Kur’an Üslubu ve Başlıca Hususiyetleri

Özet:

Kur’an, ilâhî bir kitap olması hasebiyle nevi şahsına münhasır bir üslûba sahiptir. Onun, beşer üslûbundan çok farklı yönleri vardır. Bu özellikleri sebebiyle insanlar Kur’an’dan etkilenmekte ve bıkıp usanmadan uzun müddet onunla meşgul olabilmektedirler. İşte bu makalede Kur’an üslûbunun tespit edilebilen üstün husûsiyetlerinden bir kısmı ortaya konmaya gayret edilecektir.

Anahtar kelimeler: Kur’an, Üslup, Lâfız, Mâna, Nazm

İnsanlara takdim edilen bir şeyde dikkat çeken ilk husus, onun muhtevasının sağlamlığından ziyâde şeklinin çekiciliğidir. Kötü bir şekilde takdim edilen bir şey, yeni de olsa hoş görünmez ve insanlar ondan uzaklaşırlar. Çünkü insanlarda his, çoğunlukla akıldan önce geldiğinden karşılaştıkları yeni bir şey hakkında bu his sâyesinde belli bir kanata varırlar. Yeni bir din ve hayat nizamı vaz‘ eden Kur’an-ı Kerim, hem dili ve üslubuyla hem de muhtevasıyla, kendini dinleyen insanları tatmin edecek bir mükemmellikte vahyedilmiştir. Bu bakımdan Kur’an, Arap edebiyatının en mükemmel bir örneği olmuştur[1].

İslâm âlimleri üslûp konusuna çok önem vermişlerdir. Zerkeşî (v. 794/1391) el-Burhân adlı eserinde Kur’an’ın üslûbu konusuna çok geniş yer ayırmış, bu başlığın kitabını kaleme almadaki en büyük maksadı olduğunu bildirmiş ve “mevzuların göz bebeği” diye vasıflandırmıştır[2]. İbn Âşûr (1394/1973) şöyle der: “Nasıl ki, rûhu marifetle aydınlanmış olan bir kimsenin, bedeninin de temizlik ve nezafetle aydınlanmış olması gerekiyorsa, işte söz de böyledir. Nice hikmetli sözler vardır ki, (sadece) lafzının tutukluğu sebebiyle gönüllere tesir edemez”[3].

Üslûb (أسلوب) kelimesi (çoğulu أساليب), “slb” (سلب) kökünden gelir ve lügatte “ağaçlar arasındaki yol, uzayıp giden yol, sanat, yön, mezhep, burnu büyük olmak (kibirlenmek), arslanın boynu” gibi çeşitli anlamlara gelir[4]. Konuşanın sözünde takip ettiği metoda da üslûp denir. Her insan, anlatmak istediği hususları dile getirirken başkalarından farklı bir tarz kullanır. Herkesin konuşmasında kendine göre bariz bir özelliği veya onu başkalarından ayıran farklılıkları vardır. Hiç kimse bir başkasını aynen taklîd edemez. Buna göre Kur’ân üslûbu denilince, onun söz diziminde ve lâfız seçiminde diğer edebî türlerden ayrılması akla gelir[5]. Diğer bir tarife göre Kur’ân üslûbu, cümlelerin teşkilinde, kelimelerin seçiminde kendisine mahsus olan anlatım tarzı demektir. Kur’an, kelimeleri ve cümle yapıları îtibariyle Arapça’nın dışına çıkmadığı hâlde, diğerlerinden hemen ayırt edilebilen kendine has bir ifâde tarzına sahiptir[6].

Arap dilinin üstâdı olan bazı insanların kaynaklarımızda zikredilen ifâdeleri[7], Kur’an’ın, aynı kelime ve kâideleri kullanmasına rağmen beşerî üsluptan çok farklı bir üslûba sahip olduğunu göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, dine âit hakikatleri yitirmiş olan müşrik bir toplumu hidayete erdirmek için öncelikle zahirini cazip hâle getirmiş, üslûbu ve beyan tarzıyla insanların ulaşamayacağı bir mucizelik vasfı arz etmiş, böylece de onun üslûbu karşısında teslim olan insanların, muhtevasını kabul etmeleri daha kolay olmuştur[8].

Kur’an-ı Kerim zirveye çıkmış üslûp hususiyetleriyle Arap dilinin üstadlarına üstünlük sağlamakla kalmamış, onlar üzerinde derin bir tesir de bırakmıştır. Aynı zamanda Arapça’ya güzel bir kıvam kazandırmış ve onu daha sonraki asırlarda değişikliğe uğrayıp bozulmaktan, asâletini kaybetmekten muhafaza etmiştir. Daha önce kendilerine göre lehçe ve lügatleri olan Arap kabîlelerini bir dil üzere toplamıştır[9]. Saîd Ramazan el-Bûti’nin ifâde ettiği gibi Kur’an’ın nüzûlünden önce Arapça sert, haşin, ağır ve insan tabiatına zıt kelimelerle doluydu. İlâhî vahiy inmeye başlayınca ister istemez bütün kulaklar ona yöneldi ve Kur’an’ın tesiriyle bu kaba, haşin kelimeler Arapların dilinden yavaş yavaş çekilmeye başladı. Kur’an’ın üslûbu sayesinde Arapların lisan zevki gelişti, kelimeler insan tabiatına uygun hâle geldi. Bunu daha iyi anlamak için câhiliye dönemindeki bir edîbin herhangi bir metniyle İslâmî asırlardaki bir edîbin metnini mukâyese etmek yeterlidir. Kur’an belâğatının, İslâm dönemindeki edîbin metnini üslup, cümleler ve kelimeler açısından cilâladığı, terbiye edip güzelleştirdiği hemen farkedilir[10]. Çünkü müslümanlar beşerin benzerini getirmekten âciz kaldığı Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerîfleri dinleyip ezberlemişler, böylece üslûb ve belâğattaki melekeleri gelişip güzelleşmiştir[11].

Şimdi Kur’an’ı diğer eserlerden ayıran üslûp hususiyetlerinin bir kısmını kısaca izah etmeye başlayabiliriz:

1. Mevcut Edebî Şekillerden Farklı ve Mükemmel Oluşu

Kur’an-ı Kerîm, Arap dilinin bilinen şekillerinin hâricinde ve edebî güzelliğin zirvesinde bir örgü içinde gelmiştir. İfâde uslûbu, onların alışmış oldukları tarzdan farklı bir esas üzerine binâ edilmiştir. Hatta kendisini Allah’tan alıp insanlara açıklayan Peygamber (s.a.v)’in üslûbundan dahi farklıdır[12]. Bu sebeple Arapça indirilmiş ilahî bir kelam olmasına rağmen, gerek o dönemde, gerekse müteakip asırlarda devamlı zihinleri meşgul etmiş; kimileri onun şiir, kimileri nesir, kimileri seci’, kimileri esâtîr, kimileri anlamsız câzibeli sözler[13] olduğunu söylemişlerdir. Bunu normal karşılamak lâzımdır. Zira, kimi âyetlerindeki insanı derinlerden yakalayan kâfiyenin verdiği uyum ve ahenk; kimi ayetlerdeki kısa, ahenkli ve vurgulu seci’lerden oluşan dâhilî nizâm ve tenasüp; kimi ayetlerdeki yaşanmış hâdiselerin ahlâkî ve öğretici anlatımı, tarih ve insanlık dersleri; kimi pasajlarındaki, herhangi bir edebî kaygıdan uzak, fakat sırf bir mesajı ve bir takım dersleri talim etmeyi hedefleyen hakîm bir üslûp ve tutarlı bir mantık, insanları kararsız ve şaşkın bir hâlde bırakmıştı. İnsan parçacı bir yaklaşımla baktığında Kur’an’ın bunlardan biri olduğunu zannetmesi kolaydır. Ancak o, bunların hiç biri olmadığı gibi hepsini ihâta etmiş, hepsini aşmış, hepsinden daha husûsî ve hepsinden daha seçkin bir seviyede inmiştir[14]. Arap edebiyatının zirvelerinden Velid bin Muğîre’nin Kur’an hakkındaki îtirafı, onun bu hususiyetini ifâde etmektedir[15].

Kur’an, hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya toplayan emsalsiz bir nazma sahiptir[16]. Onda ne şiirde ne de mûsikîde bulunmayan bir güzellik vardır. Kur’an’ı tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tâzelenen seslerden insan hislerinin her biri aynı derecede nasibini alır[17]. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu hususu şöyle îzâh eder:

“Nazm-ı Kur’an ne mevzûn, ne müsecca‘, ne de mensûrdur; fakat mevzûndan daha ahenkli, müsecca‘dan daha mütenâsib, mensûrdan daha selîs ve daha cereyanlıdır. Hepsinden başka bir de cevâmiu’l-kelîmdir; elfâz-ı kalîle içinde meânî-i kesîreyi derc ederek nâmütenâhîye nâzır büyük muadeleleri cezirleriyle ve kemâl-i letafetle tebliğ eder. Akla hitâb ederken sâmiadan başlayarak turuk-i havâssı da elfâz ve terkibinin rikkat ve hizâletiyle mütevâliyen okşar ve kalbi hüsn ve hayr-ı hakkın lâhûtî ahengi içinde gark-ı neşât ve in­tibah eder. Beşerin bildiği ve bileceği kâffe-i esâlîb ve meânîyi ihtiva etmekle beraber hiçbirisinin aynı olmayan ve on dört asırdır taklîd edilemeyen ilâhî bir üsluba mâliktir. Malum olduğu üzere sun’-i beşer olan âsârın tenasübleri hep mütenâhî nisbetlerin muhassalasıdır. Sun-i Bârî olan âsârın tenâsübü ise nâmütenâhî nisbetlerin cezridir (…) Bizim kelimât ve meânî arasında tayin ede­bildiğimiz tenâsübler, mütenâhî mi‘yarlara istinâd ettiği halde Hâlık’ın tayin ettiği tenâsübler nâmütenâhîye nâzır olur. Bunun için nazm-ı Kur’an’daki üslûb ve âheng-i beyân, bizim kavrayabildiğimizden çok yüksek bir takım tenâsüblerin ifâdesidir…”[18].

Burada hatırlatılması gereken diğer bir husus da şudur ki, Kur’an ilk nâzil olduğunda yazılı bir metin hâlinde gelmemiş, bilâkis muhtelif zamanlarda müneccemen nazil olmuş, Rasûlullâh (s.a.v) de gelen vahyi hemen vahiy kâtiplerine yazdırmış ve muhataplarına okumuştur. Bu sebeple Kur’an’ın üslûbu yazı üslûbundan ziyade konuşma üslûbuna daha yakındır. Yazı dili ile konuşma dili arasında ise çok mühim farklar mevcuttur[19]. Aynı şekilde Kur’an’ın nüzûlüne muhâtap olan kimseler için bahis mevzûu olmayan bir takım anlama problemleri daha sonra onu okuyan kimseler için vârid olabilir. Bu yüzden Arapça bildiği hâlde birçok kimse, sırf Kur’an’ın uslûbunu kavramadığı için, Kur’an’ın uslûbunda irtibatsızlık ve kopukluk olduğunu iddia etmektedir. Oysaki tefsirler ve Ulûmu’l-Kur’an kitapları ile sonraki muhatapların bu ihtiyaçları giderildiğinde Kur’an daha iyi anlaşılacaktır[20].

Kur’an’ın işlediği mevzûları ele alış tarzı da çok farklıdır. Meselâ Kur’an, tarihi tarih kitapları gibi ele almaz. Onun maksadı tarihi bilgi vermek değil, tarihi bilgileri başka bir maksat için hatırlatmak, kullanmaktır. Kur’an’ın gökyüzüyle alâkalı mefhumları sıkça kullanması astronomiye dair bilgi vermek için değildir. Bilâkis bunlarla Allah’ın kudretini gösterip insanların hidâyetlerini sağlamayı hedefler. Kur’an’ın dili ve üslubu bu ilim dallarınınkine benzememektedir. Zira Kur’an’ın hedefi bu ilimlerin hedefinden farklıdır. Bu durumda Kur’an’ı bunun gibi ilimlerin kıstaslarıyla değerlendirmek doğru olmaz[21].

