6. Âhiret İnancı

Allah Teâlâ insanlara pek kıymetli kabiliyetler ve sayıya gelmez nimetler lutfetmiştir. Bunların maksatsız olduğunu düşünemeyiz. Cenâb-ı Hak aynı zamanda kullarından bazı şeyler istemekte, emirlerine itaat edenlere mükâfât vaad edip isyankârları da azap ile korkutmaktadır. İşte âhiret, Allah’ın vaadinin tahakkuk edeceği, dünyada yapılan amellerin karşılıklarının alınacağı, zerre kadar iyilik veya kötülüğün bile görüleceği muazzam bir hesap günüdür. Âhiret hayatı olmasaydı herkesin yaptığı yanına kâr kalır ve dünyada haksızlığa uğrayan, zorluk ve sıkıntı içinde ahlâklı bir hayat yaşayan kişilerin gayretleri boşa giderdi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyâme, 36)

“Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)

Dünyada bazı insanlar zâlimlerin hükmü altında ezilip sömürülür, işkenceye maruz kalır ve hayatta sıkıntı ve darlıktan başka bir şey görmez. Bunun karşısında bazıları da dünyada mutluluk, refah ve nimetler içinde yaşar, zayıflara zulmederler. Bu iki grubun hayat hikâyesi; hak ve adâletin yerini bulacağı bir devir gelmeden ölüm perdesiyle sona erebilir mi? Bir tiyatro grubunun, birinci sahneyi sergiledikten sonra perdeyi kapatıp, hâdiseleri yarım ve izaha muhtaç bir vaziyette bırakarak oyunu sona erdirdiği hiç görülmüş müdür?! Böyle bir şey olsa, iyice meraklanmış ve oyunun maksadını öğrenmeye çalışan seyirciler ne düşünür acaba?! Akıllı bir çocuk bile oyunun bu şekilde bitirilmesini uygun görmez. Öyleyse her şeyi mükemmel yaratan ve her işten haberdar olan Allah Teâlâ’nın, bu koskoca kainat kıssasını, bir çocuğun bile yapmayacağı çirkinlikte sergilemiş olması nasıl düşünülebilir?![1]

Fâil-i meçhûl bir cinayete kurban giden veya zulme uğrayıp muhtelif sebeplerle hakkını alamayan insanların ve yakınlarının hâlini düşünelim! Âhiret olmasa onların hakkını kim alacak?

İnsanda sonsuzluk duygusu mevcuttur. Bu dünyadaki ayrılıkların, eksik kalmış hasretlerin bekâ âleminde sona ereceği inancı insanı rahatlatır. Âhiretle alâkalı âyet ve hadisler, insandaki bekâ duygusuna cevap verir ve ölümle her şeyin bitmediğine delalet eder. Bunun aksine yok olup gitme duygusu ise insanı strese, ümitsizliğe, sorumsuzluğa ve fırsat bulduğunda haksızlık yapmaya sevkeder.

Psikiyatrist Dr. Yusuf Karaçay şöyle anlatır:

“Hiç unutmam, küçüklüğümde anneme sormuştum:

«–Anne biz ölünce ne olacağız?»

«–Cennete gideceğiz yavrum.»

«–Tamam da, ondan sonra ne olacak? Yani Cennette ne kadar yaşayacağız?» Annem her halde: «Çocuk bu yaşta sonsuzluktan anlamaz; uzun bir zaman söyleyeyim de rahat etsin” diye düşünmüş olsa gerek ki:

«–1000 yıl yaşayacağız yavrum» demişti. O kadar üzülmüştüm ki, o küçücük zihnim: «–İster 10 yıl, ister 1000 yıl, sonuçta yok olacaksak ne anlamı var? Ben sonsuzluk istiyorum, yok olmak istemiyorum» demişti.” (http://www.zaferdergisi.com/article/?makale=182)

