9. Teşbih, Temsil ve Mukayeseler Yapması

Kur’ân-ı Kerîm’in yarısından fazlasını teşkil eden kıssalar ve büyük yekün tutan meseller göz önüne alındığında, insanı yaratan Allah Teâlâ’nın, ona hitap ederken teşbih, temsil ve mukayeseler yaptığı görülmektedir. Bir âyet-i kerîmede ilmiyle amel etmeyenlerin durumu şöyle bir temsille anlatılır:

“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (el-Cum’a 62/5)

Allah Teâlâ bu misalle, kendilerine Tevrat öğretilmiş olup da içindekileri anlayıp gereğince amel etmemiş bulunan Yahudilerin durumunu anlatmaktadır.

Allah’ın Kelâmı’nda böyle yüzlerce hakikat, teşbih ve temsil yoluyla idraklere takdim edilir. Bu şekilde bir üslup kullanmanın hikmeti de şöylece beyan buyurulur:

“Celâlime yemin olsun ki Biz bu Kur’ân’da güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için her türlü misali verdik.” (ez-Zümer 39/27)

 “İşte Biz bu misalleri (insanlar) düşünüp öğüt alsınlar diye veriyoruz.” (el-Haşr 59/21)

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- de anlatmak istediği meselelerin kavranması için teşbih, temsil ve mukayeseler yapar; insanların müşahhas olarak hissettikleri, gözleriyle görüp elleriyle tuttukları şeylerden misaller verirdi.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli topraktır: Yağmur suyunu emer, gür çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin misalidir.” (Buhârî, İlim, 20; Müslim, Fedâil, 15)

Bu hâdis-i şerîfte Fahr-i Kâinat Efendimiz, Allah Teâlâ’dan getirdiği dini, insanların ihtiyacı olan bir zamanda üzerlerine yağan bol yağmura benzetmektedir. Yağmur ölü toprakları nasıl diriltirse, İslâmî hakikatler de ölü kalpleri öyle diriltir. Efendimiz, insanları mânevî hakikatleri kabul etme açısından, üç kısım toprağa benzetmektedir. Allah Resûlü böyle fevkalade güzel ve mânidar bir temsille ilim tahsili, ilimden istifade etme ve ilmi yayma mevzuunu oldukça hoş bir tarzda izah buyurmuşlardır.

Nu’mân bin Beşîr -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Altta oturanlar su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Onlar:

– Hissemize düşen yerden bir delik açsak da, üsttekileri rahatsız edip durmasak, dediler.

Şayet üstte oturanlar, alttakileri bu isteklerini yerine getirmek hususunda serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, Şirket, 6; Tirmizî, Fiten, 12)

Cemiyetteki günah ve kötülüklere bigane kalmak da aynen bunun gibi helak sebebidir. İnsan fert olarak kendisini muhafaza etse bile, diğer insanları irşad etme mes’uliyetini îfâ edememenin cezasını hem dünyada hem de âhirette çeker. Kötülüğün yaygın olduğu toplumda dünyaya gelen nesiller de kendilerini o akıntıya kaptırırlar. Fesat, bozulma ve düzensizlik artar; katlanarak büyür. Buna bir noktada dur demek gerekir. Zira iyiliği emredip kötülükten sakındırmak müslümanların en mühim vazifelerinden biridir. Bu hakikati Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- güzel bir misalle daha anlaşılır hâle getirmiştir.

Allah Resûlü’nün tâlimde teşbihi kullanmasına bir diğer örnek de şudur:

Ebu Rezin el-Ukaylî -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Birgün:

– Ey Allah’ın Resulü! Allah, mahlukatı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misali  nedir? diye sordum.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Sen, hiç kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdu.