Kur’ân, mevcut edebî türlerden farklı ve kendine has bir üslûbu olmakla birlikte bütün bu edebî şekilleri en mükemmel şekilde kullanır. O; teşri‘, kıssa, tarih, cedel, münazara, mev‘iza, zühd ve rekâik gibi pek çok edebî tür ihtivâ etmektedir. Bunların hepsinde de her zaman için fesahatini en yüksek seviyede muhafaza etmiştir. Bu çeşitliliğe rağmen sûrelerde bir konudan diğerine geçişleri en mükemmel şekilde sağlamıştır. Kur’an bir pasajında mevzûu tasvir tarzında anlatır, sonra bir kıssaya geçer, arkasından hukukî bir mesele gelir, onu cennetle müjdeleme, cehennemle korkutma sahnesi takip eder. Bütün bu farklı sahalarda Kur’an’ın üslûbu aynı parlak ve yüksek ifâde gücünü devam ettirir[22]. Hâlbuki bir edebiyatçının muhtelif edebî nevilerin hepsinde mâhir olması bir yana, onların bütünüyle ilgilenmesi dahi mümkün değildir. Nitekim Arap edipleri daha çok övünme, kahramanlık, mev‘iza, medih ve hiciv tarzlarında şiir söylemişler, her biri bunların biri veya ikisinde mâhir olabilmiştir. Bir sözde farklı anlatımlara geçiş hususunda başarılı olanlar çok az olmuş, başarıları da çok mahdut ve dar bir çerçevede kalmıştır[23].

Bazı müsteşrikler, Kur’an-ı Kerim’de aynı sûre içinde ele alınan konular arasında bir insicam ve alaka olmadığını iddiâ etmişlerdir. Hâlbuki bir tablonun güzelliğini görebilmek için, zorunlu olarak ayrı renklerin bir arada bulunduğu ve hatta bütün ile uyumsuzluk arz eden küçücük bir noktaya bakmamalıdır. Aksine biraz geri çekilerek tabloyu bir bütün olarak gözden geçirmek zarurîdir. Ancak bu takdirde tabloyu teşkil eden unsurlar arasındaki simetriyi ve terkipteki armoniyi görmek mümkündür. İşte Kur’an-ı Kerîm hakkında isabetli bir hüküm verebilmek için de onun her sûresini böyle bütüncül bir anlayış çerçevesinde değerlendirmek lâzımdır[24].

Kur’ân’ın, edebî türleri iç içe ve mükemmel bir şekilde ihtivâ ettiğine bir misâl olarak -tabii ki tercümenin imkân verdiği nisbette- Âl-i İmrân sûresinin 10-17. âyetlerine bakabiliriz. Bu âyetlerde, mev’iza, tarih, kıssa, cedel, münâzara, va’d ve vaîd gibi türler muhteşem bir insicâm içinde yerini almıştır. Kâfirlere, Allâh’ın irâde ve kuvveti karşısında hiçbir varlıklarının fayda sağlayamayacağı umûmî bir kâide olarak bildirildikten sonra Firavun ve benzerleri buna misal getirilmiştir. Daha sonra çağdaş kâfirlere hitâb edilerek onlar îkâz edilir. Onların îtirazları ise Bedir örnek verilerek susturulur. Çünkü orada çok az ve techizât îtibâriyle oldukça zayıf bir avuç müslüman Allâh’ın yardımı ile büyük ve güçlü bir orduyu perişan etmiştir. Bundan sonra yine umûma hitâb edilerek dünyânın geçici bir vâsıta olduğu, hakîkî hayatın âhiret, hakîkî mükâfâtın da Allâh katında olduğu nasihatı verilir. Maddî menfaatler için küfürde direnmenin büyük bir hatâ olduğu, çünkü dünya menfaatinin fânî olduğuna işâret edilir. Devam eden âyetlerde Allâh katında mü’minler için hazırlanan mükâfât biraz tafsîl edilerek ona nâil olacak müttakîlerin vasıfları zikredilir, nasıl duâ ettikleri haber verilir. İşte bu şekilde Kur’ân büyük bir maharetle ana mevzûunu nakış nakış örer, insanları sıkmadan, bilâkis heyecanlandırıp harekete geçirerek mesajını ulaştırır. Bütün edebî türleri, esas maksadına ulaşma yolunda en güzel şekliyle kullanır.

2. Lafız ve Mânâ Dengesi

Dilde kelime seçimi çok önemli bir husustur. Hem İslâm’dan önce hem de sonraki dönemlerde şiir ve nesirde kelime seçimi ehemmiyetini muhâfaza etmiş, edipler bu hususa çok dikkat etmişlerdir[25]. Durum insanların sözlerinde böyle olunca belâğatın zirvesini teşkil eden Kelâmullâh’ta daha açık ve daha vâzıhtır[26].

Dil ve edebiyatta ifâde yolları ve şekilleri son derece çok, kelimeler ve terkipler oldukça çeşitli ve farklıdır. İnsanlar bu farklılıkları olanca genişliğiyle ihata etmekte eşit seviyede değildirler. Kelimeler arasında mukayese yapıp tercihlerde bulunma hususunda müsâvî olmaları ise daha zordur. İşte insanların sözlerinin güzelliği, belâğat ve fesâhatlarının üstünlüğü bu tercihteki isâbet nisbetindedir. Bununla birlikte mânâ ile lafız birbirinden uzak iki uç gibi olup ikisine de aynı anda hakkını vermek neredeyse imkânsızdır. Meramını veciz bir şekilde anlatmak için lâfzı az kullanan bir kimse, az veya çok mânânın hakkını yemek durumunda kalır. Bunun aksine mânânın hakkını verip bütün incelikleriyle göstermek isteyen kimse de lafzın güzellik ve letâfetini bozarak sözü uzatmaya mecbur olur. Edipler ancak ilimlerinin genişliği ve o anki ilhamlarının sevkine göre nisbî bir mükemmelliğe ulaşabilirler. Bunun en sağlam delili, bir edibin zaman içinde önceki sözlerini tashih etmesidir. Öyle ki yetmiş defa bile gözden geçirse her defasında değiştirecek pek çok yer bulur[27]. Kur’an ise üzerinden asırlar geçse dahi, lafız ve mânâlarında hiçbir değişikliğe ihtiyaç duyulmaz[28].

Kur’an, hangi sahada söz söylüyorsa söylesin, daima en üstün malzemeyi ve kast olunan mânâya en uygun terkibi seçer, maksadı hiçbir eksik ve fazla olmaksızın anlatır. Kısa ve özlü anlatımı tercih ettiği yerlerde mânâyı ihmal etmediği gibi muhtevânın ayrıntısına girilmesi gereken yerlerde de söz israfı yapmaz. Dilin sâhip olduğu müterâdif kelimelerden delâleti en hassas, tasvir gücü en fazla ve fesâhati en kuvvetli olanını seçer[29]. Bu hususta İbn-i Atiyye (v. 542/1148) şöyle demiştir: “Kur’an öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münasip bir kelime bulmak mümkün değildir”[30]. Rağıb el-İsfahânî’ye göre de Kur’ân’ın lâfızları Arap kelâmının özü, zübdesi, vâsıtası ve en seçkinleridir. Kur’ân’ın lafızları ve bunların müştaklarına nisbetle diğer sözler, tatlı meyvelerin özüne nisbetle kabuk gibi veya buğdayın özüne nisbetle kepek ve saman gibi kalır[31].

Konunun rahat anlaşılabilmesi için birkaç misal verelim:

وَاَغْطَشَ لَيْلَهَا وَاَخْرَجَ ضُحٰيهَا

“Gecesini karanlık, gündüzünü parlak şekilde açığa çıkardı” (en-Nâziât 79/29). Bu âyetteki أَغْطَشَ kelimesi lügavî delâlet açısından أَظْلَمَ kelimesine müsâvîdir ve burada diğeri de kullanılabilirdi. Ancak “ağtaşe” lüğat hudutlarının ötesinde diğer delâletleriyle bir farklılık arz etmekte ve beraber terkip oluşturduğu diğer kelimelere daha çok uymaktadır. Birbirine uyumlu harflerinin ses yapısı ve ölçüsü kendine has bir hususiyete sâhiptir. Kelime bu delâletiyle derin bir sükûtun, umumî bir uykunun ve dehşet verici bir yalnızlığın her tarafa yayıldığı geceyi tasvir etmektedir. “Ağdaşe” kelimesi bütün bu mânaları, harflerinin mahreçleri ve kendi aslî tabiatı ile hissettirmektedir[32]. Dolayısıyla “ezlame”ye ve müterâdiflerine göre bu makama daha münasip düşmekte ve verilmek istenen mânâyı en güzel şekilde ifâde etmektedir.

Kur’an’ın lafız seçimindeki sanatını ve mânâyı tam olarak ifâde etmedeki kudretini gösteren diğer bir misal de şöyledir:

وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَاۤ اِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ

“Eğer onlara Rabbinin azabından bir esinti bile dokunsa: «Eyvah, yazıklar olsun bize, biz gerçekten kendimizi bu azaba müstahak etmekle kendimize zulmetmişiz!» derler” (el-Enbiyâ 21/46). Bu cümlede, azabın dehşetini göstermek için onun en hafifinin dahi zâlimlere nasıl bir şiddetle tesir ettiği gösterilmektedir. Cümlenin bütün unsurları dokunan azabın ne kadar az olduğunu ifâdeye hizmet etmekte ve ona kuvvet vermektedir. لَئِنْ lâfzı, teşkik bildirir. Şek ise azlık ifâde eder. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır, yine azlığı ifâde eder. نَفْحَةٌ lâfzı, “bir kokucuk” demek olup azlığı ifâde eder. Aynı zamanda bu kelime masdar binâ-yı merre olduğu için bir’e delalet eder ve biricik demektir. Bununla birlikte nekre olup tenvin alması da azlık ifâde etmek içindir. مِنْ lafzı, teb‘îziyedir ve bir parça demektir. Dolayısıyla bu da azlık ifâdesidir. عَذَاب lâfzı; nekâl ve ikâba nisbetle hafif bir ceza nev’idir ki o da azlığı anlatmaktadır. رَبِّكَ lâfzı; Kahhar, Cebbâr, Müntakim esmâsına nazaran şefkâti ihsas etmekle yine azlığa işaret eder. İşte, bu derece az bir parça azab böyle tesirli ise, Allah’ın ikâbı, nekâli ne kadar dehşetli olur kıyas edebilirsiniz, denilmek istenmektedir[33].

Kur’an’da, mânâ lafza tesir ederek farklı şekillerde gelmesine sebep olur. Meselâ arzedilecek mânâ ne kadar umûmî, misalleri ve husûsiyetleri ne kadar zengin olursa orada kullanılan tabirler ve lafızlar da o kadar kolay ve serî’ olur. Mânâ ne kadar incelir, hassaslaşır ve derinleşirse tabir ve lafızlar da o derece zorlaşır ve azalır[34].

Kur’an lafızlarının fonetik husûsiyeti de ekseriyetle mânâya uygundur. Kur’an belâgatinin en çarpıcı misallerini teşkil eden pek çok âyette, harfler ve sesler, mânâ ile bütünleşir ve ona zenginlik katar. Kelimelerin etimolojik ve epistemolojik delaletleri bilinmese bile, seslerin tabiî halleri, kulaklara bu mânâlardan ipuçları ve ışıltılar sunar[35]. Meselâ ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenlere karşı cidâl ve tehdit ihtiva eden Kâf sûresinde, diğer yerlere nisbetle çok fazla kaf, bâ, dâl, cîm gibi kalkale harfleri bulunmaktadır. İki sayfalık kısa bir sûrede kaf, 64; bâ, 74; dâl, 53; cîm, 22 defa geçmekte, bu harflerin içinde bulunduğu tarrakalı kelimeler âdeta mânâlarıyla olduğu gibi sesleriyle de münkirleri susturmaktadırlar[36]. Yine iman ederek her şeyi göze alıp Allah’a teslim olan sihirbazlara ateş püsküren Firavun’un tehditlerini ifâde eden şu âyet, onun tehdit nâralarını ses nizamıyla da aksettirmektedir:

فَلَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ في جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ اَيُّنَاۤ اَشَدُّ عَذَابًا وَاَبْقٰى

“…Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! İşte o zaman anlayacaksınız kimin azabı daha şiddetli, daha devamlı!” (Tâhâ 20/71). Âyet-i kerimede Firavun’un bu taşkınlığı, aşağılanan nefsinin hissettiği acı ve öfkesinin kabarması hâli harf-i cerler aracılığıyla da yansıtılmıştır. Buna göre, في جذُوعِ النَّخْلِ cümlesindeki “fî: -de, -da” harf-i ceri, “على: üzerine, üzerinde.” yerinde[37] kullanılmıştır. Bu, Firavun’un îman eden sihirbazları, hurma dalları üzerinde çok uzun süre asılı bırakmak, onlara çok işkence etmek gibi gizli ve vahşi niyetini hissettirmek içindir. Çünkü “fî” ile hâsıl olan zarfiyette isrikrar mânâsı mevcuttur. Orada uzun müddet kalmaları, istikrâra teşbih edilmiştir (Ebu’s-Suûd, VI, 29).

