gel ne yapıyorsun?’ gibi…
ÇELİK: Evet. Zaman zaman insan bu şuuru kaybediyor. Efendimiz’İn hayâtından okuduğu çarpıcı misallerle kendine geliyor. Hakikaten, insan daha önce hiç görmediği, karşılaşmadığı misallerle karşılaşıyor. Geçenlerde bir grup arkadaşla Cürcanî’nin ‘Delâilü’l-İcaz’ isimli Kur’an’ın i’câzıyla alâkalı nazım teorisini ortaya koyduğu eserini mütalaa ediyorduk. Orada Rasulullah Efendimiz’in şiire bakışı var. Kötü şiir, iyi şiir taksimi ve bunlara bakışını konu ediniyor ve bununla ilgili örnekler veriyor. Orada daha önce hiç duymadığım bir örnekle karşılaştım. ‘İnsanların Allah katında en şükredicisi, insanlara en çok teşekkür edendir’ şeklinde bir hadisi şerif biliyorduk ama hadisin vürûd sebebini, Rasulullah Efendimiz’in hangi ortamda bunu söylediğini bilmiyordum. Bunu, orada gördüm ve beni çok etkiledi. Ondan sonra insanlara karşı hissiyatım, teşekkür duygularım daha da arttı. Müsaade ederseniz o hâdiseyi anlatayım. Rasulullah Efendimiz’in bir şairi var: Hassan bin Sabit. Rasulullah Efendimiz zaman zaman O’na seferlerde, gazalarda şiir okutuyor. Yine bir seferinde ‘Ya Hassan! Allah’ın mübah kıldığı, müsaade ettiği şiirlerden bize oku!’ diyor. Hassan cahiliye şiirlerinden okumaya başlıyor. Okurken, Alkame bin Üsâse isimli bir müşriği zemmeden bir beyit okuyor. Rasulullah Efendimiz ‘Hassan bu beyiti bir daha benim meclisimde okuma!’ diyor. Hassan biraz hayret ediyor: ‘Kayser’in yanında bulunan bir müşriği zemmeden beyti okumamı neden yasaklıyorsunuz, bunu anlayamadım ya Rasulullah’ diyor. O da diyor ki: ‘Ey Hassan! İnsanların Allah katında en çok şükredeni, insanlara en çok teşekkür edendir. Kayser Herakliyüs benim hakkımda Ebu Süfyan ve Alkame’ye sorular sordu. Ebu Süfyan’a sorduğu zaman, O, benim hakkımda ileri geri konuştu, hatta yapabilseydi daha kötü şeyler söyleyecekti. Fakat Alkame, benim hakkımda hep güzel şeyler söyledi. Şimdi ben onun zemmedilmesini, hakkında kötü şeyler söylenmesini istemem!’ Ben bu hâdiseyi daha önce hiç duymamıştım. O günden sonra konuşmalarımda Efendimiz’in bu kadir-şinaslığını daha çok anlatır oldum. Bir iyilik gördümse ona daha çok teşekkür etmem gerektiğine dair ikaz edici bir ders oldu.