Bu dünya eksik ve fânîdir. Buradaki nimetler de sonlu ve sınırlıdır. Hâlbuki Allah’ın lutfu ve nimetleri sonsuz, sınırsız, bâkî ve ebedîdir. Şu halde ne kadar çok olursa olsun ilâhî nimet ve lütuflar şu fânî âlemdekinden ibâret değildir. Cenâb-ı Hak burada bahşettiği nimetlerini orada tamamlayacaktır. O âlem bu âlemi tamamlıyor olmasaydı, Hak Teâlâ’nın nimet ve lütufları geçici ve fânî olur, bu âlem de yarım ve noksan kalırdı.[2]

İçinde yaşadığımız şu âlemi en güzel şekilde yaratan Allah Y, âhiret diye farklı bir âlem daha yaratacağını vaad ediyorsa bundan şüphe etmeye kimsenin hakkı yoktur. Zira Cenâb-ı Hak buna kâdir olduğunu bize her an ispat edip durmaktadır.[3]

Âhiret İnancının Faydaları

Âhiretin varlığına inanmak, ölüm korkusunun insan psiko­lojisi üzerindeki tahrip edici tesirine mâni olur. Sıkıntılardan kurtulup ebedî huzûra kavuşma ve Allah’ın rızâsını elde etme ideali, insana yaşa­ma sevinci verir, dünyanın ızdırap­larına karşı tahammül gücünü artırır. Geçi­ci dünya arzuları insan rûhunu tatmin etmediğinden, din ona en ulvî lezzetler ve manevî hazlar tattırır.

Dünya hayatının huzur ve saâdet içerisinde bereketli bir şekilde yaşanması, ancak âhirete imanla mümkündür. Zira âhiret inancı, mesuliyet şuurunu pekiştirir, vazifeye bağlılık şuurunu yerleştirir, hak ve hukuka saygılı olmayı temin eder. Bu sûretle gayet sağlam bir ahlâk anlayışına, çok mükemmel bir nizam kavramına ve pek ulvî bir hakşinaslığa vesile olur. Hergün kıldığı namazlarda en az kırk defa “Yâ Rabbî! Hesap gününün mutlak hâkimi sensin, yarın huzûruna çıkıp bütün söz, hâl ve hareketlerimin hesabını sana vereceğim” diyen ve buna kalbden inanan bir kişide yüksek bir ahlâk ve yüce bir hukûk anlayışının olacağı muhakkaktır. “İyilik çürümez, kötülük unutulmaz, hesap soracak olan zât hiçbir zaman ölmez” diye inanan kişinin bu îtikâdı mutlaka onun hayatına yön verir. Rasûlullah r Efendimiz’in:

“Hiçbir kul, kıyamet günü ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne yaptığından, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bir adım dahî atamaz”[4] hadisini bilen bir mü’min hayâtını daha dikkatli ve verimli kullanır.[5]

Bazı insanlar, kanunların ve toplum baskısının olmadığı yerlerde kötülük ve haksızlık yapmıyorlarsa, bu onların davranışlarının hesabını birgün vereceklerine inanmaları sebebiyledir. Aksi takdirde herkesin başına bir bekçi ve polis dikmek gerekirdi.

Şunu ifade edebiliriz ki, Allah’a tekrar geri dönüleceği inancı olmadan, bu hayatta gerçek bir başarı elde edilemez.

Âhirete iman, ehemmiyetine binâen Kur’ân’ın hemen her sûresinde gündeme getirilmiş ve birçok âyet-i kerîmede Allah’a imanla birlikte zikredilmiştir. Bilhassa Kur’ân’ın son üç cüz’ünde âhiret üzerinde çok durulur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’a ve âhiret gününe iman edip sâlih amel işleyen kimselerin Rabbleri katında büyük ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur, onlar mahzûn da olmazlar.” (Bakara, 62)

Âhiret, ölümden sonra başlayacak olan yeni, sonsuz ve gerçek bir hayattır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince, şüphe yok ki o, hayatın tâ kendisidir. Bunu bilmiş olsalardı…” (Ankebût, 64)