Bazen bir resmi tamamlamak için yalnız bir tek kelime kullanılır. Allah yolunda gazaya çıkmak istemeyip de yere çakılıp kalanların hâlini anlatan اثاَّقَلْتُمْ kelimesi, yine benzer durumda olanları tasvir eden وَاِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّ ifâdesi ve cehennem ehlinin çığlıklarının anlatan يَصْطَرِخُونَ kelimesi bu kabildendir. Bu lâfızlar âdetâ, ses yapılarıyla, taşıdıkları mânâları insana hissettirmektedirler (Kutub, et-Tasvîr, s. 91-92).

Kur’an’ın insanı sihirleyen yönlerinden biri de, her lafzı insanın önüne bir sûret ve geniş bir hayal dünyası koyan duâ cümlelerinin yüksek bir âhenkle mânâyı yansıtmalarıdır. Meselâ mehâbetli ve faziletli bir ihtiyar olan Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın duâsı bunlardan biridir. Her kelimesinde korku, hüzün samimiyet ve ihlâs hissedilen sözleri kalbimizin derinliklerinde büyük bir tesir bırakır. Mihraba durmuş ibadet halinde ve Rabbine derinden yalvarmakta, sabah akşam Rabbimin ismini zikretmektedir (Meryem 19/4-6). Aynı şekilde Âl-i İmran suresinin 191-194, Nûh sûresinin 26-28, Ahzâb suresinin 67-68. âyetlerindeki duâlar da bunun gibi Allah’a yalvaran insanların hâlini ses âhengi ile tasvir etmekte, içinde bulundukları duygu ve düşünceleri, sözlerindeki yumuşaklık ve hüznü, sertlik ve gazabı, nedamet ve pişmanlığı aksettirmektedir[38].

3. Gönüllere Tesir Edişi

Kur’an, insanı tesiri altına alıp kendisine çeken bir hususiyete sâhiptir. Kur’an’ın nağmesi kulağa eriştiğinde kalp bütün sâfiyetiyle ona yönelir, ondan büyük bir lezzet ve halâvet duyar. Biraz ilerleyince ise mehâbet ve haşyete gark olur. Bazı âyetler kulaklara ulaştığı anda insana sevinç ve haz verir, kalbini yumuşatır, onu ferahlatır ve imanını artırır; bazı âyetler de korku ve dehşetle ürpertir, kalpleri titretir[39]. Bunu müslümanların yanında inkârcı ve inançsız pek çok insan da itirafa mecbur kalmıştır[40].

Birçok insan Kur’an’ın bu tesiri sâyesinde müslüman olmuştur. Cübeyr b. Mut’im, Tûr sûresini Rasûl-i Ekrem’den dinleyince hissettiği tesiri, “Sanki kalbim çatlayacak (صدع قلبي) sandım”[41], “kalbim heyecandan neredeyse kanatlanıp uçacaktı”[42] şeklinde ifâde etmiştir. Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik’in birbirlerinden habersiz olarak Rasûlullah (s.a.v)’in Kur’an okumasını dinlemeye gelmeleri, birbirleriyle karşılaşınca da kendilerini ayıplamaları ve bunun üç gece böylece devam etmesi[43], Habeş Necâşîsi Ashama’nın Kur’an’ı dinleyince büyük bir tesir altında kalması[44], Hz. Ömer’in dinlediği âyetlerin tesiriyle gönlünün yumuşayıp İslam’a ısınması ve müslüman olması[45], şâir Tufeyl bin Amr ed-Devsî’nin Hz. Peygamber’e İslâm’ı anlattırıp ondan Kur’an dinledikten sonra, “Vallâhi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir din işitmemiştim!” diyerek iman etmesi ve İslâm’ı tebliğ gayesiyle kabilesinin yanına dönmesi[46], Mekkeliler’in, Hz. Ebû Bekir’in okuduğu Kur’ân’ın çocuklarına ve kölelerine tesir edeceğinden korkarak yasak koymaları[47], Kur’an dinleyen bir grup cinnin, “Şüphesiz biz, hayret verici bir Kur’ân dinledik. O Kur’ân rüşde erdiriyor, biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” (el-Cin 72/1-2) demeleri[48] ve buna benzer pek çok hâdise bu hükmü teyid etmektedir.

Régis Blachére, bu hususta şunları söylemekten kendisini alamamıştır: “Hatta Arapça bilmeyen bir Avrupalı, bazı surelerin tilâvetinden mütehassis oluyor. Ya Muhammed’in muâsırları -hiç olmazsa kin ile körleşmemiş olanlar- hakkında neler düşünülmez?”[49]. Edouard Montet ise şöyle demektedir: “Arapça olarak Kur’an’ı bilenlerin hepsi bu dînî kitabın güzelliğini, üslûbunun son derecedeki mükemmeliyetini tebcil etmekte müttefik olacaklardır ki Avrupa dillerindeki bütün tercümeler bunu hissettirip ifâde etmek imkânından mahrumdurlar”[50].

4. Ses ve Terkip Nizâmında Ortaya Çıkan Âhenk

Kur’an’ın iʻcâzını anlayabilmek için her şeyden önce onun tilâvetini en güzel şekilde öğrenmek gerekmektedir. Birkaç âyet okumak istediğinde kelimeler ağzına ağır gelen, harfleri mahreçlerinden tam çıkaramayan bir kimsenin Kur’an’ın âhengini ve i‘câzını anlaması mümkün değildir[51]. Kur’an-ı Kerim kâidelerine riayet ederek okunduğunda ondaki harflerin, kelimelerin ve cümlelerin seslendirilmesi esnâsında ortaya çıkan, kulağa ve rûha hoş gelen ve diğer söz türlerinde hiç rastlanmayan bir mûsikînin varlığı hemen fark edilir. Fonetik açıdan Kur’an, şehirlilerin ifâdesindeki yumuşaklıkla bedevilerin anlatış tarzındaki sertliği hikmetli bir ölçüyle birleştirerek âhenkli bir ses meydana getirmiştir. Arapça bilmeyen bir kişi bile, Kur’an’ı güzel sesle ve tecvid kâidelerine riayetle okuyan birini dinlediğinde, bu farklı ve tesirli âhengi hemen hisseder[52].

Nihat Sâmi Banarlı’ya göre Kur’an-ı Kerim, imana yalnız ifade değil, aynı zamanda sadâ vermiş, hem de derin bir ses ve yüce bir mûsikî lutfetmiş, lâhutî bir lisanla terennüm etmiştir. Kur’ân’ın her âyeti, herhangi bir lisan cümlesinin üstünde, bir telkin mucizesi içinde ve bir mûsikî cümlesi hâlinde nâzil olmuştur. Bu mûsikî nesirde cümle ve cümlecik sonu kafiyeleri demek olan secî‘lerle, diğer iç kâfiyelerle, Arapçanın karakteristik uzun heceleriyle ve zengin aliterasyonlarla sağlanmıştır. Aynı mûsikî, bir bakıma dünyanın en zengin “aruz”unu meydana getirmiş bir milletin, dilde mûsikî anlayışına uygundur. Mesela Fetih sûresinin ilk âyetini ele alalım: “اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا” Bu âyette fağfur kâse tannâniyeti veren ince “n” sesleri ve bu sesleri, her hecesi yerden göğe yükseliyormuş gibi bir dil ve mûsikî mucizesiyle güzelleştiren ince ve uzun “nâ” heceleri mevcuttur. O kadar ki bu uzun hecelerden sonra söylenen ve onlarla ölçülemeyecek kadar kısa teleffuz edilen “le-ke” heceleri, âdeta uzun bir seslenişten sonra nefes almayı sağlamak için yer almış gizli nefesler gibidir. Rahmân sûresindeki “fe-bi-eyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân” âyeti de musikîdeki ses tekrarı anlayışının lisanda bir şahlanışıdır ve Kur’an-ı Kerim böyle, burada sayılamayacak kadar çok çeşitli dil ve mûsikî zaferleri hâlinde söylenmiştir. O kadar ki bize bir şey anlatmak için kelimesi olmayan mûsikî gibi, Kur’an-ı Kerim de bize kelimelerle anlatmaya lüzum kalmayacak kadar engin duygular veren bir lisana sâhiptir[53].

Kur’an’da diğer edebiyat ve mûsikî türlerinde görülen tek düzelik ve sıkıcılık yoktur; onun âhengi biteviye olmayıp devamlı bir sesten diğerine geçer. Binlerce defa tekrar edilse usandırmaz, bilakis lezzet verir. Küçük bir çocuğun hâfızasına dahi ağır gelmez, çocuklar tarafından bile kolaylıkla ezberlenebilir. En hastalıklı, az bir sözden dahi rahatsız olan bir kulağa bile hoş gelir. Usandırmamasının sırrı, Kur’an’ın, kalblere azık ve gıda, akıllara kuvvet ve zenginlik, rûha su ve ışık, nefislere devâ ve şifâ olmasıdır. İnsanlar her gün ekmek yemelerine rağmen ondan usanmazlar. Çünkü ekmek temel gıdadır. Fakat insanlar en güzel bir meyveyi her gün yeseler kısa süre sonra usanırlar[54]. Meselâ, Âl-i İmrân sûresinin 154. âyetinde bütün hece harfleri mevcut olup büyük bir ölçü ve âhenkle kullanılmış, tekrar edilmiş, hafif, ağır harflerin her çeşidi beraber kullanıldığı halde lafzın selâsetini bozmamış, aksine bir revnak, muhtelif tellerden mütenâsip ve birbirini destekleyen bir nağme ve fesâhat ortaya konulmuştur[55].

Kur’an lafızlarındaki kelimelerin, harf, sükûn ve harekelerin, med veya kasırların nizâmında da mükemmel bir tenâsüp, kulağa ve rûha hoş gelen bir mûsikî vardır[56]. Harflerin sesleri birbiriyle uyum hâlinde olup mûsikî nazmında onlara refâkat eder. Bu durum bir sûrenin başından sonuna kadar aynı şekilde devam eder. Mesela Kamer sûresindeki “nüzür” kelimesini[57] seslendirmek, hususiyle nun ve zel harflerindeki ötre sebebiyle normalde dile ağır gelir. Fakat kelime âyette öyle bir terkip içerisinde kullanılmıştır ki bu zorluk tamamen ortadan kalkmıştır. Harflerden kelimelere ve cümlelere kadar Kur’an’ın bütününde görülen bu terkip rûhunu bir başka söz diziminde bulmak mümkün değildir[58].

5. Edebî Tasvir

Kur’an’ın üslûp hususiyetlerinden biri de tasvirî anlatımdır. Tasvir, Kur’an-ı Kerim’in teşri’ hariç bütün gayelerin ifâdesinde tatbik ettiği bir ifâde tarzıdır[59]. İtikadî meseleler dahi çoğu zaman kâinat sahnelerinden mürekkep, şuura hitap eden bir tablo dâhilinde takdim edilir. Tebşir, tahzîr, olmuş bir kıssa veya olacak bir hâdise, ikna konuşması, imana davet, dünya hayatını tavsif, hissedilen ve görülen bir şeyi temsil, zâhiri veya gizliyi açıklama, içteki bir fikri yahut görülen bir şeyi ızhâr etme gibi her türlü konuda tasvîr üslûbu kullanılır (Kutub, et-Tasvîr, s. 35).