Kur’an-ı Kerim’de ‘fi dalâlin mübîn-apaçık bir sapıklık içerisinde’ şeklinde geçen ayetler var. Aslında bu sapıklık, istikametten kaymış olma hali veya bir karanlık içerisinde olma hali her insan için geçerli bir hakikattir. Rasulullah Efendimiz’le ilgili bu çalışmaya başladıktan sonra kalbî yönden hakiki bir karanlık içinde, yani Rasulullah Efendimiz’in yaşadığı hayatın çok uzaklarında olduğumu hissettim. Şu halimle, sabahımla akşamımla, ahlakım ve adabımla, sevdiklerimle münasebetlerimde kendimi sorgulamam gereken bir durumda olduğumu hissediyorum. Bunun şakası yok. Tehlike sinyalleri veren, alarm veren bir durum bu. Her numune-i imtisali okuyunca, Rasulullah Efendimiz’in her halini okuyunca bu alarmın sesi yükseliyor. Bunu çok yakınen hissediyorum. Allah Resûlü’nün örnekliğini öğrendikçe şüphesiz, insanın ne kadar kabiliyeti, istidadı varsa, o kadar istikamete doğru yönelme durumu oluyor. Batık bir gemi var diyelim. Muhtelif yerlerden halatlar takıyorsunuz ve bulunduğu yerden çıkarmaya başlıyorsunuz. Okuduğum ve duyduğum şeylerin, kalbimi yavaş yavaş bir nura doğru, bir hidayete doğru, Rasulullah Efendimiz’in aydınlık yoluna doğru çektiğini hissediyorum. İlahiyat Fakültesi’ne geldiğimiz zaman kafamız da gönlümüz de boştu. ‘Bir kere, bu Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeden, okumadan, sindirmeden İslam dini ile ilgili birşey yapılamaz’ dedim. Dolaysıyla fakülte yıllarında hep Kur’an-ı Kerim’e çalıştım. Fakat gönlümün bir kenarında da ‘Rasulullahsız bir Kur’an-ı Kerim çok fazla bir anlam ifade etmez’ şeklinde bir düşünce vardı. Fakat buna da zamanımız olmadı. Ciddi manada Rasulullah Efendimiz’in hayatına bir dalış, onu satır satır, hece hece okuma imkanımız olmadı. Fakat böyle de bir arzum vardı. Cenab-ı Hak lütfetse, bir imkan bağışlasa, şöyle Rasulullah Efendimiz’in hayatına özellikle örnekliği yönüyle yoğunlaşabilme imkanı doğsa diye on yıla yakındır gönlümde bir arzu beslemiştim. Bir Kur’an-Sünnet bütünlüğü içerisinde, bu ikisini mezcederek, fikriyatımı örme düşüncem vardı. Bu çalışma,o açıdan, kökleri 10 yıla dayanan bir çalışmanın da su yüzüne çıkmış, tahakkuk etmiş safhası olarak da değerlendirilebilir.
KAYA: Kitabın yazımı bittikten sonra bir grup akademisyen hocamızla büyük ekranda tashih yaptık. Bu ekip, hepsi İlahiyat mezunu, doktora çalışmaları yapan, hatta doçent ve profesör olmuş kişilerden oluşuyordu. Kitabı okurken güzel bir örnek geliyor. Hayret içerisinde kalarak, bunu daha önce hiç duymamıştık diyerek notlar almaya davranıyorduk.
Sokaktaki insanlar değil bunlar. Peygamberimiz’le ilgili hiç bir araştırması olmayan insanlar değiller; bu işin içerisinde bulunan insanlar, değil mi?.
KAYA: Evet. Bunların bile duymadığı hadiseler oluyor. Belki rastlamadıklarımız da oldu. Rasulullah Efendimiz’in hayatı ile ne kadar alakadar olunursa o kadar güzel örneklikler, hayatın her safhasına ışık tutacak misallerle karşılaşmak mümkün.
İslam Dünyası’nın %99.9’u kendi peygamberini kronolojik bilgiler dışında yakından tanımıyor. Böyle az tanıdığımız bir peygamber bize nasıl üsve-i hasene olur diye de düşündünüz mü? Üsve-i hasene olması için O’nun üsve çerçevesine giren vasıflarını bilmek gerekiyor. Üsve dediğiniz orada dolapta bir arşiv malzemesi gibi duruyor. Peygamberimiz’i bir arşiv malzemesi haline getirmişiz.
KAYA: İlahiyat’a geldiğimiz ilk yıllarda Hayrettin Karaman Hoca bize ‘Şeyh değilim ama size vird vereceğim’ demişti. ‘Önce, dedi, devamlı olarak Kur’an-ı Kerim okuyacaksınız. İkincisi, siyeri hiç bırakmayacaksınız. Birini bitirdikten sonra, diğer bir siyer kitabına devam edeceksiniz. O seviyeye geleceksiniz ki, hayatta bir olayla karşılaştığınızda, çözmek zorunda kaldığınız bir mesele ile yüzyüze geldiğinizde hemen aklınıza ‘Rasulullah Efendimiz olsaydı nasıl davranırdı?’ sorusu gelecek. Efendimiz’in nasıl bir davranış sergileyeceğini kolayca tahmin edebilecek bir seviyeye geleceksiniz. Okuduğunuz kitaplar size o formasyonu verecek. Üçüncü olarak da ‘Safahat’ı okuyun; Safahat hala güncelliğini muhafaza ediyor’ demişti. Biz, Safahat’ı bir kere okumakla kaldık ama Kur’an ve siyerle ilgili virdleri uygulamaya çalıştık.