Kıyâmet

Dünya hayatı tamamlanıp bittikten sonra büyük meleklerden İsrâfîl’in Sûr’a üfürmesiyle kıyamet kopacaktır.[6] Kalkmak, dikilmek ve dirilmek gibi mânâlara gelen “kıyâmet”, kâinatın nizamının bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile tüm insanların yeniden diriltilerek ayağa kaldırılması ve Allah’ın huzûrunda durdurulması demektir.[7] Kur’ân’ın bildirdiğine göre kıyâmet kesin olarak gerçekleşecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Alâmetleri zuhur etmiş, zamanı da yaklaşmıştır.[8]

Kıyametin kopması târih boyunca insanlar tarafından hep kabul edilegelmiştir. Gerek Hinduizm ve Budizm gibi zamanın devrî olduğunu ve karma-tenâsuh inancına bağlı olarak dünya hayatının sürüp gittiğini kabul eden görüşler, gerek zamanın düz bir hat şeklinde seyrettiğini kabul eden semâvî dinler, bazı farklılıklarla da olsa, kıyâmete inanmakta, hayatın sonlu olduğunu kabul etmektedir.[9]

Kur’ân’da bildirildiğine göre, kıyâmetin kopmasıyla öylesine dehşetli manzaralar ortaya çıkacak ki; gök yarılacak, erimiş maden hâline gelecek, Güneş ve Ay kararacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, dağlar atılmış yün gibi olacak, denizler kaynatılacak ve fışkıracak, cehennem alevlendirilecek ve cennet yaklaştırılacaktır. Gözler dehşetten kamaşacak, insanlar kaçacak, fakat sığınacak bir yer bulamayacaktır. Bu dehşetli manzara sebebiyle, pek kıymetli olan on aylık gebe develer bile salıverilecek, yabânî hayvanlar bir araya toplanacaktır. Kimse dostunu sormayacak, kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı sebebiyle emzikli kadınlar kucaklarındaki çocuklarını unutacak, hâmile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar sarhoşmuş gibi görünecektir. Günahkâr bir insan o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak yavrularını, eşini, kardeşini, kendisine sahip çıkan sülalesini, hatta dünyada var olan insanların tamamını verip kendisini kurtarmak isteyecektir.[10] Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tâzimi göstermediler. Hâlbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları şeriklerden yücedir, münezzehtir. Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri hâriç, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp cansız yere düşer. Sonra ona bir daha üflenir: Bir de bakarsın bütün insanlar, kabirlerinden ayağa kalkmış, etrafa bakınıp duruyorlar.” (Zümer, 67-68)

Âyet-i kerime, yüce Allah’ın kudretindeki kemâli ve zihinleri hayrette bırakan büyük fiillerin bile O’nun kudreti karşısında çok basit kaldığını hatırlatıyor. Cenâb-ı Hak, misal vermek ve hâdiseyi hayâlimizde canlandırmak sûretiyle meseleyi daha kolay anlamamızı sağlıyor.[11]

Rasûlullah r, kıyâmeti gözüyle görür gibi hissetmek isteyen kimsenin Tekvir, İnfitar ve İnşikâk sûrelerini okumasını tavsiye etmiştir. (Tirmizî, Tefsir, 81/3333)

Bilimsel çalışmaların vardığı neticeler de, Kıyâmet’in dehşetli olacağını göstermektedir. Bilim adamları, kâinat sisteminin mühim bir parçası olan Güneş’in sonunu şöyle tahmin etmektedir:

“Orta kütleli bir yıldız olan Güneş, belli bir zaman sonra kırmızı dev aşamasına gelecek. Helyum yakıtı azalan ve çekirdekte ve çevresinde gerçekleşen termonükleer tepkimelerin yol açtığı ışımanın basıncıyla giderek şişen Güneş’in çapı, yaklaşık 300 kat artacak. Bu esnâda yüzeyi Dünya’ya iyice yakınlaşacak, hatta belki Dünya, Güneş’in dış katmanının içinde kalacak. Genişlemeyle birlikte, Güneş’in yüzey sıcaklığı 3500 dereceye kadar düşecek ve kırmızı renkli bir görünüm alacak. Güneş’in yüzeyinin soğumasına karşı, yüzey alanı çok artacağı ve gezegenimize yaklaşacağı için, Dünya yaşanamaz hâle gelecek. Işınımın oluşturacağı basınç ve sıcaklığın tesiriyle tüm su buharlaşacak, Dünya sıcak ve kuru bir kayaya dönüşecek. İlerleyen süreçte, genişleyerek soğuyan katmanlar yeniden büzüşecek ve böyle birkaç «zonklama» sürecinin ardından, Güneş’in dış katmanları bir gezegenimsi bulutsu oluşturacak şekilde uzaya savrulacak. Güneş’ten geriye çok yoğun, çok sıcak ve parlak, ancak Dünya kadar küçük bir çekirdek kalacak. Bu beyaz cüce, milyonlarca yıl içinde soğuyarak yavaş yavaş gözden kaybolacak ve bir kara cüce haline gelecek.”[12]

Kıyâmet Bir Anda Gerçekleşir

Bu muazzam kıyâmet hâdisesi, Allah’ın azamet ve kudreti karşısında o kadar basit ve küçük bir şeydir ki, onu sadece bir sayha ile gerçekleştiriverecektir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Onlar: «Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?» derler. Onların beklediği, sadece bir sayha!.. Çekişip dururken kendilerini yakalayıverecek korkunç bir ses… İşte o anda onlar ne bir vasiyyette bulunabilir, ne de âilelerine dönebilirler.” (Yâsîn, 48-50, 53. Bkz. Sâd, 15; Kâf, 42)

En az bunun kadar mühim diğer bir husus da, bu muazzam hâdisenin çok kısa sürede gerçekleşecek olmasıdır. Yâni bütün göklerin ve yerlerin altüst edilmesi, hem basit bir şekilde tek bir sesle, hem de çok kısa sürede olacaktır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Kıyametin kopması, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” (en-Nahl, 77)

Rasûlullah r de kıyâmetin ansızın ve çok kısa bir sürede meydana geleceğini şöyle îzâh buyurmuştur:

“Güneş batıdan doğuncaya kadar kıyamet kopmaz. Güneş batıdan doğduğu zaman, insanlar onu görür ve hepsi toptan îmân ederler. İşte bu vakit, şu âyet-i kerimede bildirilen vakittir:

«…Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da îmânında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık îmânı bir fayda sağlamaz.» (el-En‘âm, 158)

Muhakkak ki, kıyamet kopacaktır, öyle ki, alışveriş için satıcı ile müşteri aralarında bir kumaşı yay­mış olacaklar da ne alışveriş yapmaya ne de kumaşı dürmeye vakit bulamayacaklardır. Kişi sağmal devesinin sütünü sağıp getirdiği hâlde, onu içmeye fırsat bulamadan an­sızın kıyamet kopacaktır. Yine kişi, havuzunu sıvayıp tamir edecek de suyunu kullanamadan ansızın kıyamet kopacaktır. Yine kişi lokmasını ağzına kaldıracak, fakat kıyamet ansızın kopacak da o lokmayı yiyemeyecektir. (Buhârî, Rikâk, 40; Ahmed, II, 369. Bkz. Müslim, Fiten 140)

Ölümden Sonra Diriliş

Kıyâmetin umumî yok oluşu ifade eden ilk safhasını, Sûr’a ikinci kez üflenmesiyle ikinci safha takip edecek, bütün insanlar tekrar dirilerek ayağa kalkacaktır.[13] Bu, ölümden sonraki diriliş ve kalkışa “Ba‘sü ba‘de’l-mevt” denilmektedir. Allah Teâlâ, inkâr edenlere karşı,  tekrar dirilişin muhakkak gerçekleşeceğini kesin ifadelerle bildirir:

“De ki: «İster taş olun, ister demir! İsterse yeniden dirilmesi aklınıza imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık! Ne olursanız olun, mutlaka diriltilip kaldırılacaksınız.» «O halde kimdir bizi diriltecek olan?» diyecekler. De ki: «Sizi ilk defa yoktan yaratan!» Bu sefer, alay ederek başlarını sallayacaklar da: «Ne zamanmış o?» diyecekler. De ki: «Belki de yakındır.»” (İsrâ, 50-51)

Düşünüldüğünde kemik ve un ufak olmuş bedende bile bir insanlık kokusu, hayatı andıran birtakım hakikatler vardır. Demir ve taş ise onlara göre canlılıktan daha uzaktır. Dolayısıyla bu âyet inkâr edenlere karşı bir tür meydan okumadır.[14]

Gökleri ve yeri bütün azametiyle sağlam ve kusursuz bir şekilde yaratan Allah Teâlâ, onlardan daha güçsüz ve zayıf olan[15] insanları tekrar diriltmeye elbette kadirdir.[16] Zira her gün görüp durduğumuz gibi Allah Teâlâ ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından tekrar tekrar canlandırıyor.[17] İşte insanları da kabirlerinden böyle çıkaracaktır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İnsan der ki: «Öldüğümde gerçekten diriltilip (kabrimden) çıkarılacak mıyım?» İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı hâlde biz kendisini yaratmışızdır.” (Meryem, 66-67)

Ebû Rezin r anlatıyor: Birgün:

“–Ey Allah’ın Rasulü! Allah, mahlûkatı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misali nedir?” diye sordum. Efendimiz r:

“–Sen, hiç kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdu. Ben, “Elbette!” deyince:

“–İşte bu, Allah’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdu. (Ahmed, IV, 11)

Bütün insanları yaratmak ve ölümlerinden sonra onları tekrar diriltmekle bir tek kişiyi yaratıp tekrar diriltmek arasında Allah için hiçbir fark yoktur.[18]

Mahşer Yeri

İnsanları ve cinleri ölümlerinden sonra tekrar diriltecek olan Allah Teâlâ, daha sonra onların hepsini “Mahşer” denilen yere toplayacaktır. Buna “haşr” denir. Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı da “Hesap günü için mahlûkâtı toplayan” anlamında Câmiu’n-nâs’tır.[19]

Bütün canlıların Mahşer’e sevki, bunları alacak geniş meydan, gerek Allah’a gerekse birbirlerine yönelik bütün hak ve mesuliyetlerin muhasebesi bize çok zor görünebilir. Ancak semâvât ve arzın bütün ordularına sahip olan Yüce Yaratıcı[20] için bunun gayet basit olduğunu haber verilir:

“Muhakkak ki hayatı veren de, öldüren de biziz. Evet, herkes bizim huzûrumuza dönecektir. Yerin yarılıp kendilerinin büyük bir hızla mahşer meydanına koşacakları gün, mutlaka gelecektir. Bu diriltip mahşerde toplama bize göre çok kolaydır.” (Kâf, 43-44. Bkz. Kamer, 50; Lokmân, 28)

Rasûlullah r şöyle anlatır:

“Bir adam vardı, (günah işlemekte) çok ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına:

«–Ben ölünce, cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgârın önünde savurun. Allah’a yemin ederim ki, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azabı verir!» dedi. Öldüğünde, bu söyledikleri kendisine yapıldı. Allah Teâlâ yeryüzüne emrederek:

«–Sende ondan ne varsa bana toplayıver!» dedi. Arz da topladı. Adam ayakta duruyordu. Cenâb-ı Hak:

«–Niçin böyle bir vasiyette bulundun?» diye sordu. O kul:

«–Senden korktuğum için ey Rabbim!» cevabını verdi. Allah Teâlâ Hazretleri de onu affetti.” (Müslim, Tevbe, 25; Buhari, Tevhid, 35, Enbiya 50)

Varlık âlemine gelen bütün insanları ve cinleri nerede ve ne halde olurlarsa olsunlar mahşer meydanında bir araya getiren,[21] işlerinden ve hâllerinden hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Allah Teâlâ onlara şöyle hitap eder:

“Bugün mülk ve hâkimiyet kimin? (Mahşer halkı şu cevabı verir[22]): Mutlak gâlip, tek hâkim olan Allah’ın!” (Mü’min, 16)

 “İşte o gün insan hakikati anlar, fakat o zaman anlamanın kendisine ne faydası olacak?” (Fecr, 23)

Cenâb-ı Hak, insanlara dünyada hayatının hesâbını sormaya başlar:

“Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu görür!” (Zilzâl, 7-8)[23]

“O gün ne mal fayda verir ne evlâd! Ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!..” (Şuarâ, 88-89)

Bir şahıs, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelerek:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!” demişti. Rasûlullah r onu, kendisine Kur’an öğretmesi için ashâbından birine gönderdi. Sahâbî ona Zilzâl sûresini sonuna kadar öğretti. “Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu görür!” âyetlerine gelince, bu ifadelerden son derece müteessir olan şahıs, derin düşüncelere daldı ve:

“–Bu bana yeter!” dedi. Bu durum Hz. Peygamber r’e haber verilince:

“–Onu bırakın! Zira o hakîkati idrak etti, anlayış sahibi oldu” buyurdu. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 597)

Yine, bir bedevi Allah Rasûlü’nün bu âyetleri okuduğunu dinleyince:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, zerre ağır­lığı kadar mı?” diye sordu. Rasûlullah r:

“–Evet” buyurdu. Bir anda hâli değişiveren bedevî:

“–Vay benim hatâlarım!” dedi ve bu sözlerini defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti. Rasûlullah r onun ardından:

“–İman bu bedevînin kalbine girdi” buyurdu. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 595)

Peygamber Efendimiz’in şu ifâdeleri, hesap gününün dehşetini anlatmaya kâfîdir:

“Kıyâmet günü rasûllerin de sözü:

اَللّٰهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ

«Allah’ım, selâmet ver, selâmet ver!» olacaktır.” (Buhârî, Ezân, 129)

İnsanlar kıyamet günü bir meydana toplanır ve dehşet içerisinde beklemeye başlarlar. Bu uzun bekleyiş ve dehşetli korkudan kurtulmak için Hz. Âdem’e müracaat ederek şefaat isterler. O, insanları Hz. Nûh’a gönderir. O, Hz. İbrahim’e; o, Hz. Musa’ya; o, Hz. İsa’ya, o da nihayet Rasûlullah r Efendimiz’e gönderir. Peygamberler de korku ve dehşet içindedirler. Kendilerini kurtarmayı büyük bir muvaffakiyet olarak görürler. Rasûlullah r secdeye varıp Allah’a en güzel şekilde hamd eder. Kendisine şefaat izni verilince bütün insanlık ve bilhassa da ümmeti için derece derece şefaatlerde bulunur.[24]

İnsanlar hesaba çekildikten sonra cehennem üzerine kurulmuş olan Sırât Köprüsü’nden geçerler. Mü’minler, bu köprüden geçip Cennete ulaşırlar. Kâfirler ve günahkâr mü’minler, Sırât’ın üzerinden Cehenneme düşerler. Kâfirler, hiç çıkmamak üzere orada kalırlar. Günahkâr mü’minler ise, ya affedilerek veya cezâlarını çektikten sonra Cennete girerler.