İbn Âşûr tasvir üslûbunun Arap edebiyatında bulunmadığını, ancak Nâbiğa’nın bazı şiirlerinde görüldüğü gibi nâdirâttan olduğunu bildirdikten sonra, tasvir ve temsil üslûbunun ilk defa Kur’an tarafından ortaya konduğunu ve Araplar üzerinde büyük bir tesir husûle getirerek onları mebhût ettiğini belirtir (İbn Âşûr, I, 120).

Kur’an-ı Kerim, konuları anlatırken insan zihninde oluşturduğu hareketleri istiâre, mecaz-ı mürsel, teşbih ve temsil gibi Kur’an’ın tasvir üslûbundan elde edilen ve Beyân ilminin ortaya koyduğu kâideler vâsıtasıyla yapar[60]. Bu hususta Seyyid Kutub şöyle der: “Tasvir, renkle, hareketle ve mûsikî ile yapılır. Çoğu zaman bir sûreti meydana çıkarma ameliyesine, vasıf, konuşma, kelimelerin tonu, ibarelerin nağmeleri, siyakın mûsikîsi hep birden iştirak eder. Bu tablo gözü, kulağı, hissi ve hayali, fikir ve vicdanı doyurur. Bu tablo diriler âleminden alınmış canlı bir tasvirdir, mücerret renkler ve donuk çizgilerden ibaret değildir. Öyle bir tasvir ki buutlar ve mesafeler orada şuur ve vicdanlarla ölçülür. Mânâlar canlı birer adam veya tabiat manzarası hâlinde resmedilir”[61]. Meselâ kâfirlerin Allah tarafından kabul görmeyecekleri, amellerinin boşa çıkacağı ve cennete girmelerinin muhal olduğunu beyan edilmek istendiğinde, normalde bu mücerret mânâlar zihnen düz cümleler hâlinde ifâde edilir. Fakat Kur’an’ın tasvir üslubu o mânâları şu şekilde takdim eder: “Âyetlerimizi yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte Biz, suçlu kâfirleri böyle cezalandırırız!” (el-A‘râf 7/40).

İnsan bu âyeti okuduğunda veya dinlediğinde hayalinde gök kapılarının açılması, devenin iğne deliğinden geçmesi canlanıyor. Kur’an, insanın hislerini bu tabloları düşünmeye sevkederken “kâfirlerin kabul edilmemesi” ve “cennete girmelerinin imkânsızlığı” mânâlarını rûhun derinliklerine nüfûz ettiriyor. Bu mânâlar tasvir sayesinde sâdece zihin yoluyla değil, aynı zamanda göz, his gibi muhtelif yollarla da rûha intikal etmiş oluyor[62].

Kur’an, mücerred mânâları tasvir ettiği gibi nefsî ve manevî hâlleri da tasvir eder. Tevhidden sonra şirke sapan, kalbini tek ilâhla çeşitli ilâhlar arasında parçalayan, hislerini hidayet ve sapkınlık arasında dağıtan kimsede oluşan şaşkınlığı göstermek için şu duygulu resmi çizer: “Allah bizi doğru yola koyduktan sonra şeytanların kandırıp şaşkın bir halde çöle düşürdükleri, arkadaşlarının ise “Bize gel!” diye doğru yola çağırıp durdukları ahmak gibi, gerisin geriye İslâm’dan şirke mi dönelim?” (el-En‘âm 6/71).

Âyette kullanılan ifâdeler, şeytanların yeryüzünde şaşkına çevirdikleri bir insanın resmini çizmekte, hâlet-i rûhiyesini canlandırmaktadır. Burada اسْتَهْوَتْهُ lafzı, medlulünü tasvir etmektedir. Bu adam, dalalet yolunda da olsa, tek bir yol tutsaydı en azından dünyada rahat ederdi. Lâkin diğer tarafta kendisini hidayete çağıran kardeşleri de mevcut. Ona “Bize gel!” diye sesleniyorlar. O da ins ve cin şeytanlarının güzel gösterdiği hevâsı ile arkadaşlarının hidayet çağrısı arasında şaşkın, kalbi dağınık ve olduğu yerde kalakalmış bir vaziyettedir[63].

Kur’an’ın tasvir ettiği rûhî hâllerden bir kısmı da insanın psikolojik yapısına dâir açıkça göz önüne serdiği resimlerdir. İnsanın Rabbini ancak darlık ânında tanıdığını, rahata çıkınca kendini o darlıktan kurtaran Allah’ı unuttuğunu beyan etmek istediğinde, bu umûmî yapıyı sâdece zihnî bir şekilde izah etmiyor, bunun yanında tazelenen hareketler ve birbirini takip eden manzaralarla dolu bir tablo çizerek çevremizde çok gördüğümüz bir insan tipi resmediyor (Yûnus 10/22-23). Kur’an’ın tasvir üslûbuyla bu resim âdetâ canlanıyor, hareket ediyor, dalgalanıp çalkalanıyor. Ruhlar da geminin dalgalanmasıyla beraber yükselip alçalıyor ve nihayet kastedilen mânâ en güzel şekilde zihinlere nakşediliyor, rûhlarda hissediliyor[64].

Kur’an-ı Kerim ilk bakışta düz cümlelerin kullanılması gerekiyormuş gibi görünen hususlarda dahi tasvirî üslûbu kullanır[65]. Kur’an-ı Kerim, “tecsîm” yani mücerret ve mânevi bir şeyi hissedilen bir cisim hâline getirerek müşahhaslaştırma metodunu da kullanır. Mesela şu ayetteki sâlih amelle kötü amelin bir cisim gibi göz önüne getirilmesi bu kabildendir: “Gün gelecek, her kişi gerek hayır olarak, gerek kötülük olarak ne işlemişse, hepsini önünde bulacak. Yaptığı kötülükten bucak bucak kaçmak isteyecek…” (Âl-i İmrân 3/30).

Mücerret mânâları ifâdede tercih edilen bu üslûbu Kur’an, mutlak tecrit ve tam bir tenzih gereken yerlerde dahi kullanır[66]. Mesela şu âyetlerde durum böyledir: “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir” (el-Feth 48/10), “O’nun arşı su üstündeydi” (Hûd 11/7), “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kapladı” (el-Bakara 2/255), “Kıyamet günü bütün arz O’nun avucundadır. Gökler de sağ elinde dürülmüştür” (ez-Zümer 39/67).

Kur’an-ı Kerim’in neredeyse tamamı tasvîrî anlatıma misaldir[67]. Ancak burada birkaç misalle yetinilmiştir[68]. Acak teşri‘, cedel ve mücerret meselelerin bir kısmına dâir âyetlerde bu metot kullanılmamıştır. Lâkin bu tür yerler Kur’an’ın dörtte birini geçmez. Bu da göstermektedir ki: Kur’an üslûbunun en güçlü ifâde aracı tasvirdir[69].

Kur’ân’daki bu tasvîr üslûbu, Allâh’ın azametini gösteren bir vecheye de sâhiptir. Yani Kur’ân’ın insanların bilemediği veya sâdece ihtisas sâhiplerinin hakkında bilgi sâhibi olduğu hususları, yakînen gören bir göz gibi tasvîr etmesi, onun sâdece Allâh’a mahsus olabilecek ifâdeler ihtivâ ettiğini de göstermektedir. Bunun bir şâhidi şudur: Gary Miller’in nakline göre, birkaç sene evvel müslümanlardan biri Toronto şehrinden marina (yat limanı) ticareti yapan ve hayatını denizlerde geçiren bir kimseye okuması için bir Kur’an-ı Kerim tercümesi hediye etmişti. Bu denizci, İslâm tarihi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi, fakat Kur’an’ı okuyunca ondan son derece etkilendi. Kur’an’ı kendisine hediye eden müslümana getirdi ve “Muhammed bir denizci miydi?” diye sordu. Zira bu zât Kur’an’ın tasvirlerinden son derece etkilenmişti. Çünkü kendisi denizdeki fırtınaları yaşayan biriydi, denizdeki bu fırtınayı yazıya döken kimsenin de aynı şekilde bu fırtınayı yaşaması gerektiğine inanıyordu. Zira “Yahut o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer. Öyle bir deniz ki onu, dalga üstüne dalga kaplıyor… Üstünde de koyu bulut. Üst üste binmiş karanlıklar… İçinde bulunan insan, elini uzatsa nerdeyse kendi elini bile göremiyor. Öyle ya, Allah birine nûr vermezse artık onun hiçbir nûru olamaz.” (en-Nûr 24/40) ifadesindeki tasvir, bir kimsenin denizdeki fırtınayı zihninde tasarlayarak yazabileceği bir şey değildir. Bu tasvir ancak denizdeki fırtınanın nasıl olduğunu gayet iyi bilen biri tarafından yazılmış olmalıdır.

Denizcinin sorusuna, “Hayır, Muhammed bütün hayatını çölde geçiren bir insandır” cevabı verilince şaşkınlığı iyice arttı. Ömrünü denizlerde geçirmemiş bir kimsenin bilemeyeceği tasvirler en güzel şekilde bu Kur’ân’da mevcuttu. O hâlde Kur’ân, her şeyi bilen bir kudret tarafından vahyedilmiş olmalıydı. Bu düşüncelerle vakit kaybetmeden İslam’ı kabul etti[70].

6. Aynı Anda Farklı Seviyelere Hitap Etmesi

Bir konuşmada veya yazıda umûma hitap etmekle seçkin kimselere hitap etmek arasında çok büyük fark vardır. Bir konu zeki ve bilgili şahsiyetlere, normal insanlara anlatıldığı tarzda açık açık izah edildiğinde onların seviyesi aşağıya çekilmiş olur ki bu durumda sıkılmaları, hatta gücenmeleri mümkündür. Bunun aksine geniş kitleye hitap ederken, seçkinlere anlatır gibi işâretle, ana hatlara temas etmekle yetinildiğinde onların bir şey anlamaları çok zordur. Aynı cümle ile avamı ve hassı, âlimleri ve cahilleri tatmin etmenin en mükemmel misalleri sâdece Kur’an’ın beyanlarında bulunabilir[71]. Kur’an âyetleri idrak ve kültürleri farklı farklı olan insanlara hitap ettiğinde onların her biri kendi anlayışı ve bilgisi nispetinde istifâde eder. Bu durum, âyetlerin müteârız iki yön ve anlayış taşıdığı anlamına gelmez. Onun mânâsı her durumda da aynıdır. Lâkin âyetin sathı olduğu gibi üslûbunun ihtivâ ettiği derinliği ve kökleri de mevcuttur[72].

Daha da ilerisi Kur’ân’ın mânâlarından gelecek nesillere de yeni taraflar kalabilir. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller de ulaştıkları ilmî seviyelere göre açıklarlar[73]. Bu hususta Abbas Mahmud Akkâd şöyle demektedir: “Kur’an’ın hitabı sâdece ümmî Araplara veya yirminci asrın insanına has kılınmış değildir. Lâkin o bütün asırlar ve bütün mekânlar için mutlak bir umumiyet ifade eder. Çünkü insanın, bütün asırlarda aynı şekilde bir tefekküre sâhip olacağını düşünmek makul değildir”[74].

Kur’an-ı Kerim’in zekâ, kültür ve dikkat seviyesi farklı olan insanların her birine hitap ettiğine dâir şu âyetleri misâl verebiliriz: (Allah) ne doğurdu, ne de doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu” (el-İhlâs, 3-4). Geniş halk kitlesi bu âyetten şu manâyı anlar: “Allah Teâlâ baba ve çocuk olmaktan, akran ve hanımı bulunmaktan münezzehtir.” Nispeten orta seviyeli bir kültüre sâhip olanlar buna ilaveten şunu da anlarlar: “Meleklerin, Hz. İsa’nın ve doğan hiçbir varlığın ilâh olamayacağı bildirilmektedir.” Zira muhal olan bir şeyi nefyetmek faydasız olduğundan belâgatta faydaya medâr olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. Burada cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad, veled, vâlid ve küfüvü bulunanların, ulûhiyetlerinin nefyidir. Onların mâbud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Biraz daha ileride olan tabaka ise şunu anlar: “Cenâb-ı Hak mevcûdâta karşı tevlid ve tevellüdü hatıra getirebilecek bütün râbıtalardan münezzehtir. Şerikten, yardımcıdan ve hemcinsten müberradır. Varlıklarla alâkası sâdece onların Hâlık’ı olmaktır. Onları yaratması ezelî iradesiyle sâdece “ol” demek sûretiyledir. Yoksa bazı felsefî ve dinî telakkîlerin iddiaları gibi îcabî, ıztırârî veya iradî olmayan sudur tarzlarından biri ile varlık sahasına çıkmış değillerdir. Daha yüksek bir tabakanın anlayış hissesi de şöyledir: “Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, Evvel ve Âhir’dir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’alinde nazîri, küfüvü, şebihi, misli, misâli, mesîli yoktur.” Bunlara âriflerin, ehl-i aşkın, sıddîklerin tabakası gibi ayrı ayrı hisse sâhiplerini de ilâve ederek sayıyı daha da artırmak mümkündür[75].