Ben:

– Elbette! deyince,

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– İşte bu, Allah’ın yeniden yaratmasına  delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (İbn-i Hanbel, IV, 11)

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mü’minlerin cennette Hakk’ın cemâlini seyretmelerini anlatabilmek için yine temsil metodunu kullanır. Cerîr bin Abdillah -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

Bir gece Resûlullah’ın yanında bulunuyorduk. Dolunaya baktıktan sonra şöyle buyurdu:

“– Şu ayı hiç bir sıkıntı çekmeden gördüğünüz gibi Rabbinizi de aynı şekilde ayan beyan göreceksiniz.” (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 16; Müslim, Mesâcid, 211)

Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerifte, mü’minlerin âhirette Allah Teâlâ’yı rahat bir şekilde göreceklerini anlatmaktadır. Ashâb-ı kirâmın, “Acaba orada Rabbimizi net bir şekilde görebilecek miyiz?” diye endişeye kapılmalarını önlemek üzere onlara bir misâl getirmiş, berrak bir gecede dolunayı görebilmek için insanların, ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, birbirini itip kakmadıkları ve sıkışıp üst üste yığılmadıkları gibi Cenâb-ı Hakk’ı da kıyâmette böylece göreceklerini belirtmiştir.

Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, tevbeye teşvik hususunda şöyle bir teşbihte bulunur:

“Herhangi birinizin tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları sonuç vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden dolayı şaşırıp ne söylediğini bilmeyerek:

– Allahım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim, diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7)

Hadîs-i şerîf, Allah Teâlâ’nın sonsuz merhametini çarpıcı bir temsille ortaya koymakta, günah kirleriyle kararan ve daralan gönülleri bağışlanma ümidiyle rahatlatmaktadır. Hadiste geçen Allah Teâlâ’nın memnuniyeti, hoşnutluğu, sevinmesi gibi ifadeler mecâzî sözlerdir. Bu gibi ifâdelerle Allah Teâlâ’nın kulundan râzı olduğu ve onun isteğini hemen yerine getireceği anlatılmaktadır. Buradan öğrendiğimize göre insan bir günah işlediği zaman şeytanın eline düşer. Şeytanın eline düşen kimse ise, çölde devesini kaybeden adam gibi, helâk olmak üzeredir. Fakat Allah Teâlâ’ya yönelip tevbe ve istiğfâr ettiği zaman şeytanın elinden kurtulur, Cenâb-ı Hakk’ın affını ve rahmetini kazanır.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-’den rivayet edilen bir hâdis-i şerîfte de Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, Kur’ân’ı okuyan kimse ile okumayanı şu benzetmeyle tasvir etmektedir:

“Kur’ân okuyan mü’min, portakal gibidir; kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’ân okumayan mü’min, hurma gibidir; kokusu yoktur, tadı ise güzeldir. Kur’ân okuyan münâfık, fesleğen gibidir; kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’ân okumayan münâfık, Ebû Cehil karpuzu gibidir; kokusu yoktur ve tadı da acıdır.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 17; Müslim, Müsâfirîn, 243)

Kur’ân-ı Kerîm’in insanların hem gönüllerine ve hislerine hem de zâhirî amellerine olan tesiri bu örnekte çok güzel bir şekilde anlatılmıştır. Yani Kur’ân’dan bol nasip alan kimseler mü’minler, nasibi olmayanlar ise münâfıklardır. Bazılarının sadece dış görünümlerine bakarak Kur’ân’ın tesiri altında kaldıklarına hükmedilir; oysa iç dünyalarına Kur’ân’ın hiçbir tesiri yoktur. Kur’ân okudukları görülür, fakat okudukları Kur’ân’a hayatlarında hiç yer vermezler. Bu sınıfı teşkil edenler riyâ ve gösteriş ehli olan, kendilerinde nifak belirtisi bulunan kimselerdir. Bir kısım insanlar da bunun aksinedir: Kur’ân okuduklarını görmeyiz, gerçekten de okumayı bilmezler, fakat iç dünyalarında ve yaşayışlarında Kur’ân’ın tesiri hemen farkedilir. Kur’ân’a ve emirlerine karşı son derece saygılı ve hassastırlar. Bunlar da Kur’ân okumayan, okuyamayan fakat öğretildikleri ve eğitildikleri nisbette İslâm’ı hayat tarzı edinmiş mü’minlerdir. Onlara düşen en önemli vazife, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, buldukları ilk fırsatta Kur’ân okumayı öğrenmektir.

