f. İstiğfar ve Zikir

“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen istiğfâr ederler.”

                                                           Âl-i İmrân 3/135

İstiğfar Allah’tan hata ve günahların bağışlanmasını istemek demektir. İstiğfarın gönül dünyamızın arınmasında önemli bir yeri vardır. Öyle ki hakkıyla yapılan istiğfar sayesinde kişi, kalbinin paslanmasına yol açan günah kirlerinden kurtulur. Bu hususta Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse, kalbi bu lekeden temizlenir, cilâlanır. Ancak tekrar günaha dönerse bu noktalar çoğalarak kalbin tamamını kaplar. İşte Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da zikrettiği (el-Mutaffifîn 83/14) kalbin kirlenmesi (paslanması) budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn Mâce, Zühd, 29)

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem-, her gün çok sayıda yaptığı tevbe ve istiğfarı kalbî hayatıyla şöyle alâkalandırır:

“Bazen kalbimin perdelendiği olur. Bu yüzden ben Allah’a günde yüz defa istiğfâr ederim.” (Müslim, Zikir, 41)

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kalbinin perdelenmesi, sahip olduğu âlî konumuna nispetledir. Onun Allah Teâlâ ile hemen hemen hiç eksilmeyen kuvvetli bir gönül bağı vardı. Efendimiz, bulunduğu peygamberlik makamı gereği, yemek, içmek, uyumak ve eşleriyle bir arada bulunmak gibi dünyevî işlerle meşgul olmasının, bu alâkayı bir ölçüde zayıflattığına işaret etmektedir. Biz farkında olmasak bile, Cenâb-ı Hak ile her an beraber olan hassas bir kalp için bu keyfiyet önem arzeder.

Ayrıca bu nevi hadisleriyle Peygamber Efendimiz, bizlere gönül dünyamızın imarında tövbe ve istiğfârın ne derece önemli olduğunu anlatmaktadır.

İstiğfâr eden kimse, diliyle Allah Teâlâ’dan bağışlanma niyâz ederken, kalbini ve bedenini de mümkün olduğunca günahlardan uzak tutmalı ve günah işlemekte ısrarcı olmamalıdır. Zira kulluk bunu gerektirir. Kur’ân-ı Kerîm’de söz konusu durum şöyle beyan edilmektedir:

“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri günahta, bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)

“Ey imân edenler! Allah’a samimiyetle tevbe edin. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Allah, Peygamberi ve beraberindeki mü’minleri utandırmayacağı günde, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar…” (et-Tahrîm 28/66)

İstiğfara devam etmenin insanı huzura kavuşturacak maddî ve mânevî faydaları bulunmaktadır. Bu durum hâdis-i şerîfte şöyle dile getirilmiştir:

“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26)

Tâbiîn neslinin en tanınmış şahsiyetlerinden Hasan-ı Basrî hazretleri, kuraklıktan, fakirlikten, çocuğunun olmamasından, tarlasının verimsizliğinden şikâyet eden ve kendilerine yol göstermelerini isteyen muhtelif insanlara, hep aynı şeyi tavsiye etmiştir: İstiğfar etmek. Yanında bulunanlar ona, bu kimselerin dert ve sıkıntılarının farklı farklı olduğu hâlde neden hepsine aynı şeyi tavsiye ettiğini sorduklarında, o büyük veli, himmete muhtaç kimselerin dertlerine devâ olacak şu âyet-i kerîmeleri okudu:

“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nuh 71/10-12) (Kurtubî, XVIII, 302)

İstiğfarın nasıl yapılması gerektiğine gelince bu husustaki hâdis-i şerîflerde bizlere yol gösteren çok değerli bilgiler mevcuttur. Sevbân -radıyallâhu anh- diyor ki:

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, selâm verip (farz) namazı bitirince üç defa istiğfâr eder ve “Allâhümme ente’s-selâmü ve minke’s-selâmü, tebârekte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm”  derdi.