Kur’an’ın zaman, bilgi ve zevk unsurlarına göre farklı anlayışlara hitab ettiğine dâir de şöyle bir misal verilebilir: Allah Teâlâ وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا “Dağları da arzı tutan birer kazık yapmadık mı?” buyurmaktadır (en-Nebe’ 78/7). Avâm zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi duran dağları görür, onların sağladığı faydaları düşünerek Allah’a şükreder. Şâir, zemini bir taban, gök kubbesini elektrik lambalarıyla süslenmiş muhteşem yeşil bir çadır ve semânın eteklerinin başlarına indiği dağları o çadırın kazıkları durumunda tahayyül eder, Yaratan’ına perestiş eder. Coğrafyacı bir edibe göre yer küresi hava okyanusunda yüzen bir gemi olup, dağlar da o geminin üstüne muvâzeneyi sağlamak üzere yerleştirilmiş kazıklar ve direklerdir. Cemiyet hayatıyla ilgilenen muâsır bir âlim şöyle düşünür: “Yeryüzünün hayatı bir ev hayatına benzer. Bu evin orta direği canlıların hayatıdır. Canlıların hayatlarının orta direği de su, hava ve topraktır. Bunların direği ise dağlardır. Zira dağlar suyun deposu, havayı temizledikleri için onun tarağı, bataklık hâline gelmekten ve denizlerin istilasından koruması sebebiyle de toprağın hâmisidir. Keza insan hayatının diğer levazımâtı için de hazinedir”. Böyle düşünerek, koca dağları hayatımızın temel direği kılan celâl ve ikram sâhibi Allah’a hamd ve tazim eder. Tabiî ilimlerle meşgul olan bir âlim ise dağlara şöyle bakar: “Dünyanın merkezinde ateş bulunması sebebiyle muhtelif kayma ve hareketler neticesinde hâsıl olan sarsılmalar, dağların baca vazifesi görmesi ile sükûnet bulur. Yer küresinin yörüngesindeki istikrarını, bütün zelzelelere rağmen yörüngesinden ayrılmamasını sağlayan, dağlardır.” Böylece modern coğrafyanın ancak son zamanlarda anladığı ve isostasy adını verdiği “yeryüzünün denge kanunu”nda dağların en mühim bir unsur olduğunu anlar[76]. Dağların bugün keşfedilen mühim fonksiyon ve faydalarını günümüz ilim adamları ancak anlayabileceği gibi gelecekte ortaya çıkacak hususiyetlerini de yeni nesiller anlamaya devam edecektir.

7. Akla ve Hislere Dengeli Hitap Etmesi

İnsanda tefekkür ve his olmak üzere iki kuvvet mevcuttur. Her birinin ihtiyacı da diğerinden farklıdır. İdeal bir beyan, bu iki ihtiyacı da dikkate alarak hem akla hem de vicdâna birlikte hitap eden ve ikisini de tatmin edebilendir. İnsanların söz ve yazılarında bu hususiyet mükemmel bir tarzda bulunmaz. Hem ilim adamları hem de şairler ve edipler, kendi usullerine göre söz söylerler. Âlimler ilimlerini akılları beslemek üzere kuru bir şekilde aktarır, hisleri cezp etmek için uğraşmazlar. Şâirler ise sâdece hisleri uyandırmak ve harekete geçirmek gayesini güderler, tasvir ettikleri şeylerin doğru veya yanlış, hayal veya hakikat oluşuna fazla ihtimam göstermezler. Zaten insanlarda hem tefekkür ve hissetme kuvvelerinin hem de diğer rûhî kuvvelerin aynı anda denge hâlinde olması çok zordur. Bu durumda hem delil ve belgelere dayanan ilim adamlarının hem de neş’e dolu şâirlerin duygularını aynı anda tatmin edecek bir kelamı, sâdece ve sâdece bir işi diğer işine mâni olmayan, kalbe ve akla aynı anda hitap eden, hakikati ve güzelliği birbirinin hududunu aşmaksızın mezc edebilen Âlemlerin Rabbi söyleyebilir. Kitâb-ı Kerîm’in her yerinde bu hususiyeti görmek mümkündür[77]. Meselâ Allah Teâlâ, Kasas ve Yûsuf sûrelerinde olduğu gibi kıssalar ve tarihî hâdiselerin içine hikmetler ve dersler yerleştirerek aklın hakkını unutmamıştır[78]. Yine delillerinin ve hükümlerinin sertliği ve donukluğu içinde kalbin hissesini bir kenara bırakmamıştır. Misal olarak şu âyete bakalım: “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (kısas edilir). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar affedilirse artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır” (el-Bakara 2/178).

Âyetin başındaki “Ey îman edenler!” hitabıyla insanlar itaate yönlendirilmektedir. Sonra “kardeşi”, “hakkaniyete uymalı” ve “güzellikle” tabirleriyle iki taraf arasında gerginlik yumuşatılmakta ve şefkat hisleri harekete geçirilmektedir. Daha sonra üslup “Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir” cümlesindeki itmi’nana yükseliyor, oradan da âyetin sonundaki tehdide intikal ediyor. İşte mufassal bir farîzadan ve kanlı bir meseleden bu şekilde bahsediliyor. Hangi kanun kitabında bu üslubu görmek mümkündür?[79].

Aynı şekilde şu âyette gıybetin aklî olarak yanlışlığı, hüküm açısından haram olduğu ve hissî yönden insanlığa sığmayan, ahlâk dışı bir davranış olduğu ne kadar canlı bir şekilde ortaya konulmuştur: “…Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun…” (el-Hucurât 49/12).

Âyet-i kerime insanları gıybetten pek çok yönden şiddetle meneder. Âyetin başındaki hemze, sual içindir. İhtiva ettiği istifham mânâsı, âyetin bütün kelimelerine nüfûz eder. Birinci hemze ile şöyle der: Acaba sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyorsunuz? İkincisi: يُحِبُّ lafzı ile: Acaba, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi seviyorsunuz? Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle: Cemâatten hayatını alan içtimaî ve medenî hayatınıza ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabûl ediyorsunuz? Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla: İnsanlığınıza ne olmuş ki, arkadaşını canavarcasına dişleyip parçalama işini pervasızca gerçekleştirebiliyor? Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle: Hiç hemcinsinize karşı rikkat, şefkat ve sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun mânevî şahsiyetini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz? Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla: Vicdanınız nerede… Fıtratınız bozulmuş mu ki en muhterem bir hâldeki kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapıyorsunuz? Sonra da “Allah’tan korkun!” emri ile insanlar gıybetten sakındırılıyor.

Kur’an-ı Kerim kısacık bir cümle ile bütün bu mânâları ifâde etmiş, insanları gıybet hastalığından hem aklen hem de hissen uzaklaştırmıştır. İnsanları yermenin ve gıybet etmenin; aklen, kalben, insânlık açısından, vicdânen ve fıtraten mezmum ve zararlı bir vasıf olduğunu, insanı ürperten bir tasvirle ortaya koymuştur[80].

8. Az Kelimeyle Zengin Mânâlar İfâde Etmesi (Cevâmiü’l-Kelim Olması)

Kur’an-ı Kerim az kelime ile en geniş ve en zengin mânâları ifâde eder ve bunu sağlamak için de her kelimeyi yerli yerince muhkem bir sûrette kullanır[81]. Hiçbir zaman gereğinden fazla kelime kullanmadığı gibi eksik kullanarak da mânâyı daraltmaz. Mânâyı tam olarak anlatabileceği bir şekilde hazf ve ihtisâr yoluna gider. Nitekim Zemahşerî, hazf ve ihtisârın, Kur’ân’ın metodu olduğunu bildirmektedir[82]. Bu hususta Nursî de şu açıklamayı yapar:

Belâgat, mukteza-yı hâle mutabakattan ibarettir. Kur’an’ın muhatabları, muhtelif asırlarda farklı tabakalardır. Bu tabakalara riâyetle, muhâvere ve mükâlemeyi o asırlara umûmîleştirmek üzere, çoğu yerde hazf yapılır ve söz mutlak bırakılır ki; ehl-i belâgat ve Arap dili tarafından güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın, böylece her asırda her tabaka, anlayışlarına göre hissesini alsın[83].

Bu hususta bazı misaller verelim. Mesela Allah Teâlâ, yahudilere karşı delil serdederken şöyle buyurur: “Kendilerine: «Allah’ın indirdiğine iman edin» denilince: «Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız» derler ve ondan sonrasını inkâr ederler. Halbuki o Kur’an kendi ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. (Ey Muhammed!) Onlara: «Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah’ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?» de” (el-Bakara 2/91).

Yahudilere nasihat edilerek buyruluyor ki: “Tevrat’a inandığınız gibi Kur’an’a da inanın. Siz Hz. Musa’nın getirdiği Tevrat’a, onu Allah indirdiği için iman etmiş değil misiniz? İşte Hz. Muhammed (s.a.v)’in getirdiği Kur’an’ı da Allah indirmiştir. Öyleyse ona iman ettiğiniz gibi buna da iman ediniz.” Kur’an, bu manaları “Allah’ın indirdiğine iman edin” özlü sözünde toplamıştır. Kur’an’ı sarih ismiyle bildirmeyip kinayede bulunmuş, böylece onları “herhangi bir şeye delilini bildirerek davet etme” durumuna getirmiş, bu sûretle de hem delili hem iddiayı aynı cümlede ortaya koymuştur. Aynı şekilde Kur’an’ın kendisine indirildiği zâtın ismini, tamamlayıcı bir unsur olmasına rağmen zikretmemiştir. Şayet zikredilmiş olsaydı beyan hikmeti nazarında fuzulî, irşâd hikmeti nazarında da gayeyi bozucu olurdu. Çünkü bu ismin ilzam hususunda bir dahli yoktur. Asıl iş, delilin direği olan kadr-i müşterek ve hadd-i evsata irca edilmiştir. İrşad açısından ise “Muhammed” isminin zikredilerek düşmanlara tekrar işittirilmesi onların kinlerini açığa çıkarabilir, neticede ise hakka davet edenin hedeflediği “arayı bulma, telif etme” gayesinin aksine bir duruma yol açardı.

Yahudilerin bu çağrıya cevapları şu oldu: Bizi Tevrat’a inanmaya sevkeden sadece onu Allah’ın indirmiş olması değil, bununla birlikte bize indirmiş olmasıdır. Oysa Kur’an bize indirilmiş değildir. İşte “Bize indirilene iman ederiz” sözünde özetlenen mana budur ki onların birinci maksatlarını teşkil eder. Bu ibarenin vecizliğini artıran bir unsur da “indirme” fiilinin fâili olan Allah lafz-ı celilinin hazfedilmiş olmasıdır. Çünkü o benzeri bir ibarede sarih olarak zikredilmişti.

Kur’an hakkında مَا وَرَاءَهُ “Ondan sonrası, ötesi” ifâdesi kullanılmıştır. Böylece hem Kur’an’dan başka kitaplara da şâmil olan bir umûmîlik hem de bu umumdan maksud olan bir husûsîlik mânâsı ifâde edilmiştir. Onlar Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e indirilen Kur’an’ı kabul etmedikleri gibi Hz. İsa’ya indirilen İncil’i de inkar ederler ki bunlar Tevrat’tan sonra, onun ötesindedirler. Fakat Tevrat’tan öncekileri inkar etmezler. Kur’an bu efrâdını câmi ağyârını mâni tabiri kullanmakla onların suçlarını tam olarak sınırlar ki bu da insafın ve itham esnasında dürüstlüğün en ileri derecesidir.