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kullandığı tâlim metotlarından biri de mukayeseli anlatımdır. “Mukayese”, “kıyas” kelimesinden gelir ve ölçme, karşılaştırma, nisbet gibi mânalar ifade eder. Mukayeseli anlatımlarda meselelerin zıtlarıyla ortaya konulması mevzuun anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. Zira insan idraki, eşyayı ancak zıtlarıyla kavrar. Karanlık olmasa aydınlığı, gece olmasa gündüzü, şer olmasa hayrı, zulüm olmasa adalet ve merhameti anlamak zorlaşır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, bazı mevzuları birbiriyle kıyaslayarak anlatırdı.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:

Cuheyne kabilesinden bir kadın Peygamber Efendimiz’e gelerek:

– Annem hac yapmayı adamıştı, ancak buna imkan bulamadan vefat etti. Onun yerine haccedebilir miyim? diye sordu.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“– Evet, onun yerine hac yap. Söyle bana, annenin birine borcu olsaydı onu ödemeyecek miydin?” buyurdu.

Kadın:

– Evet, deyince Peygamber Efendimiz:

“– Allah Teâlâ’nın hakkını îfâ edin. Zira Allah, kendisine verilen ahde vefâ gösterilmesine herkesten daha layıktır” buyurdu. (Buhârî, Sayd, 22)

Efendimiz burada mânevî borcu, dünyada insanlar arasında geçerli olan maddî borçla mukayese ederek onun da mutlaka ödenmesi gerektiğini bildirmiş, böylece soruyu soran hanım sahâbînin meseleyi daha kolay anlamasını ve ikna olmasını sağlamıştır.

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şeriflerinde de memleketini terkeden ile günahları terkedeni karşılaştırmak üzere şöyle buyurmuştur:

“Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladığı şeyleri terkedip onlardan uzaklaşan kimsedir.” (Buhârî, İman, 4)

Bir diğer dikkat çekici misâl, Efendimiz’in maddî körlük ile mânevî körlük arasında yaptığı mukayesedir. Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, esas körlüğün başlardaki gözlerin görmemesi değil, basiret ve kalp körlüğü olduğunu şöyle ifade etmiştir:

“Âma, baş gözü kör olan değildir. Esas âma basireti kör olandır.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman, II, 127)

Basiret körü olanlar, maddeyi görüp de mânayı görmeyen, dünyayı görüp ona meylederek ilâhî hakikatlere gözünü kapayan kimselerdir. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yaptığı bu mukâyesenin bir benzeri de Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle yer almaktadır:

“Bu dünyada (kalbi) kör olan âhirette de kördür ve daha aşağıdır.” (el-İsra 17/72)

Hasılı teşbih, temsil ve mukayese ile anlatımlar, insanları küfürden, nifaktan, şirkten ve her türlü ahlaksızlıktan kaçınıp güzel ahlak sahibi olmaya, işlenen amelleri sırf Allah için yapmaya teşvik etmektedir. Beşeriyetin idrak ufuklarını aydınlatan, hayata bakışlarını değiştiren ve ona istikamet yolunu gösteren bu anlatım üslubu, ifadeyi güzelleştirmekte, zor meseleleri kolay anlaşılır hale getirmekte ve öğrenilen şeylerin akılda kalmasını sağlayarak insan tefekkürünü genişletmektedir. Dolayısıyla insanların tâlim ve terbiyesinde Allah Teâlâ’nın ve Resûlü’nün çokça kullandıkları bu esasları tatbik etmek ve bunlardan en iyi şekilde istifade etmek lazımdır.