Rasulullah Efendimiz bir kristal avize gibi. Her bakan baktığı yerden farklı bir boyutu ve rengi ile görür. Diyelim ki Rasulullah Efendimiz’in hayatını bir bayan okusa o kendine göre bir şeyler çıkaracak, bir şair okusa o kendine göre birşey çıkaracak. Bir çocuk okusa aynı şekilde kendine göre bir şey çıkaracak. Dolayısıyla herkesin ayrı ayrı özen göstermesi gerekiyor gibi bir sonuç da çıkarmak mümkün.
ÇELİK: Bu çok yerinde bir tesbit. Hakikaten kadın-erkek, genç-ihtiyar, okumuş-okumamış her seviyedeki müslümanın Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek şahsiyetinden alması gereken çok güzel örnek davranışlar vardır. Zaten O bu gâye ile gönderilmiştir. Biz ümmetinin en büyük vazifesi de O’nun örnekliğini en güzel şekilde öğrenip tatbik etmektir. İslâm bu demektir. Az önce de temas ettiğim gibi hadis-i şerifler olmadan, sünnet-i seniyye öğrenilmeden, siyer-i Nebî su içer gibi iyice hazmedilmeden Kur’ân-ı Kerim’i anlamak mümkün değildir. Allah Resûlü’nün hayatından davranış modelleri, güzel nümûneler derlemek için hadisi ve siyeri o pencereden okumak lâzımdır. Zira bir hadis kitabını alıp hadis okumakla, bir siyer kitabını alıp siyer okumakla, Rasulullah Efendimiz üsve-i hasene olarak nasıl bir örnek davranış sergiliyor, biz Rasulullah Efendimiz’in bu tavrından nasıl örnek alabiliriz, bu örnek günümüze nasıl yansır şeklinde düşünmek arasında çok fark var.
Siz yaşananlardan kural çıkarmaya çalışıyorsunuz, değil mi?
ÇELİK: Evet insanımızın rahatlıkla tatbik edebileceği kâideler çıkarmaya çalışıyoruz. Bu gözle okuduğumuz zaman daha önce bildiğimiz hadis-i şerifler bile farklı bir anlam kazanmaya başlıyor. Bu yüzden, buyurduğunuz gibi bakış çok önemli. Bir bayan da olsa, bir şair ya da genç de olsa, o şahıs hangi gözle bakıyor, bu çok önem arzediyor ve buna göre de bir netice çıkarılabiliyor.
Bu, Üsve-i Hasene kitabımızın, Rasulullah Efendimiz’in örnekliğine dair son kitap olamayacağı anlamına da geliyor. Yarın başkası, başka bir yerde duracak ve yeniden okuyacak Rasulullah Efendimiz’i.
ÇELİK: Şüphesiz öyle. Bu sahada ne kadar çalışılsa, ne kadar eser te’lif edilse yine de azdır. Zira Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz nihayetsiz bir ummandır. Muhabbet ve ittiba gözlüğü ile ‘Ben Rasulullah Efendimiz’in bu davranışından nasıl faydalanabilirim, bunu günümüze nasıl aktarabilirim, ben ve insanlar bunu nasıl algılayabilir diye bakmak lazım. Bizim yaptığımız o ummandan ancak bir katre mesâbesindedir.
Rasulullah Efendimiz’in hayatına bir siyer açısından bakılıyor, bir de farz, vacip, sünnet diye fıkıh penceresinden bakılıyor. Sizin yaptığınız çalışma bundan da farklı bir çalışma. Nereye oturduğunu düşünüyorsunuz? Rasulullah Efendimiz’i Üsve-i Hasene açısından okumak bizim ve insanların hayatı açısından nasıl bir farklılık arzediyor?