Bu hadisin râvilerinden biri olan Evzâî’ye:

– İstiğfâr nasıl yapılır, diye soruldu.

O da şöyle cevap verdi:

– Estağfirullah, estağfirullah dersin. (Müslim, Mesâcid, 135)

Efendimiz’in sünnetine uyarak kıldığımız farz veya sünnet namazlardan sonra “Allâhümme ente’s-selâm…”ı hepimiz okuruz. Ama bundan önce üç defa, “Allah’tan beni bağışlamasını dilerim” anlamında “estağfirullah” deme sünneti halkımız arasında unutulmaya yüz tutmuştur. Halbuki bizler bu sünneti yeniden ihya edebiliriz. Zira namazı bitiren ve  Rabbinin huzurundan ayrılan insan, namazdan hemen sonra istiğfâr etmekle, “Rabbim! Sana sunmam gereken kulluğu hakkıyla yapamadım; beni bağışla!” diyerek Yaratanıyla alâkasını güzel bir şekilde sürdürmüş olur.

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Her kim,

«Kendisinden başka ilâh bulunmayan, ebedî hayatla daima diri olan, her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı yöneten Allah’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tövbe ederim» diye yalvarırsa, savaştan kaçmış bile olsa, günahları bağışlanır.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26; Tirmizî, Deavât, 118)

Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ- da diyor ki: Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- vefatından önce sık sık “Sübhâneke ve bi-hamdike, estağfiruke ve etûbü ileyk: Ben Sen’i ulûhiyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve Sana hamdederim. Beni bağışlamanı diler ve günahlarıma tövbe ederim” derdi. (Müslim, Salât 218)

Ayrıca Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- zengin üslûbu ve geniş mânasıyla dikkati çeken, “Seyyidü’l-İstiğfâr” diye isimlendirdiği duâyı da bizlere tavsiye etmektedir:

“İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir:

«Allahım! Sen benim Rabbimsin. Sen’den başka ibadete lâyık ilâh  yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lutfettiğin nimetleri yüce huzurunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim.  Beni affet, şüphe yok ki günahları Sen’den başka affedecek yoktur.»”

Resûl-i Ekrem sözüne devamla şöyle buyurur: “Her kim, bu Seyyidü’l-İstiğfârı sevabına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevabına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.” (Buhârî, Deavât, 2; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101)

Şüphesiz bu istiğfâr, kulun Mevlâsına yakarışını samimi bir şekilde yansıtması sebebiyle, gerçekten de “Seyyidü’l-İstiğfâr” diye anılmaya lâyık güzellikte ve mükemmelliktedir. Hadisin sonundaki “cennet” müjdesi, günahlar altında ezilen zavallı gönüllere bir seher yeli serinliği ve canlılığı getirmektedir.

Bir mü’min kendisi için istiğfar ettiği gibi ölmüş veya hayatta olan ana baba, hısım, akraba ve diğer mü’minler için de istiğfar edebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de:

 

“Ey Rabbimiz (amellerin) hesap olunacağı günde beni, ana babamı ve bütün mü’minleri bağışla!” (İbrâhim, 14/41) meâlindeki İbrahim -aleyhisselam-’ın duâsı bizlere bu hususta güzel bir misaldir.

Kur’ân-ı Kerîm mü’minlerin vasıflarından bahsederken bilhassa seherlerde istiğfar ettiklerini belirtmektedir. (ez-Zâriyât 51/18) Dolayısıyla tevbe ve istiğfarın kabul edileceği zamanların özellikle bu vakitler olduğu unutulmamalıdır.

Tevbe ve istiğfarla birlikte gönül dünyalarını tezyin etmek isteyen mü’minlerin daimî olarak Allah’ı zikretmeleri de zaruridir.