 Allah Rasûlü r o dehşet verici anlardan şöyle bahseder:

“Sırat Köprüsü’nde mü’minlerin şiârı: «Yâ Rabbî, selâmet ver, selâmet ver!» duasıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 9/2432)

“…Sırat’tan ilk geçenleriniz şimşek süratiyle geçerler… Sonra rüzgâr gibi, sonra kuşun uçuşu ve bir adamın hızla koşması gibi geçerler. Onları bu şekilde amelleri geçirir. Bu esnâda sizin Peygamberiniz de Sırat’ın başında durur ve devamlı olarak:

رَبِّ سَلِّمْ سَلِّمْ

«Yâ Rabbî, selâmet ver, selâmet ver!» der. İnsanların amelleri kendilerini Sırat’tan geçiremez hâle gelinceye kadar bu durum böyle devam eder. Hatta bir kişi gelir, yürümeye güç yetiremez de sürünerek gitmeye çalışır. Sırât’ın iki tarafında asılı çengeller vardır. Bunlar emrolundukları insanları yakalamakla vazifelidirler. İnsanların bir kısmı bu çengeller tarafından tırmalanmış ve yaralanmış vaziyette kurtulur, bir kısmı da cehenneme atılıverir.” (Müslim, İman, 329)

Nasıl ki insan emri altında çalışan memurlardan tâlimatlarına uyan ile uymayanı birbirinden ayırıyor, sözünü dinleyeni seviyor ve karşılığını veriyor, dinlemeyene ise kızıyor ve onu işten atıyorsa, âhirette de durum buna benzer. Dünyadayken iman edip sâlih amellerle dolu güzel bir hayat yaşayanlar cennete, inkâr edenler de cehenneme gideceklerdir. Allah Teâlâ, mü’minlere lütuf ve ihsânı ile, kâfirlere ise adâletiyle muamele eder.

Cenâb-ı Hak kıyametin ne zaman kopacağını kullarına bildirmemiş, sadece bazı alâmetlerini haber vermiştir. Dolayısıyla asıl mesele kıyâmetin ne zaman kopacağı değil herkesin kendi kıyâmeti olan ölüme ve ölüm ötesine ne hazırladığıdır.



[1] Prof. Dr. M. S. Ramazan el-Bûtî, Kübra’l-yakîniyyâti’l-kevniyye, s. 180.

[2] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 63.

[3] Doğumdan Sonra Hayat Var Mı?

Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları teşekkül etmeye başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat ve emniyetli yeri tanıdıkça saâdetleri artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

“–Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!”

Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. “Hayatın kaynağı nedir?” diye araştırırken, anneleriyle onları birbirine bağlayan kordonu fark etmişler. Bu kordon sayesinde hiçbir zahmet çekmeden, emniyet içinde beslenip büyütüldüklerini anlamışlar ve:

“–Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor” demişler.

Aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir ifâdeyle “yolun sonu”na yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle temâşâ ederken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya, dokuzuncu aya yaklaştıklarında ise alâmetleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş:

“–Neler oluyor? Bütün bunların mânâsı nedir?”

Kardeşi daha sâkinmiş, üstelik bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; hissiyatıyla daha geniş bir âlemi arzuluyormuş:

“–Tüm bunlar bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor. Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz artık!” demiş. Öteki:

“–Ama ben gitmek istemiyorum, hep burada kalmak istiyorum” diye haykırmış. Kardeşi:

“–Elimizden gelen bir şey yok, hem, belki doğumdan sonra bambaşka bir hayat vardır” demiş. Diğeri:

“–Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki? Buradan ayrılmak zorunda kalırsak nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbiri geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söyleyebilsinler. Hayır, bu her şeyin sonu olacak” demiş ve karamsarlıkla eklemiş:

“–Hem belki de anne diye bir şey yok!” Kardeşi:

“–Olmak zorunda! Yoksa buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?” diye itiraz etmiş. Öteki:

“–Sen hiç anneni gördün mü? O belki de sadece zihnimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk” diye üstelemiş.