KAYA: Rasulullah Efendimiz’e Üsve-i Hasene açısından bakmak, insanın Rabbiyle olan münâsebetlerini, O’nun karşısındaki hislerini ve duyuşlarını, diğer insanlara karşı muâmelesini tatbîki olarak Allâh Resûlü’nün hayatında görmeyi sağlıyor. Bir mü’mini bunlar arasında âhenkli bir muvâzene tesis ederek huşû ve takvâ ile müzeyyen, devamlı Cenâb-ı Hakk’ın murâkabe ve gözetimi altında bir hayat yaşamaya sevkediyor. Bir Müslüman şahsiyeti nasıl olacak, bir karakter eğitimi açısından, manevi açıdan kişilik nasıl inşa edilecek… Bunlar hep Efendimiz’in üsve-i haseneliği, yani bizim için en güzel örnek oluş yönü öğrenilerek gerçekleştirilebilecek şeyler. İşte okuyucularımıza hediye olarak takdim ettiğiniz ‘Üsve-i Hasene’ konuya bu açılardan yaklaşıyor.
İslam Tarihi’ni bitiren bir arkadaşa ‘Kitaptan geriye ne kaldı?’ diye sorduğumuzda ‘Şunu gördüm ki Rasulullah Efendimiz’in hayatında neredeyse hayır kelimesi yok’ demişti. Bir Veda Haccı’nda Efendimiz anlatılırken ‘O’na o gün bir şey sorulmadı ki Rasulullah Efendimiz onu onaylamasın’ deniliyor.
KAYA: Hassan bir Sabit’in bir şiiri var.
مَا قَالَ لاَ قَطُّ اِلاَّ فِي تَشَهُّدِهِ لَوْلاَ التَّشَهُّدُ لَمْ يُسْمَعْ لَهُ لاَءُ
“Teşehhüdü hâriç aslâ «لا» yani «Hayır» dememiştir. Şâyet teşehhüd olmasaydı ondan hiç «hayır» kelimesi işitilmezdi.” diyor.
Bir tek şu var: Yolda genç bir adam, habire kadınlara bakıyor. Rasulullah Efendimiz bir şey demeden onun yüzünü eliyle tutarak çeviriyor. O’nun dışında herşeye olur veriyor. Belki bunu bir cümle ile ifade etmek zordur ama bu eserden sonra sizde Rasulullah Efendimiz’le ilgili ne kaldı?
ÇELİK: Bende kalan, Rasulullah Efendimiz’deki insanlara yönelik muhabbet ve kim olursa olsun, her insanın haklarını koruma, derin bir vefa ve teşekkür hissiyatı içerisinde olma tavrıdır.
Beni en çok etkileyen şeylerden bir tanesi Rasulullah Efendimiz’in Hz. Aişe ile elele kırlarda koşması, yarış yapması. Ben bunu anlattığımda herkesin gözü faltaşı gibi açılıyor. ‘Siz, diyorum, hiç hanımınızla kırlarda yarış yapıyor musunuz?’ Rasulullah Efendimiz ‘Elele tutuşur, sıkarlar, sonra eller bırakılınca günahlar akar, gider’ buyuruyor.
KAYA: Evet, Efendimiz’in hanımlarına ve çocuklarına çok yumuşak ve iyi davrandığını, onlarla hoş sohbetler ettiğini ve insanlara da böyle davranmalarını tavsiye ettiğini bildiren birçok rivayet vardır. Sevgili Peygamberimiz’in diğer insanlarla olan münasebetlerinde olduğu gibi aile hayatında da en çok göze çarpan husus, davranışlarındaki tabiîlik ve sâdeliktir. Meselâ Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bazen sabah namazından sonra, bazen de akşamları hanımlarını tek tek ziyaret eder, hallerini hatırlarını sorar ve onlarla sohbet ederdi.
Bu çalışmayı hazırlarken Resûlullah Efendimiz’in örnek şahsiyetinden en çok dikkatinizi çeken yönler nelerdir?
ÇELİK: En çok dikkatimi çeken Efendimiz’in her an Cenâb-ı Hakk’a olan tazim ve teslimiyeti ile hangi seviyeden olursa olsun insana verdiği değer oldu. Bunun en çarpıcı misâlini, pek şiddetli ve meşakkatli olan Tâif yolculuğundan, elleri ve ayakları kanlar içinde dönerken yaşanmıştır. Efendimiz o sırada bir taraftan ellerinden ayaklarından kanlar akarken diğer taraftan: “İlâhî! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Fakat Sen’in lütuf ve ihsânın, benim için daha geniştir. İlâhî! Gazâbına uğramaktan, rızâsızlığına dûçar olmaktan Sen’in Nûr-i Vechine sığınırım.” diye yalvarıyor, Rabbine olan tazim ve teslimiyetini arzediyordu.