Daha sonra onların iddialarına cavap verilmeye başlanmış, kendi kitaplarına inanmalarının hak olan başka bir kitaba imanı engellemeyeceği, tahrif ettikleri kitaptan yanlarında kalan doğrulara bakarak Kur’an’ın hak olduğunu anlamaları gerektiği anlatılarak لِمَا مَعَهُمْ ile bütün mazeret kapıları kapatılmıştır. Kendilerine indirilene iman ettikleri iddiasına cevap verilerek yalanları ortaya çıkarılmış, davaları çürütülmüştür[84].

İkinci bir misâl olarak Tûr sûresinin 29-43. âyetlerini zikredebiliriz. Cenâb-ı Hak sûrenin bu kısmında, inkâr ve dalâletin her çeşidini susturan, son derece kesif ve tesirli bir hitap harikası ortaya koymuştur. Âşikâr hakîkatleri inkârcılara açık ve kesin bir üslupla bildirmiştir. Her bir cümlede inkâr gruplarından bir bölümünün iddialarını hülasaten iptal etmiştir. Her bir kısımda bir grubun fikirlerini ya kısa bir tâbirle ibtal etmiş ya butlanı zâhir olduğundan sükûtla geçmiş veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret edilmiştir[85].

Normal uzunlukta bir âyet olan Bakara 233’ten fakihlerimiz, âile ahkâmına dâir 23 açık hüküm çıkarmışlardır. Hem de bu hükümler tekellüf ve zorlamayla çıkarılmamış âyetin mantûkunun sarâhatinden, açık mefhûmundan ve muktezau’n-nassından elde edilmiştir[86]. Aynı şekilde Kehf sûresinde anlatılan Hz. Musa ile sâlih kulun kıssasını dinlediğimizde zihnimizde sayfalarca süren uzun bir kıssanın nakledildiği tasavvuru oluşur. Ancak Kur’an’a baktığımızda bu kıssanın, iki sayfada ve 23 âyetle gâyet veciz bir şekilde anlatıldığını görürüz. Meselâ kıssanın şu âyetine bakalım: “Tekrar yola devam ettiler. Nihayet bir şehre varıp o şehir halkından yiyecek istediler, ama ahali bunları misafir etmemekte diretti. Bu sırada Hızır orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördü ve onu hemen düzeltiverdi. Mûsâ: «İsteseydin» dedi, «elbette buna karşı iyi bir ücret alabilirdin»” (el-Kehf 18/77).

Musa (a.s)’ın Hızır’la olan yolculuklarının üçte birlik kısmını anlatan bu âyet ne kadar büyük bir îcâz husûsiyetine sâhiptir! Bir köye gitmeleri, onlardan yiyecek istemeleri, ahalinin bunu kabul etmeyip kendilerini terslemeleri ve kovmaları, nihâyetinde köyden çıkıp giderken yıkılmak üzere olan bir duvarı görmeleri, Hz. Hızır’ın o duvarı tamir etmesi, Hz. Musa’nın ise buna itiraz ederek yaptığına karşılık ücret talep etmesini istemesi gibi pek çok husus kısacık bir âyetle özetlenivermektedir. Bunun arkasından gelen Zülkarneyn kıssası da aynı vasfı hâizdir. Hz. Zülkarneyn’in üç büyük seferini açıklayan, bu esnâda karşılaşılan insanları ve hâdiseleri anlatan, Ye’cüc ve Me’cüc kavimlerine karşı çekilen büyük seddin yapılışını kademe kademe tasvir eden bu kıssa, sâdece bir sayfa sürmekte ve 16 âyetle bütün detaylarıyla nakledilmektedir.

Rum patriklerinden biri: “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat eder, Allah’ı tazim edip O’na karşı gelmekten sakınırsa, işte ebedî başarı ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır” (en-Nûr 24/52) âyetini işittiğinde Hz. Ömer’e şöyle demiştir: “Allah dünya ve âhiret ahvâli hakkında İsa’ya ne indirmişse hepsini bu âyette toplamış!”[87].

9. Âyet ve Sûreler Arasındaki Tenâsüb

Kur’an-ı Kerim sûreleri, nüzul sırasına göre tertib edildiği gibi bir de Kur’an’ın bütünü içindeki yerlerine göre sıralanırlar. Buna Mushaf Tertîbi denir. Nüzul sürecinde zaman sırasına göre inen âyet, mevzu sırasına göre boş olan kendi yerine konuyordu. Sûreler yeni gelen âyetlerin eklenmesiyle edebî, lüğavî ve mantıkî açıdan başlı başına bir bütünlük meydana getiriyordu[88]. Bunu Hz. Osman şöyle ifâde eder: “Rasûlullah (s.a.v)’e vahiy sırasında, birçok sûre birlikte gelirdi. Herhangi bir vahiy geldiğinde, vahiy kâtiblerini çağırır, onlara: «Şu ayetleri, şu şu meselelerin zikredildiği sûreye koyun» diye emrederdi. Bir ayet geldiği zaman da «Bu âyeti, içinde şu şu şeylerin zikredildiği sûreye koyun» buyururdu”[89].

Kur’an, farklı mekân ve zamanlarda kısım kısım nazil olmasına ve pek çok farklı mevzudan[90] bahsetmesine rağmen metin içindeki birlik ve insicamı son derece güzel ve sanatlı bir şekilde sağlamıştır[91]. Bütün bölümleri arasında bir üslup benzerliği, mantık bütünlüğü görülür. Kur’an’ın bu parça parça inen kısımları arasında, aynı seviyede olan husûsî bir mûsikî ahenk ve ölçüsü işitilir. Kur’an, kısımlarının birbirine bağlılığı itibariyle tek bir sûre gibidir, hatta tek bir âyet gibi mütenâsiptir[92]. Daha da ötesi, Fahrettin Râzî’nin deyimiyle “Kur’ân’ın tamamı tek bir kelime gibi” mütenâsip ve uyumludur[93]. Kur’an cümlelerinin unsurları öylesine yerli yerindedir ki bu unsurların tenâsübü sâyesinde muhkem bir vahdet zuhûr eder[94]. Said Nursî bu konuyu şöyle hulasa eder: Kur’an-ı Kerim, yirmi üç senede ihtiyaca göre necim necim, müteferrik parçalar hâlinde nüzul ettiği halde, öyle bir tenâsübü vardır ki, sanki bir defada nâzil olmuş gibi bir kemâl gösterir. Bu zaman zarfında muhtelif, birbirinden uzak sebeplerle geldiği halde, tek bir sebeple inmiş gibi bütünlük arz eder. Farklı farklı ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği hâlde bütün insanların müşterek ihtiyaç ve arzularını tatmin edecek bir birliğe sâhiptir. Farklı ve pek çok hâdiselerin hükümlerini beyân etmek için nâzil olduğu halde, sâdece bir hâdisenin açıklaması imiş gibi mükemmel bir intizam ihtiva eder. Birbirine zıt, çok farklı hâllerde sayısız muhatâbın anlayışına münasip üslûplarda nâzil olduğu halde, öyle güzel bir selaset gösterir ki, sanki aynı durumdaki ve aynı anlayış seviyesindeki insanlara inmiş gibi herkes kendi zâviyesinden kolayca anlayabilir. Hattâ her bir sınıf zanneder ki, asıl muhatap yalnız kendisidir[95].

Bu hususta Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da şöyle der: Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri rastgele bir tesadüfün veya sadece şâirane bir duygunun gücü ile ortaya çıkıvermiş karışık bir divan değil, baştan başa بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ gibi geniş anlamlı tek bir cümle ve belki fasih bir kelime nizamında metîn bir insicam ve çok hikmetli bir beyan ve üslup ile nazil olmuş ilahî bir sözdür[96].

Kur’an’ın bu hususiyeti, onun bir beşer kelâmı değil, Allah kelâmı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü bir insanın aklı ve hâfızası ne kadar kuvvetli, ne kadar sağlam olursa olsun üzerinden seneler geçmiş bir konuşmanın herhangi bir fıkrasının yerini hatırlayamaz ki yanına siyak, sibak ve mânâya münâsip olan başka bir parçayı koyabilsin. Bunu bir yerde güzelce yapsa bile pek çok yerde başaramayacaktır[97].

Draz’ın isâbetle belirttiği gibi, edebî hayatının daha başında iken ortaya koyacağı divanının detaylı bir planını yapmış, bölümlerini ve alt bölümlerini tesbit etmiş, vesileleri ortaya çıkınca da tereddütsüz yerine koymuş ve hiçbir takdim tehir, noksan ziyade yapmaksızın bu planında devamlı olarak muvaffak olmuş, hedeflerini gerçekleştirmiş, o dağınık parçaları âhenkle kaynaştırmış bir insan bulunacağını beşeri tecrübe kabul etmez[98].

Kur’an’ın sûreleri tedkik edildiğinde bunlarda bir giriş, bir gelişme ve bir de sonuçtan müteşekkil, belirli ve sınırlı bir planın mevcut olduğu görülür[99]. Sûrenin başındaki birkaç ayette sûrede incelenecek olan mevzuun ana hatları verilmekte ve arkasından gelişme bölümü öyle düzenli bir şekilde gelmektedir ki hiçbir kısım üst üste gelmediği gibi her parça da bütün içindeki yerini en uygun şekilde almaktadır. Nihayet girişte söz konusu edilen meseleler sonuç bölümünde eksiksiz olarak cevabını almaktadır[100].

10. Mevzûların İç İçe Anlatılması

Kur’an âyetlerine insafla ve dikkatle bakıldığında, onun takdîminin, diğer kitaplarınki gibi bir iki maksadı takip eden tedrîcî bir fikir silsilesinin takdimine benzemediği görülür. Aksine def’î ve ânî bir hususiyeti, hayatın nabız atışları tarzında ilkâ olunan bir gidişâtı mevcuttur[101]. Fahrettin Râzî, Kur’an’ın hüküm ve tekliflerden birçok nevi zikrettiğinde, hemen arkasından ya ilâhiyât alanında bazı hususlardan veya peygamberlerin ve kıyâmetin ahvâlinden bahsettiğini, böylece önceden zikrettiği ahkâm ve mükellefiyetleri tekit ettiğini, bunun da Kur’ân’ın âdetlerinden olduğunu bildirir[102].

Dolayısıyla bir sûrede çok defa muhtelif mevzular ele alınır. İlk bakışta bu mevzular arasında insicam ve alaka görülmeyebilir. Ancak bütüncül bir bakış açısıyla incelendiğinde sûreyi teşkil eden unsurlar arasındaki simetriyi ve terkipteki armoniyi görmek mümkündür[103]. Vücûdu meydana getiren ve dağınık gibi görünen uzuvlar nasıl organik bütünlüğe mani değilse, bilakis ayrı ayrı bulundukları yerlerde olmaları organizmanın devamının şartı ise, Kur’an’daki muhtelif mevzuların arasına siyâka uygun olarak merkezî mânânın serpiştirilmesi de insana canlılık veren ruhun, vücudun her tarafına sirayet etmesi kabilindendir[104].

İnsanların telif ettiği kitapların aksine Kur’an-ı Kerîm’in bütün konu ve bahisleri fâsılasız birbirine bağlıdır. Bu Kur’an’ın kendine has hususiyetlerinden biridir. Kur’an’ın ihtivâ ettiği çok çeşitli mevzûların ve mânâların hepsi bir tek küllî mânâyı insanların kafasına iyice yerleştirmek için serdedilmiştir. O da insanları kendi fikir ve irâdeleriyle Allah’a kul olmaya çağırmak, dünya hayatından sonra ikinci bir hayatın var olduğunu ve dünyanın âhiret yanında hayrıyla, şerriyle, saâdetiyle, şekâvetiyle bir hiç mesâbesinde kaldığını bildirmektir. Çünkü Allah Teâlâ insanları kul olarak yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, bu esas ve küllî mevzuları, teşrî, kıssa, tarih, cedel, tasvir, va’d ve va’îd gibi pek çok çeşitli konunun içine yerleştirmiş ve âdeta onların rûhu gibi kılmıştır. Bu sebeple Kur’an teşrîî bir mevzuda dahi bu maksadını bir kenara bırakmaz. Bir kıssa naklederken, ona dalıp da küllî mânânın unutulmasına fırsat vermez. Öğüt, va’d veya va’îd gibi bir tarzla ustaca kıssanın arasına yerleştirir. Bu da ancak mânâların tedâhül edip kaynaşmalarının meydana getirdiği bir kompozisyonla mümkündür[105].