“Allah’ı kalpte hatırlamak ve dilde anmak” şeklinde hulâsa edebileceğimiz zikir, devamlı bir hatırlama ve anmayı ya da gönülden hiç çıkarmamayı gerektirmektedir. Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın çok anılmasını, sabah akşam tesbih edilmesini, içten yalvarıp korkarak yüksek olmayan bir sesle zikredilmesini (el-A’râf 7/205) ve her şeyden kalbi boşaltarak bütün gönlü O’na yöneltmeyi istemekte (el-Müzzemmil 73/8), O’nun zikrinden yüz çeviren gafillerin ise, sıkıntı ve streslere maruz kalacaklarını ve âhirette de kör olarak haşredileceklerini belirtmektedir. (Tâhâ 20/125)

Ayrıca, Yüce Rabbimiz:

“Siz beni zikredin ki ben de sizi anayım.” (el-Bakara 2/152) buyurmak suretiyle zikir sayesinde kuluyla karşılıklı bir diyalog içinde olduğunu ifade etmektedir. Yani kul “Allahım!” “Rabbim!” dedikçe Yüce Mevlâ da “kulum” demekte, onun ihtiyaçlarını karşılamaktadır.

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise Allah’ı zikredenle etmeyeni diri ile ölüye benzeterek (Buhârî, Deavât, 66) kalbin diriliğinin ancak zikirle mümkün olacağına işarette bulunmaktadır.

Allah’ı zikretme konusunda en mükemmel örneğimiz Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’dir. Bu hususta, çalışmamızın birinci cildinde Peygamber Efendimiz’in “Zikir ve Murakabesi” başlığı altında oldukça detaylı bilgi verilmiştir.38[1] Dolayısıyla burada onun zikir hayatına dair ortaya koyduğu sünnetin kalp eğitimindeki fonksiyonuna vurgu yapmakla iktifa edilecektir.

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in her sözü, bir fayda sağlamayı ya da bir zararı defetmeyi hedef aldığı için zikir olarak tavsif edilmiştir. Emrettiği ve yasakladığı şeyler, koyduğu kaideler, Allah’ın isim ve sıfatları ile ilgili sözleri, verdiği hükümler ve yaptığı işler de birer zikir kabul edilmiştir. Allah’a övgüsü, hamdi, tesbihi, duâsı, O’na yönelmesi ve korkması da zikirdir. Konuşmadığı zamanlarda susması da kalbi ile Allah’ı zikirden ibarettir. Buna göre, Hz. Peygamber her hâlinde dâima Allah ile beraberdir ve O’nun zikri ile meşguldür. (İbn Kayyim, Zadu’l-meâd, II, 365) Zira Efendimiz’in uyurken bile kalbi uyanıktır. (Buhârî, Vudu, 5) Kısacası o, “zikr-i dâim” üzeredir. Nitekim Âişe validemiz de Efendimiz’in her an Allah Teâlâ’yı zikir hâlinde olduğunu belirtmektedir. (Müslim, Hayz, 117)

Yine Hz. Âişe -radıyallâhu anha-, Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in geceleyin ibadet için kalktığında, onar defa “Allâhu ekber” “elhamdulillah”, “subhanallahi ve bihamdih”, “subhane’l-meliki’l-kuddûs”, “estağfirullah”, “lâ ilâhe illallah” diye zikredip ardından yine on kere:

“Allahım! Dünyanın ve âhiretin sıkıntı ve darlığından Sana sığınırım.” şeklinde duâ ve niyazda bulunduğunu, sonra da namaz kılmaya başladığını haber vermektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 101)

Bir hâdis-i şerîfte, söylenmesi kolay ancak ecir ve sevabı bol şu zikir tavsiye edilmektedir: “Dile hafif, mîzana konduğunda ağır gelen ve Rahmân olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır ki bunlar:

ifadeleridir.” (Buhârî, Tevhîd, 58)

Resûl-i Ekrem’in zikir konusundaki hadisleri tetkik edildiğinde, benzeri bir çok müjdeli haberle karşılaşırız. Bütün bunlar biz ümmetin kalbî hayatını tezyin edecek olan paha biçilmez öğütlerdir.