KAYA: Benim de en çok dikkatimi çeken, Efendimiz’in insanları Allah’ın dinine dâvetteki azim, gayret ve heyecanı; bitmez tükenmez sabrı, tahammülü ve iştiyakıdır. O “Ey Örtüsüne bürünen habibim! Kalk ve insanları uyar!” emrini alınca kalktı ve bir daha Refik-i A’lâsı’na kavuşuncaya kadar bir daha oturmadı. Onu bu davasından hiçbir zorluk ve hiçbir mazeret alıkoyamadı. Kapı kapı dolaştı Mekke’de görüşmedi kimse kalmadı. Hac mevsimlerinde, ticaret için kurulan panayırlarda bütün çadırları tek tek Hakk’a çağırdı. Medîneli Enes bin Râfî, bir kısım gençle Mekke’ye gelmişti. Hazreç kabilesine karşı Kureyşlilerle andlaşma yapmak istiyorlardı. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- onların geldiklerini haber alınca hemen yanlarına gitti. Onlarla birlikte oturdu ve: “Size geliş sebebiniz olan işten daha hayırlısını söyleyeyim mi?” buyurdu. “Nedir o” dediklerinde: “Ben Allâh’ın resûlüyüm. Allâh beni kullarına gönderdi. Onları Allâh’a dâvet ediyorum. Allâh’a ibâdet etmelerini, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarını söylüyorum. Bu husûsta Allâh bana kitap indirdi.” diyerek İslâm’ı anlattı ve onlara Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetler okudu. İçlerinden İyâs bin Muâz isminde bir genç çıktı: “Arkadaşlar! Vallâhi bu, geldiğiniz işten daha hayırlıdır.” dedi. Ancak arkadaşları tarafından hakâret ve eziyetlerle susturuldu. Ancak o Kâinâtın Efendisi’ni dinlediğinde İslâm’ı iliklerinde hissetmiş ve onu kabul etmişti. Medine’de vefat ederken de çevresindekiler tesbih ve tehlille meşgul olduğunu gördüler. Aslında 13 yıllık Mekke döneminin üzerinde gereği gibi durulmamaktadır. O dönemi çok hızlı geçiyoruz. Halbuki İslâm’ın tebliğinde takip edilmesi gereken metod açısından alınması gereken çok mühim ibretler ve dersler var. O dönem Efendimiz ve ashâb-ı için son derece sıkıntılı ve çileli geçmiştir. Müdrik el-Ezdî bir müşahedesini şöyle anlatmaktadır: Babamla birlikte hac yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca, bir toplulukla karşılaştım. Babama: “Bu cemaat ne için toplanmış?” diye sordum. Babam: “Kavminin dinini terk etmiş olan şu kişi için.” dedi. İşâret ettiği tarafa bakınca Resûl-i Ekrem Efendimiz’i gördüm: “Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh, deyiniz de kurtulunuz!” diye sesleniyordu. İnsanlardan kimi onun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de ona sövüp sayıyordu. Öğleye kadar bu hâl devam etti. O sırada, yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp: “Kızcağızım, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete uğrayacak diye korkma!” buyurdu. Bunun kim olduğunu sorduk, “Kızı Zeyneb!” dediler. Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bir hac mevsiminde birçok kabileyi olduğu gibi Âmir bin Sa’saa oğullarını da İslâm’a dâvet etmişti. Yanlarından kalkıp devesine bindiğinde, içlerinden Beyhara isimli habis, devenin göğsüne ansızın dürttü. Deve sıçrayıp kalkarken Sevgili Peygamberimiz’i yere düşürdü. Dubâa bint-i Âmir isminde Müslüman bir kadın Efendimiz’e yapılan bu hakâreti görür görmez; “Ey Âmir hânedânı! Gözünüzün önünde Allâh’ın Resûlü’ne yapılan şu eziyeti görüp de içinizden onu hatırım için koruyacak kimse yok mudur?” dedi. Amca oğullarından üç kişi hemen kalkıp Beyhara alçağının üzerine yürüdüler. Bu olaydan sonra Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- vefâkârlığının bir gereği olarak bunlar hakkında: “Ey Allâhım! Şunlara bereketini ihsân et!” diye duâ etti. Bu duâ bereketi ile Allâh Teâlâ onlara îmân nasîb etti ve nihâyetinde şehidlik mertebesine nâil oldular.