Bu yol insanın bir çeşit ilimde sâbit kalmasını önlemek için tâkip edilecek en güzel usuldür. Çünkü tek çeşit bir ilim üzerinde durmak insana bıkkınlık verir. Fakat tevhid, kıssa, ahkâm gibi ilmin bir nevinden diğerine geçtikçe insanın gönlü açılır ve kalbi huzur duyar. Bir beldeden başka bir beldeye, bir bahçeden diğer bir bahçeye, leziz bir yemekten öteki lezzetli yemeklere geçiyormuş gibi olur. Hiç şüphesiz bu en çok haz veren ve en fazla arzu uyandıran bir durumdur[106].

Diğer taraftan Kur’ân, mevzûları iç içe anlatarak farklı farklı insanların hepsinin de istifade etmesini sağlar. Çünkü hidâyet yolları ve üslupları muhteliftir[107].

Şunu da hatırlatmak gerekir ki Kur’ân-ı Kerîm mevzuları iç içe anlatmakla birlikte kendi maksadı ve iç bütünlüğü açısından bakıldığında mükemmel bir nizâm, âhenk ve usûle sâhiptir. Derinliğine bakıldığında bunların bir kısmı anlaşılabilmektedir. Bu hususlara önceki başlıklarda yeri geldikçe temas edilmişti. Ancak henüz Kur’an’ın usûlündeki bütün incelikler ortaya konulabilmiş de değildir.

11. Mukâyeseli Anlatım Üslûbu

Kur’an’da karşılaştırmalı bir üslup kullanılır ve bahsedilen durumların âkıbeti hakkında bilgi verilir. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğruluk-sapıklık gibi vâkıalar misalleriyle yer alır ve bunları benimsemiş ve özümsemiş olanlara verilecek karşılıklar açıklanır. Kur’an’ın tamamına hâkim olan bu üslup, aynı zamanda onun eğitim metotlarından biridir. Hz. Ebû Bekir, Kur’an’ın bu üslûp hususiyetini, ölüm hastalığında Hz. Ömer’e yaptığı vasiyetinde şöyle ifâde etmiştir: “Görmüyor musun ey Ömer, rahatlıktan bahseden âyet şiddetten bahseden âyetle birlikte inmiştir. Yine şiddet âyeti rahatlık âyetiyle birlikte inmiştir ki mü’min ümitvâr olmakla birlikte aynı zamanda korksun. Devamlı bir ümit içinde kalarak Allah’tan olmayacak şeyler istemesin, kendini emniyette görmesin. Aşırı derecede korku içine düşerek de kendi elleriyle kendini tehlikeye atmasın”[108].

İbn-i Âşûr, Âdâtü’l-Kur’an başlığı altında Zemahşerî ve Râzî’den naklen şunları söylemektedir: “Kur’an’ın âdetlerinden biri de şudur: O bir tehditte bulunduğunda arkasından muhakkak vaadde bulunur, bir inzar geldiğinde onu muhakkak tebşir takip eder”. Bunları ifâde ettikten sonra İbn-i Âşur bu üslubu Arap şiirinde çok az gördüğünü söylemekte ve Lebid’den bir misal zikretmektedir[109].

Hâsılı, Kur’an, bir araya gelmeleri çok uzak bir ihtimal olmasına rağmen, bütün faziletleri, yani mükemmelliğin her çeşidini en ileri dereceleriyle kendisinde toplayan bir kelamdır.

SEÇME BİBLİYOĞRAFYA

Abbâs, Fadl Hasan, İ‘câzü’l-Kur’âni’l-Kerîm, Ammân 1991.

____, “el-Kelimetü’l-Kur’âniye ve eseruhâ fi’d-dirâsâti’l-lüğaviyye”, Mecelletü merkezi bühûsi’s-sünneti ve’s-sîrah, 1989, sayı, 4, s. 498-501.

Atâ, Abdülkadir, Azametü’l-Kur’ân, Beyrut 1984.

Bâkıllânî, Ebû Bekir Muhammed, İ‘câzü’l-Kur’ân, Beyrut 1988.

Bûtî, Muhammed Said Ramazan, Min Ravâi‘ı’l-Kur’ân, Beyrut 1416/1996.

Cündioğlu, Dücane, Kur’an’ı Anlamanın Anlamı, İstanbul 1998.

Cürcânî, Abdülkâhir, er-Risâletü’ş-şâfiye, (Delâilu’l-i‘câz içinde) Mısır 1992.

Draz, Muhammed Abdullah, en-Nebeü’l-Azîm, Dâru’l-kalem, ts.

_____, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru (trc. Sâlih Akdemir), Ankara 1983.

_____, Dirâsâtün İslâmiyye fi’l-alâkâti’l-ictimâiyye ve’d-düveliyye, Kuveyt 1973.

Hâkim en-Neysabûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1990.

Hâlidî, Salâh, el-Beyân fî İ‘câzi’l-Kur’ân, Amman 1991.

Hattâbî, Hamd b. Muhammed, Beyânü i‘câzi’l-Kur’âni, (Selâsü resâil fi i‘câzi’1-Kur’ân içinde, nşr. Muhammed Halefullah – Muhammed Zağlûl Sellâm), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 19-65.

Hımsî, Naîm, Fikratü i‘câzi’l-Kur’ân, Beyrut 1980.

İbn Haldun, Ebu Zeyd Veliyüddin Abdurrahman b.Muhammed, Tarihu İbn Haldun, I-VII, Beyrut 1979.

İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, Beyrut 1937, Daru’l-Fikr.

İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, Beyrut ts.

Kılıç, Sâdık, Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mucize, İstanbul 2003.

Kutub, Seyyid, et-Tasviru’l-fennî fi’l-Kur’an, Kâhire 1992.

M. Hamdi Yazır, Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1979.

_____, Makaleler, I-II, haz. Cüneyt Köksal-Murat Kaya, İstanbul 1997.

Mevdûdî, Ebu’l-A‘lâ, Tefhîmü’l-Kur’ân, I-VII, İstanbul 1996.

Nursî, Bediuzzaman Saîd, İşârâtü’l-i‘câz, trc: Abdülmecid Nursî, İstanbul 1986.

Râfiî, Mustafa Sâdık, İ‘câzü’l-Kur’ân ve’l-belâğatü’n-nebeviyye, Beyrut 2003.

Sâlih, Subhi, Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’an, İstanbul, ts.

es-Sâmirrâî, Fâdıl Sâlih, et-Ta‘bîru’l-Kur’ânî, Ammân 2002.

Suyûtî, Celâleddin Abdurrahman, el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân, (thk. M. Ebü’l-Fadl İbrahim), yy. 1327.

Taşköprülüzade Ahmed Efendi, Mevzuâtü’l-Ulûm, sad: Mümin Çevik, İstanbul 1975.

Yıldırım, Suat, “Kur’an” mad., DİA, Ankara, 2002, XXVI, 393.

____, Kur’an. İlimlerine Giriş, İstanbul 1983.

Zerkânî, Muhammed Abdülazim, Menâhilü’l-‘irfân, I-II, İsa el-Bâbî Matbaası.

Zerkeşî, Muhammed b. Abdullah, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, (thk. M. Ebü’l-Fadl İbrahim), I-IV, 1980.


[1] Drâz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 114-115.

[2] Bkz. Zerkeşî, el-Burhân, II, 382. Zerkeşî, bu eserinde üslûp konusuna ikinci cildin ortalarından başlamakta, dördüncü cildin ortalarında bitirmektedir.

[3] İbn Âşûr, Tefsîru’t-tahrîr ve’t-tenvir, I, 112.

[4] Bkz. İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “slb” md., I, 473; Râğıb, Müfredât, “slb” md.; Halebî, Semîn Umdetü’l-Huffâz, s. 245.

[5] Zerkânî, Menâhilü’l-irfân, II, 302, 303.

[6] Yıldırım, Suat, Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’ân İlimlerine Giriş, s. 119.

[7] Bkz. İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, I, 313-314; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112; Hâkim, el-Müstedrek, II, 550/3872; İbn Âşûr, I, 114.

[8] Bunun misâlleri için bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 33, Menâkıb 10; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 132-133; Ahmed, V, 174; Hâkim, II, 550, III, 382-385; İbn Sa’d, IV, 220-225; İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1653; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VI, 100; Cürcanî, er-Risâletü’ş-şâfiye, (Delâilü’l-i‘câz içinde) Mısır 1992, s. 584; İbn Hişâm, I, 313-314; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112; İbn Âşûr, I, 114.

[9] Abbâs, Fadl Hasan, “el-Kelimetü’l-Kur’âniye” s. 498-501.

[10] Bûtî, Min Ravâi‘i’l-Kur’ân, s. 20-22; ayrıca bkz. Râfiî, İ‘câzü’l-Kur’ân, s. 64; Drâz, Dirâsât, s. 15.

[11] Bu fikrin genişçe işlendiği yerler için bkz. İbn Haldûn, Târîh, I, 508. Ayrıca bkz. Râfiî, M. Sâdık, İ‘câz, s. 144, 207. Bir kısım münevverlerimiz, bazı batılı edebiyatçıların da, Kur’an’dan etkilendiklerini, yazdıkları eserlerin mükemmelliğinde Kur’an’ın tesiri bulunduğunu söylerler. Örnek olarak bkz. Safâ, Peyâmi, Türk İnkilâbına Bakışlar, İst. 1999, s. 148; Danişmend, İsmâil Hâmi, Garp Menbalarına Göre İslâm Medeniyeti, İst 1974, s. 62; Karakoç, Sezâi, Edebiyat Yazıları-III: Eğik Ehramlar, İst. 2000, s. 23-52; Şakiroğlu, Mahmud H., “İlâhî Komedya”, DİA, İst. 2000, XXII, 68-69.

[12] Bâkıllânî, İ‘câz, s. 53, 68; Drâz, Dirâsât, s. 13; Bûtî, Ravâi‘, s. 111.

[13] el-Enbiyâ, 5.

[14] Bu hususun tartışması için bkz. Bâkıllânî, İ‘câz, s. 53, 55; Bûtî, Ravâi‘, s. 112-113; Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 125; Kılıç, Sâdık, Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mucize, s. 36-37.

[15] Hâkim, el-Müstedrek, II, 550/3872.

[16] Atâ, Azametü’l-Kur’an, s. 86.

[17] Drâz, en-Nebe, s. 102.

[18] M. Hamdi Yazır, Sebîlürreşâd, Sayı: 629 (14 Cemâziyelevvel 1343), s. 67-68; M. Hamdi Yazır, Makaleler 1, s. 190-191.

[19] Bu farkları görmek için bkz. Mevdûdî, Tefhîm, I, 10.

[20] Cündioğlu, Kur’an’ı Anlamanın Anlamı, s. 117-119, 122.

[21] Cündioğlu, Kur’an’ı Anlamanın Anlamı, s. 18.

[22] Bûtî, Ravâi‘, s. 114; Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 137; a. müellif, “Kur’an” mad., DİA, XXVI, 396.

[23] Yıldırım, “Kur’an” mad., DİA, XXVI, 396.

[24] Drâz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 119-121; Yıldırım, “Kur’an” mad., DİA, XXVI, 396. Bu husustaki bazı misaller için bkz. Drâz, en-Nebe, s. 163-211; Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 138-141.

[25] Bu husustaki misaller için bkz. Abbâs, İ‘câz,, s. 166-169; “el-Kelimetü’l-Kur’âniye”, s. 501-506.

[26] Abbâs, İ‘câz, s. 170.

[27] Bkz. Drâz, en-Nebe, s. 92, 109-111. Müellif bir misal vererek şöyle der: “Muallakât-ı seb‘a sâhiplerinden biri olan Züheyr’in, şiirlerini tehzîb edip olgunlaştırdığı rivayet edilir. Şâir, senelerce üzerinde çalıştığı bu kasidelerine «el-Havliyât: Yıllanmış» ismini verirdi.” Aynı şekilde meşhur şâirlerimizden Yahya Kemal’in bir şiiri otuz sene cebinde taşıdığı ve zaman zaman değişiklikler yaparak olgunlaştırdığı söylenir. Mehmed Âkif’in Safahat’ına bakıldığında oradaki şiirlerin zamanla nasıl değişikliğe uğradığı kolayca görülebilir. (Bkz. Safahat, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, 1991, s. 3, 4, 5…) Diğer şairler için de benzer rivayetler vardır.