Abdullah bin Şeddâd şöyle anlatıyor:

Benî Uzre kabilesinden üç kişi Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e geldiler ve Müslüman oldular.

Allah Resûlü:

“– Bunların bakımını kim üstlenir?” diye sordu.

Hz. Talha:

– Ben yâ Resûlallâh! dedi.

Onlar Talha -radıyallâhu anh-’ın yanında iken Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir seriyye gönderdi. O üç kişiden biri bu birlik içinde çıktı ve şehid oldu. Daha sonra bir seriyye daha gönderdi. Bununla da ikincisi çıktı ve o da şehid oldu. Üçüncü şahıs ise bir müddet sonra yatağında vefât etti.

Talha -radıyallâhu anh- bundan sonrasını şöyle anlatır:

– Yanımda kalan bu üç şahısı rüyamda cennette gördüm. Yatağında ölen en öndeydi, ikinci sırada şehid olan onu takip ediyordu, ilk defa şehid düşen de en sondaydı. Şaşırdım ve bu bana ağır geldi. Hemen Nebi -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek gördüklerimi anlattım. Allah Resulü şöyle buyurdu:

“– Bunda şaşılacak bir şey yok! Allah katında, tesbih, tekbir ve tehlili dilinden düşürmeden İslâm üzere ömür süren mü’minden daha faziletli bir kimse yoktur.” (İbn-i Hanbel, I, 163)

Diğer taraftan Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- ümmetini gece ibâdetine teşvik etmiş, gecenin tamamını uykuyla geçirmeyi hoş karşılamamıştır. Gönlün neşe ve sürûr içinde olması için özellikle teheccüd namazınının kılınmasını istemiştir.39[2]

Namaz, tesbih, tahmid, tekbir, tehlil ve istiğfar gibi ibadetler yanında bilhassa Kur’ân-ı Kerîm okumak ve âyetler üzerinde tefekkür etmek de bir zikirdir. Nitekim, “Zikri Biz indirdik, elbette onu Biz koruyacağız” (el-Hicr 15/9) âyetindeki zikr, Kur’ân’ın bizzat kendisidir. “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı?” (Muhammed 47/24) âyeti ise Allah’ın Kitab’ıyla tefekküre davet etmektedir. Bu sebeple mü’minin aktif hayatı Kur’ân ile kuşatılmaktadır. Beş duyunun hepsi ve altıncı duyu olarak kabul edilen kalp de bu kapsama dâhildir. Bir hâdis-i şerîfte:

“Gönlünde Kur’ân’dan bir şey bulunmayan kimse, harab olmuş bir ev gibidir.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 18) buyrulmakta, tahrib edilmiş bir ev, huzur ve sevinçten nasıl mahrumsa, Kur’ân’dan habersiz bir kalbin de gerçek huzurdan o kadar uzak olacağı beliğ bir şekilde ifade edilmektedir.

Her an Allah’ı gönülde bulundurmak kalp eğitimi bakımından son derece mühimdir. Hâdis-i şerîfte bu durum şöyle beyan edilmektedir:

“Allah’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah’ı anmadan yapılan çokça konuşma, kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse de kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 62)

Tefekkürün eşlik ettiği zikir sayesinde insan, nefsani arzulardan uzaklaşır, bu sayede gönül aydınlığa kavuşur. Gerginlikler ve telâş, yerini huzur ve teenniye bırakır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu itmi’nân şöyle dile getirilir: “Onlar îmân edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Dikkat ediniz! Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” (er-Ra’d 13/28)

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-  daha dünyada iken cennet havasını teneffüs etmek isteyen gönüllere, zikir halkalarına katılmayı tavsiye etmektedir. O, birgün ashabına:

“– Cennet bahçelerine uğradığınızda oradan hakkıyla istifade ediniz” buyurdu.