Medine devri de öyle. Rasulullah Efendimiz her ne kadar devlet başkanı olmuşsa da aynı gayreti ve azmi hiç sönmüyor. Hicret esnasında Rakube geçidinden geçerlerken ‘Ya Rasulullah! Burada tehlikeli yol kesiciler var. Siz durun biz geçelim, sonra siz gelin’ deniliyor ama O -sallallahu aleyhi ve sellem- ‘Yok, diyor, bana gösterin onlarla konuşayım.’ Gidiyor ve onlarla konuşuyor. ‘Siz kimsiniz’ diye soruyor onlara. ‘Biz münhânân (iki hakir görülen, kimsenin itibar etmediği) insanlarız’ diyorlar. ‘Yok, diyor, bilakis siz mükremâsınız (İki şerefli ve kerim insansınız)’ buyuruyor. Onlara İslam’ı anlatıyor, Müslüman oluyorlar ve onlara iltifat ederek önden Medine’ye gönderiyor. Yine Hayber Gazâsı esnasında bir köle geliyor. Rasulullah Efendimiz ona büyük bir ilgi ile İslam’ı anlatıyor. O’nun Müslüman olmasına çok seviniyor. İbni Hişam bu olayın arkasından Peygamber Efendimiz köle de olsa hiçbir insanı hakir görmezdi, ayırım yapmadan herkese titizlikle İslam’ı anlatırdı, diyor. Benim de en çok bu titizliği dikkatimi çekmiştir.
ÇELİK: Hudeybiye’deki hadiseleri Rasulullah Efendimiz’in ahde vefasını dikkate alarak okuduğumda şöyle bir hadise dikkatimi çekmişti. Ebu Basir, kendisini alıp Mekke’ye götürecek iki müşrikten birini öldürüyor, birini elinden kaçırıyor. Öldürdüğünün üzerindekileri alıp Rasulullah Efendimiz’in yanına geliyor. Durumu anlatıyor, ‘Bu aldığımın beşte biri sizin Ya Rasulallah’ diyor. Rasulullah Efendimiz ‘Ben onlarla ahit yaptım. Dolayısıyla bunları almam ahde vefasızlık olur, helal olmaz’ buyuruyor. Dikkatimi çeken başka bir hadise de Vakidi’nin Meğâzî’sinde geçiyor ve Rasulullah Efendimiz’in insan hakkına verdiği değeri gösteriyor. Gazalarda Peygamber Efendimiz’e hizmet eden Ebu Zür’a isimli birisi var. Bir seferinde diyor ki: ‘Bir keresinde Rasulullah Efendimiz’in devesini hazırladım. Sonra kendisini bindirdim. Beni terkisine aldı. Elinde de kamçı vardı. Onunla zaman zaman deveyi hareketlendirmek için dokunuyordu. Fakat dokunurken kamçı benim de bacağıma değiyordu. Biraz mesafe alınca Rasulullah Efendimiz durumu farketti ve ‘Ey Ebu Zür’a yoksa sana da mı değiyor?’ dedi. Ben de ‘Evet yâ Rasûlallah’ dedim. Sonra Rasulullah Efendimiz’in payına düşen ganimetlerin bulunduğu bir yere vardık. Oradaki vazifeli kişiyi sordu. Uzaktan, onunla birşeyler konuştuğunu gördüm ama duyamadım. Sonra beni sordu. ‘Buradayım yâ Rasulallah’ dedim. Bana dedi ki ‘Ey Ebu Zür’a akşam farkında olmadan sana değen kamçılara karşı bu koyun sürüsü sana aittir’ dedi. Saydım; tam 120 tane koyun vardı. Ölünceye kadar en kıymetli mallarım bunlar oldu.’