Böylece, anne rahmindeki son günleri derin muhâsebeler ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve biri sevincinden diğeri de utancından ağlamaya başlamış. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.

[4] Tirmizî, Kıyamet, 1/2417.

[5] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 64.

[6] Neml, 87; Zümer, 68; Hâkka, 14-16.

[7] Bkz. Râğıb, Müfredât, “kvm” md., 417-418; Lisânü’l-Arab, “kvm” md.; Bekir Topaloğlu, “Kıyâmet” md., DİA, XXV, 517.

[8] Hicr, 85; Hac, 7; Muhammed, 18; Kamer, 1.

[9] Topaloğlu, “Kıyâmet” md., DİA, XXV, 516.

[10] Bkz. Hac, 1-2; Meâric, 8-14; Kıyame, 6-12; Tekvir, 1-13; İnfitâr, 1-5. Kıyametin meydana gelmesindeki azametle ilgili ayrıca bkz. İbrâhîm, 48; Tâhâ, 105-107; Kamer, 7-8; Hâkka, 14-16; Müzzemmil, 14; Murselâr, 8-11; Abese, 34-42; İnşikâk, 1-5; Kâria, 1-5.

[11] Bkz. Zemahşerî, V, 170; Ebu’s-Suûd, VII, 262; Yazır, M. Hamdi, VI, 4136, (Zümer, 67-68). Kur’ân’ın tasvir metodu, küllî ve kapsamlı olan hakikatleri, insandaki sınırlı idrakin tasavvur edebileceği küçük kesitler hâlinde vermek sûretiyle meselenin rahat anlaşılmasını sağlar. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 3061, [Zümer, 67]) Bazı rivayetlerde, yedi kat semâ ile yedi yerin kıyamet günü ilâhî kudret karşısındaki durumu, avuç içindeki hardal tanesine veya cevize benzetilir. (Taberî, XXIV, 32-33, [Zümer, 67]).

[12] http://www.biltek.tubitak.gov.tr, Evren/Güneş Sistemi/Güneş Sisteminin Sonu.

[13] Zümer, 68.

[14] Kutub, Fî Zılâl, IV, 2233, (İsrâ, 50).

[15] Sâffât, 11; Nâziât, 27.

[16] İsrâ, 99; Nâziât, 27-33.

[17] Rûm, 19, 24; Fâtır, 9.

[18] Lokmân, 28.

[19] Âl-İmrân, 9; Suat Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyyet, s. 258.

[20] Feth, 4, 7.

[21] Hicr, 24-25; En’âm, 128; Âl-i İmrân, 9, 25, 55; Nisâ, 87, 172; En’âm, 38; Kehf, 47.

[22] Zemahşerî, V, 177; Ebu’s-Suûd, VII, 271, (Mü’min, 16). Mü’minler bu cevabı büyük bir sürur ve lezzet içinde verirken, kâfirler de kaçırdıkları fırsatın kederi ile boyunları eğik bir vaziyette verirler. Çünkü mü’minler bu sözle yüksek makamlara nâil olacaklar, kâfirler de dünyada iken böyle söyleyemedikleri için şiddetli bir üzüntü ve tahassür duyacaklardır. (Kurtubî, XV, 300, [Mü’min, 16]; Râzî, XXVII, 41, [Mü’min, 16])

[23] İnkârcıların dünyada yaptığı iyilikler de karşılıksız kalmaz. Rasûlullah r şöyle buyurur:

“Gerçek şudur ki kâfir bir iyilik yaptığı zaman, onun karşılığında kendisine dünyalık bir nimet verilir. Mü’mine gelince, Allah onun iyiliklerini âhirete saklar, dünyada da yaptığı kulluğa göre ona rızık verir.” (Müslim, Münâfıkîn, 57, 56)

[24] Buhârî, Enbiyâ 3, 9, Tefsîr, 17/5; Müslim, Îmân, 322-329; Tirmizî, Kıyâmet, 10/2434.