Bunun üzerine Ashab:

– Cennet bahçesiyle neyi kastediyorsunuz, dediler.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

Zikir halkalarını” diye mukabelede bulundu. (Tirmizî, Deavât, 82)

Netice itibariyle Allah’ı anmakla kıvama eren gönül insanı, dünyevî telaş ve endişelerden kurtulur. Herkesin korktuğu ölüm ve ölüm sonrası sıkıntıları “Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr 90/27-30) iltifatıyla gülerek karşılar ve ölümü var olmanın en imrendirici neticesi olarak görür.

g. Kalbin Islahı İçin Duâ

“De ki, duânız olmasa Rabbim

size ne diye değer versin”

el-Furkân 25/77

Çağırmak, seslenmek ve yardım talep etmek gibi mânalara gelen duâ, Allah’ın yüceliği karşısında kulun, aczini itiraf ederek, sevgi ve ta’zim duyguları içinde O’ndan lütuf ve yardım istemesi demektir. Duâ insanın Allah’a hâlini arzetmesi ve O’na niyazda bulunması bakımından kul ile Yaratıcısı arasında âdeta karşılıklı bir konuşmadır. Bunun gerçekleşmesi için önce Allah insanı kendi varlığından haberdar etmiş, insan da varlığını benimsediği bu yüce kudretle irtibat ihtiyacı duymuştur. İşte duâ böyle bir irtibat neticesinde insanın hem ihtiyaç ve eksikliklerinin telâfisini, hem de daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir diyalog vasıtasıdır. Âyet ve hadislerde duâ ile insan kalbinin ıslah edilmesine yönelik bir çok emir ve tavsiye bulunmaktadır.

İhtiyaçların giderilmesi ve hataların affı için Allah’a başvurmak, nimetleri sebebiyle O’nu hatırlamak ve anmak kişide rûhi bakımdan bir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurur. (er-Ra’d 13/28; el-A’lâ 87/14, 15) Ayrıca bu durum, ahlâkî arınmaya ve yücelmeye yol açar, şahsiyetin tamamlanmasında yapıcı bir vazife icra eder. Duâ ve ibâdetle meydana gelen yakınlaşma, Allah’ın sevgisine, bu sevgi de kulda saf bir gönlün oluşmasına vesile olmaktadır. (Buhârî, Rikâk, 38) Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Allahım! Kalbimi kar ve dolu suyu ile yıka! Beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi kalbimi günahlardan arındır” (Buhârî, Deavât, 39; Müslim, Zikr, 49) meâlindeki hadisiyle duânın söz konusu fonksiyonuna dikkat çekmiştir. Yine duâda Allah, matlûb ve maksûddur. Ondan gayrı her türlü ilgi ve istekten uzaklaşılır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum, “kişinin, dini Allah’a has kılması” olarak tanımlanmıştır. (el-Mü’min 40/14, 65)

Gazâlî, “Allah’ın takdiri değişmeyeceğine göre duânın ne faydası vardır?” sorusuna şu cevabı vermektedir: “Bilmiş ol ki duânın belâyı reddi de ilâhî kaza cümlesindendir. Duâlar belâların reddine ve ilâhî rahmetin celbine sebeptir. …Ok ile kalkan karşılaştıklarında, kalkanın oku geri itmesi gibi, duâ ile bela karşılaşınca duâ belâyı geri iter. Bu da Allah’ın bir kazası ve hükmüdür. …Tohum ekildikten sonra sulamaya ne hacet var, eğer bu mahsulün bitmesini Allah takdir ettiyse bitecek, etmediyse bitmeyecek demek doğru olmaz. Sebeplere başvurmak kaçınılmazdır. Zira hayrı takdir eden onu bir sebebe bağlamış, şerri takdir eden de onu def etmek için sebepler hazırlamıştır. …Duânın bir faydası da kalbin her an Allah’la birlikte olmasını sağlar ki bu da ibâdetin zirve noktasıdır.” (Gazâlî, I, 434, 435)

Görüldüğü gibi Gazalî, duâyı kaderin bir parçası saymaktadır. Duâ îmânın kalpte kök salmasına yol açan bir faktördür. Nitekim Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- “Ey kalpleri hâlden hâle döndüren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl!” (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mâce, Duâ, 2) niyâzıyla konunun önemini ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ, îmânda sebat eden kimselerin:

“Rabbimiz hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma! Bize katından rahmet ihsan eyle! Şüphesiz sen bol bol ihsân edensin!” (Âl-i İmrân 3/8) diye duâ ettiklerini haber vererek, Müslümanları bu hususta hem uyarmakta hem de eğitmektedir.