KAYA: Resûlullah Efendimiz’in ahdine vefâ göstermesi de o derece zirveleşmiştir ki düşmanları bile bu rahmetten istifâde etmişlerdir. Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Babam Hüseyl ile beraber yola çıkmıştık. Kureyş kâfirleri bizi tuttular ve: “Siz muhakkak Muhammed’in safına katılmak istiyorsunuz” dediler. Biz de: “Hayır, Medine’ye bu sebeple değil, başka bir iş için gidiyoruz.” dedik. Bunun üzerine bizden, Efendimiz’in safında yer alıp onunla birlikte savaşmayacağımıza dâir Allâh adına söz aldılar. Medine’ye gelip durumu Resulullah’a arzedince Âlemlerin Sultânı Efendimiz: “Haydi gidin. Biz onlara verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı Allâh’tan yardım dileriz!” buyurdular. Huzeyfe, “İşte benim Bedir Harbi’ne iştirâk etmememin sebebi budur.” diyor.
ÇELİK: Yine tazim ve ahde vefa ile ilgili Hudeybiye Müsalahası’nda bir hadise var. Orada kurbanlık develer ayrılıyor. Rasulullah Efendimiz onlara ‘Allah adına kurban kesilecek’ diye işaretler koyuyor. Bu işaretlenmiş develerden bir tanesi Ebu Cehil’e ait. Bedir’de ondan ganimet olarak alınmış. Deve, Mekke’ye kaçıyor ve Mekke’de Ebu Cehil’in evine varıyor. Peşinden Amr (RA) geliyor ve deveyi almak istiyor. Orada ‘Bu bizim için ehemmiyetli bir devedir, hatırası vardır. Bunun karşılığında size 100 deve verelim, bu deveyi bize bırakın’ diyorlar. Geliyor Amr, Rasulullah Efendimiz’e durumu bildiriyor ve deveyi verme izni istiyor. Rasulullah Efendimiz buyuruyor ki: ‘Olabilirdi. Ama biz bunu Allah için kurban olacak diye işaretledik. Bunu kurban kesmemiz lazım; başka türlü olmaz.’ Bu da Rasulullah Efendimiz’in Cenab-ı Hak adına yapılmış bir niyete gösterdiği tazimi ifade ediyor.
ALTINOLUK bu eseri onbinlerce kişiye ulaştıracak. Sizin için bu ne anlam ifade ediyor?
ÇELİK: Bu çalışma İLAM’ın kollektif bir çalışması olarak değerlendirilebilir. Burada, öncelikle Muhterem Osman Nûri Topbaş üstadımızın olmak üzere birçok yakın dostumuzun çok kıymetli katkıları oldu. Çalışma planın ortaya konması sırasında Dr. Adem Ergül Bey’in, Dr. Alican Tatlı Bey’in, Bekir Kurudişli Bey’in çok yardımları oldu. Teşekkür ediyoruz. Ahmet Taşgetiren Bey, Abdullah Sert Bey, Mustafa Eriş Bey, H. Kamil Yılmaz Hocamız eseri lutfedip okudular, çok faydalı tashihlerde bulundular. Ethem Cebecioğlu hocamız ekipleri ile birlikte birkaç defa ta Ankara’dan geldi. Beraberce gece-gündüz çalıştık. Emeği geçen bütün dostlarımıza ve hocalarımıza medyûn-u şükranız. Belki kitapta müellif olarak bizim ismimiz geçiyor ama kitabın müellifinin katkısı olan bütün dostlarımız olduğunu düşünüyoruz. Rabbimizin, bizi, Rasulullah Efendimiz’in hayatından dercettiğimiz bu güzelliklerin halkımıza ulaşmasına vesile kılmasının mutluluğunu yaşıyoruz. Kendimizi bir aracı, bir vasıta olarak telakki ediyoruz. Bu topladıklarımız ummandan bir katre mesabesindedir. O alemde çok daha güzel olaylar, hatıralar şüphesiz vardır. Biz Rasulullah Efendimiz’in hayatına bir pencere açmaya gayret gösterdik. Bu açılacak yüzlerce pencereden sadece bir tanesidir. Bu çalışma, halkımızda O’nun -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetine bir vesile olacaksa kendimizi bahtiyar addederiz.
KAYA: Bizim için bu bir rüya gibi oldu. Allah’ın bir lütfu oldu. Biz buna sadakayı cariye açısından bakıyoruz. İnşaallah insanlara faydalı olur. Ne kadar çok insan istifade ederse bizim için o kadar kârdır, diye düşünüyoruz.
Teşekkür ederiz.