[28] Drâz, en-Nebe, s. 92.

[29] Bûtî, Ravâi‘, s. 140.

[30] İbn Atiyye, Ebu Muhammed Abdülhak b. Galib el-Endelüsî, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut 1413, I, 52; Bu hususta ayrıca bkz. Zerkânî, Menâh, II, 325. Drâz, en-Nebe, s. 112; Hımsî, Fikratü i‘câzi’l-Kur’an, s. 95; Atâ, Azametü’l-Kur’an, s. 85; Abbâs, İ‘câz, s. 170. Hattâbî de, Kur’ân âyetlerinden bir kelime değiştirildiğinde mânânın değişip kelamın bozulacağını ya da en azından belâgat seviyesinin düşeceğini ifâde eder (Hattâbî, Beyân, s. 26-31).

[31] Râğıb, Müfredât, s. 6 (Mukaddime).

[32] Bûtî, Ravâi‘, s. 140.

[33] Nursî, Külliyât, I, 163. Kur’ân’ın kelime seçimindeki hassasiyeti için bkz. Hâlidî, el-Beyân, s. 160 vd.

[34] Bûtî, Ravâi‘, s. 114.

[35] Kılıç, Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mucize, s. 40.

[36] Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 132-133.

[37] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, V, 307. Ayrıca bkz. Abbâs, İ‘câz, s. 193. Müellif, devâm eden sayfalarda harflerin kullanımıyla alâkalı başka misaller de verir.

[38] Sâlih, Mebâhis, s. 337-340.

[39] Bkz. el-Mâide 5/83; el-Enfâl 8/2; el-İsrâ 17/107-109; ez-Zümer 39/23. Ayrıca bkz. et-Tevbe 9/6; el-Haşr 59/21.

[40] Atâ, Azametü’l-Kur’an, s. 87.

[41] Ahmed, IV, 83, 85.

[42] Buhârî, Tefsîr, 52.

[43] İbn Hişam, I, 337-338.

[44] Taberî, Tefsir, VII, 4.

[45] Ahmed, II, 17; İbn Hişam, I, 369-371; Heysemî, IX, 62.

[46] İbn Hişam, I, 407-408; İbn Sa‘d, IV, 237-238.

[47] İbn Hişâm, I, 395-396.

[48] Hattâbî, s. 64-65.

[49] Blachére, Régis, Introduction au Coran, 2e édition, Paris 1959, s. 172 (Okiç, M. Tayyib, Kur’an-ı Kerim’in Üslûb ve Kırâati, Ankara 1963, s. 1’den naklen).

[50] Montet, Edouard, Le Coran, Paris, 1949, (Introduction), s. 53 (Okiç, Kur’an-ı Kerim’in Üslûb ve Kırâati, s. 2’den naklen).

[51] Bûtî, Ravâi‘, s. 123.

[52] Drâz, en-Nebe, s. 101-102; Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 116.

[53] Banarlı, Nihat Sâmi, İman ve Yaşama Üslûbu, İst. 1986, s. 90-91.

[54] Nursî, İşârât, s. 31.

[55] Tafsîlat için bkz. Nursî, Külliyât, I, 167-168.

[56] Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 131.

[57] el-Kamer 54/36.

[58] Râfiî, İ‘câzu’l-Kur’ân, s. 187; el-Bûtî, Ravâi‘, s. 144; Sâlih, Mebâhis, s. 334-340.

[59] Kutub, et-Tasvîr, s. 9; Bûtî, Ravâi‘, s. 147-148.

[60] el-Bûtî, Ravâi‘, s. 170-171. Ramazan el-Bûtî, belâgattaki bu tür sanatların Kur’an’ın üslûbundan çıkarıldığını, durumun yanlış olarak bilindiği gibi yani “var olan kâidelerin Kur’an’a tatbiki” şeklinde olmadığını vurgular.

[61] Kutub, et-Tasvîr, s. 37; Bûtî, Ravâi‘, s. 169.

[62] Kutub, et-Tasvîr, s. 38.

[63] Kutub, et-Tasvîr, s. 44.

[64] Kutub, et-Tasvîr, s. 48. Tafsilat için bkz. Kutub, Fi Zılali’l-Kur’ân, III, 1773-1774.

[65] Meselâ bkz. er-Ra‘d 13/4.

[66] Kutub, et-Tasvîr, s. 85.

[67] Kutub, et-Tasvîr, s. 37; el-Bûtî, Ravâi‘, s. 172.

[68] Daha fazla misâl için bkz: Kutub, et-Tasvîr; el-Bûtî, Ravâi‘, s. 172-179; Sâlih, Mebâhis, s. 315-340.

[69] Sâlih, Mebâhis, s. 320; Yıldırım, “Kur’an” mad., DİA, XXVI, 396.

[70] Miller, Gary (Abdülahad Ömer), The Amazing Qur’an, publishers: Zara Books India, s. 1-2.

[71] Drâz, en-Nebe, s. 113. Ayrıca bkz. Muallim Nâci, İ‘câz-ı Kur’ân, İstanbul 1977, s. 21.

[72] Bûtî, Ravâi‘, s. 115.

[73] Yıldırım, “Kur’an” mad., DİA, XXVI, 396.

[74] Akkâd, Abbas Mahmud, Mevsûa, Beyrut ts., IV, 203; Başgil, Ali Fuat, Din ve Laiklik, İst. 1991, s. 10.

[75] Nursî, Külliyât, I, 185.

[76] Vahidüddin Han, el-İslâmu yetehaddâ, Kuveyt-Beyrut 1970, s. 218.

[77] Drâz, Dirâsât, s. 15-16; en-Nebe, s. 113-114.

[78] Zerkânî, Menâhil, II, 314; Drâz, en-Nebe, s. 116.

[79] Drâz, en-Nebe, s. 116.

[80] Bu misal için bkz. Nursî, Külliyât, I, 169; Drâz, Dirâsât, s. 73.

[81] Drâz, Dirâsât, s. 15. Bu hususta zengin misaller için bkz. Abbâs, İ‘câz, s. 170-193 ve devâmı.

[82] Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 182. Kur’ân-ı Kerîm, lüzumsuz sözleri kullanmamakla birlikte normalde bulunması gereken bazı temel unsurları da hazfeder. O’nun ifâdelerinde nice kelime hatta nice cümleler hazfedilmiştir. Ancak bir kelime veya cümle tayyedildiğinde lafızda, mutlaka atlanan kısmı aydınlatacak bir kandil ve ona ulaştıracak bir anahtar bırakılmıştır. Bu yolla Kur’an-ı Kerim, hazfedilen kelime veya cümlelerin mânâlarını oradaki bir harf veya kelimeye emanet edip sonra da üslûbu görülmemiş tarzda şekillendirir ve beyanın ustalığı ile güzelleştirir. Diğer taraftan bu az lafızla Kur’an, belâgat ve fesâhatinin kuvveti sâyesinde pek çok mânâyı açık, tatlı ve parlak bir şekilde ifâde eder. Öyle ki mana lafza kolayca sığdığından lafzın biraz daha geniş yer kapladığı zannedilir (Drâz, en-Nebe, s. 136-137, 141). Bu hususa misal olarak zamirleri ele alabiliriz. Zamirlerin kullanılmasının asıl maksadı ihtisardır. Allah Teâlâ, “… İşte onlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır” (el-Ahzab 33/35) buyurarak “onlar” zamirini yirmi beş kelime yerine kullanmıştır. Bunun gibi Nûr sûresinin 31. âyetinde de zamirler vasıtasıyla kelam ihtisar edilmiştir. (Taşköprülüzâde, Mevzuât, II, 772).

[83] Nursî, İşârât, s. 50.

[84] Bu misâli tafsilatlıca görmek için bkz. Drâz, en-Nebe, s. 119-127.

[85] Misâl için bkz. Nursî, Külliyât, I, 171.

[86] Bûtî, Ravâi‘, s. 147.

[87] İbn Âşûr, I, 122.

[88] Drâz, Dirâsât, s. 17-18.

[89] Ebû Dâvûd, Salat, 120-121/786; Tirmizi, Tefsir, 9/3086.

[90] Kur’an mevzû ve muhtevâ yönünden en zengin kitap olmakla birlikte aynı mevzuda muhtelif üslup çeşitlerini en fazla kullanan bir eserdir. Onda aynı ifade tarzı uzayıp gitmez (Draz, en-Nebe, s. 144).

[91] Bûtî, Ravâi‘, s. 113-114; ayrıca bkz: Zerkeşî, Burhân, I, 37; Drâz, Dirâsât, s. 17.

[92] Bkz. Kurtubî, XIX, 271, (el-İnşikâk, 5 tefsirinde); Suyûtî, İtkân, III, 369; Sâmirrâî, et-Ta‘bîru’l-Kur’anî, s. 19. “Nüzulleri sırasında fevkalâde pedagojik bir plan takip eden bu âyetlerin, belli fakat değişik boyutlardaki sûrelere dağıtılıp tanzim edilmek üzere tarihî silsilelerinden kopması ve böylece evvelce planlanmış bu dağıtım sâyesinde, her biri mezkûr pedagojik plandan daha az mükemmel olmayan edebî ve aklî bir sisteme sâhip tam sûrelerden müteşekkil okunacak bir eserin ortaya çıkması… İşte böyle iki yönlü bir planın, beşerî ilim ve idrakten sudûr etmesi aslâ düşünülemez” (Drâz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 126).

[93] Râzî, II, 147, (el-Bakara, 30 tefsîrinde).

[94] Drâz, en-Nebe, s. 142.

[95] Nursî, Külliyât, I, 187.

[96] M. Hamdi Yazır, I, 47.

[97] Atâ, Azametü’l-Kur’an, s. 125.

[98] Drâz, en-Nebe s. 152; Dirâsât, s. 18. Bkz. Râzî, VII, 112, (el-Bakara 285 tefsîrinde); Suyûtî, İtkân, III, 369-370; İbn Âşûr, I, 116.

[99] Drâz, misal olarak Bakara sûresini büyük bir vukufiyetle işlemiştir (en-Nebe, s. 163-211).

[100] Drâz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 120-121. Kur’ân’daki tenâsüb ve Münâsebetü’l-Kur’ân ilmi hakkında tafsîlat için şu eserlere bakılabilir: Zerkeşî, Burhân, I, 33-52; Burhaneddin bin Ömer el-Bikâî (v. 885), Nazmü’d-dürer fi tenâsübi’l-âyâti ve’s-süver, tahric: Abdürrezzak Galib el-Mehdî, Beyrut 1995; Suyûtî, İtkân, III, 369-389; Tuncer, Faruk, Kur’ân Surelerindeki Eşsiz Âhenk, İstanbul 2003.

[101] Nursî, Külliyât, I, 181.

[102] Râzî, Mefâtihu’l-ğayb, XII, 101, VI, 20, (el-Bakara 2/215 tefsirinde).

[103] Bkz. Drâz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 120. Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki tenâsüb ve uyumu göstermek için müstakil ve hacimli bir eser kaleme alan Bikâî, konunun ehemmiyetini anlattıktan sonra, bazen de âyetler arasındaki münâsebetin ilk bakışta görülemediğini, bunun için tefekkür ve araştırmaya ihtiyaç olduğunu anlattır ve, “Öyle âyetler var ki ondaki münâsebeti bulmak için üzerinde aylarca düşündüm” der (Bikâî, Nazmü’d-dürer, I, 8).

[104] Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 149.

[105] Bkz. Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 145-152; el-Bûtî, Ravâi‘, s. 120-122, 163-167.

[106] Râzî, VII, 3, (2/Bakara 255 tefsirinde).

[107] İbn Âşur,XV, 131, (el-İsrâ 17/53 tefsirinde). Bkz. Dihlevî, el-Fevzü’l-Kebîr, İst. 1980, s. 91.

[108] Taberî, Tefsîr, XXV, 24/24189; Ali el-Müttaki, Kenz, XII, 533/35717; el-Bûtî, Ravâi‘, s. 215. Misaller için bkz. İbn Arabî, Kitâbü’l-celâl ve’l-kemâl (Resâilü İbn Arabî içinde), Beyrut 1997, s. 24-43.

[109] İbn Âşur, I, 125. Râzî, XXVIII, 213, (et-Tûr, 17 tefsîrinde).