Duâ, aslında kulların Allah karşısındaki acziyetini idrak ve itiraf etmeleridir. Kulun Allah katında ancak duâsıyla değer kazanacağı âyet-i kerîmede şöyle açıklanmaktadır:

“De ki, duânız olmasa Rabbim size ne diye değer versin” (el-Furkân 25/77)

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- istisnâî yakınlığına rağmen Rabbine daima duâ etmiş, kul olma bilincini ve bağlılığını hep taze tutmuştur. Bir beşer ve peygamber olarak yapması gerekenleri yapmış, ardından; “Allahım! Elimden gelen budur. Senin gücünün yettiği fakat benim gücümün üstünde olan hususlarda beni hesaba çekme!” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 38) diye duâ etmiştir. Ayrıca kalplerin Allah’ın elinde olduğunu belirten (Tirmizî, Kader, 7) Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- şu duâlarıyla bizlere üsve-i hasene olmuştur.

“Allahım! Senden doğru söyleyen dil ve selîm kalp isterim.” (Tirmizî, Deavât, 23; Nesâî, Sehv, 61)

“Allahım! Kulağımın, gözümün, dilimin ve kalbimin şerrinden sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 32; Tirmizî, Deavât, 28)

“Allahım! Sen’den kalbime hidâyet edeceğin, işlerimi toparlayacağın, dağınıklığımı düzene koyacağın …ve beni her kötülükten koruyacağın bir rahmet istiyorum. …Ey bütün işlerin hâkimi, ey gönüllere şifa bahşeden Allahım! Denizleri birbirine karışmaktan koruduğun gibi beni de cehennem azabından koru. …Kabrimi ve kalbimi nurlu kıl.” (Tirmizî, Deavât, 30)

“Allahım! Senden başka ilâh yoktur. Yalnız Seni tesbih ederim. Senden günahlarımın affını ve rahmetini isterim. Allahım! İlmimi artır, beni hidâyete ulaştırdıktan sonra kalbimi kaydırma! Kendi katından bana rahmet ihsân eyle. Şüphesiz ki Sen çok çok bağışta bulunansın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 99)

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisi için duâ etmekle beraber hidâyetine ve başarısına vesile olmak istediği kişi ve toplumlar için de Allah Teâlâ’dan yardım istemiştir. Yemen halkının hidâyeti için “Allahım! Onların kalplerini bize yönelt!” (Tirmizî, Menâkıb, 71) şeklinde duâ etmiştir. Yine Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönderirken üstlendiği vazifenin sorumluluğundan endişe eden yeğeninin göğsü üzerine elini koyup şu duâda bulunmuştur:

“Allahım! Bunun kalbine hidâyet ihsân eyle, lisânını hak üzere sâbit kıl.”

Hz. Ali diyor ki:

“Bu duâdan sonra iki kişi arasında hüküm verirken hiçbir tereddüt geçirmedim.” (İbn-i Mâce, Ahkâm, 1)

Bütün bunlar tereddütten dalâlete kadar kalpte oluşabilecek her türlü manevî rahatsızlığın tedavisinde, duânın ne derece önemli olduğunu gösteren açık delillerdir.



[1] Üsve-i Hasene 1, s. 205-214.

[2] Bu hususta detaylı bilgi için birinci ciltte tetkik edilen Peygamber Efendimiz’in “Teheccüd ve Seheri” kısmına bakılabilir: Üsve-i Hasene 1, s. 134-142.